Öykü

Jackson’ın Köpekleri

Bölüm 1: Ateş

Alev yalımları, gökyüzüne birbirleriyle yarışırcasına yükseliyorlar ve yaz boyunca pişmiş olan kuru topraklara, ince bir kül yağmuru yağdırıyorlardı. Gecenin göz kırpan yıldızları ve olanlardan oldukça meraklı bir yarımay, bir sığır sürüsü gibi toplaşmış halde duran bulutların arasından ışıklarını yeryüzünün turuncu, sinsi alevlerinin ışıltılı çalımlarına karıştırmaktaydı. Güneş altında yıllarca kuruyarak, bir kibrit kadar alevlere aç kalmış olan ahşap parçalar, sanki içlerindeki acıyı dışarıya bağırarak atmak istermişcesine, çatlayarak ve patlayarak etrafa sinirli küçük kıvılcımlar saçıyorlardı. Yanık et kokusu, tahtanın insanın boğazını yakan isli kokusuna karışmıştı. Bir eylül akşamına yakışmayacak biçimde, gecenin içinde bir çöl sıcağı uyanmıştı.

Sığırların kaldığı, Amerikan tipli ahşap ve geniş ahırın çatısı, hemen ona bitişik ahşap kümes, uzun yem silosu ve at ağıllarını kıskandıracak kadar yoğun bir ateşle yanmaktaydı. İnsanların ah vahlarını duymak için biraz daha zaman geçmesi gerekti. Ondan önce ineklerin, atların böğürtüsünü, köpeklerin insan-tanrılarına bu felaketi anlatmaları ve siyah-beyaz dünyalarında kuyruklarını arkalarına saklamadan cesurca, bir heykelcesine beklemeleri gerekiyordu. Kediler için aynı durum geçerli değildi. Yangının telaşlı iniltilerini duyan, yeryüzünün kurnaz küçük kaplanları, çalılıklara ve daha ilerlerine hızlı bir koşu tutturmuşlar ve vaşak atalarının güzel kas miraslarına güvenerek geceye karışmışlardı. Kanatlılar ise, yangının azizliğine uğramışlar ve sığır ahırının yanında bulunan kümesleri çoktan gıdak gıdak ve bak baklardan arınmış, iğrenç bir yağ kokusu ile yanmaktaydı. Domuzlar ise çoktan çiftliği terk etmişler ve kariyerlerine daha az çamurlu ama daha az ölüm korkulu, herkesten daha eşit bir yaban domuzu olarak devam etmeye karar vermişlerdi.

Max, alevlerin yattığı odanın kapısını sardığını fark edip üzerinde yorganı ile birlikte ağır uykusundan uyanmaya çalışırken, kendini aklında bir sığır oturur gibi hissetmişti. Alevlerin tahta kapı üstünde hızlıca hareket etmesi ilk başta tatsız bir kâbus gibi gözükmüştü karanlıkta ışık arayan gözlerine, ancak bu görüntü karnını yakan bir ateşin damarlarına yayılmasına sebep olmasıyla, tatsız kâbusun eliyle dokunulacak kadar yakınında olduğunu anladı. Adrenalin aniden vücudunu elektrik gibi çarparak onu uyandırdı. Üstü çıplak altında ise annesine kestirdiği geceliğiyle, boğazı ve ciğerleri yanarak, bir hışımla yatağından kalktı. Aklına yapacak bir şey gelmedi, bir iki saniye boş gözlerle kapıya ve odasının kırmızı-turuncu çalımlar içinde nasıl gözüktüğüne baktı. Alevlerin ışığı gardırobunu, masasını gölgeli bir aurayla parlatmaktaydı. Aklının bir ucunda boşuna çabalamaması gerektiği fikri geldi. Boşuna çabalamak yerine, güzel alevlerin arasında güzel bir uyku çekebilirdi. Ya da güzel alevlerle birlikte güzel bir uyku çekebilirdi.

Dumanın etkisiyle sendeledi, yatağının başlığına tutundu, yarı açık ve yanan gözlerle odasında bir sürahi aradı ama bulamadı. Alevler bu birkaç saniyede bile beklememiş, odanın ahşap tabanında telaşlı ve acı dolu bir geziye çıkmışlardı. Yangının dumanı ve damarlarında bir iksir gibi dolanan adrenalin, onun kararları gibi çatışma içindeydi. Ancak bu oldukça kısa sürdü. İçinden salak aklına küfür etti, pencereden atlama düşüncesi bütün çıplaklığıyla çekici biçimde zihnine girdi. Ama bundan önce, yatağının altına sakladığı öyküleri kurtarması gerekiyordu. Yatağının altına eğildi, kâğıt parçalarını donunun içine soktu.

Yatağından sert bir biçimde çarşafını çıkarmaya çalıştı, ancak çengelli iğnelerle sabitlenmiş çarşafı yerinden çıkarmak o kadar da kolay olmadı. Bütün kuvvetiyle çarşafa ikinci kez asıldı ve çengelli iğnelerden kurtulan çarşaf büyük yırtıklarla elinde kaldı. Aklının azıcık çalışmasının verdiği anlık mutlulukla, sırtını pencerelerden kapı tarafına döndüğünde, gördüğü manzara karşısında bir kez daha şaşakaldı. Pencereler alevler içinde, inilder-fısıldar gibi sesler çıkararak yanmaktaydı. Alevler binanın dört bir yanını sarmıştı. Aklına tekrar gelen pencereden aşağıya atlama düşüncesiyle, yanan alevlerin arasından, üzerine geçirdiği çarşafıyla, pencereye doğru kısa bir koşu yaptı. Çarşafı kafasına ve kollarına siper ederek dışarıya doğru zıpladı. Sert biçimde pencereye çarptı, kendisi ile birlikte, tahtaları ve camı kırarak karanlığın içine, 3 metre kadar aşağıya yüzükoyun sert bir düşüş yaptı.

Yerde yüzükoyun yatarken çarşafı üstünden fırlattı. Çakıl taşları ellerine, alnına ve bacaklarına girmişti. Ancak hissizleşmiş bedeni bunları beyne iletmede, çok da gönüllü değil gibi gözüküyordu. Gecenin sessizliğini yırtan böğürtülerin nereden geldiğini anlamaya çalıştı. Büyük sığır ahırına doğru baktı. Kapıları ardına kadar açılmıştı. Hayvanlar kurtulmanın hiddetiyle, olanca güçleriyle kaçmaya çalışıyorlardı. Annesi aklına geldi. İçinden penceresini kırarak çıktığı iki katlı evlerine baktı. Binanın ön cephesi, Philson’s Always Here tabelası alevlerin içinde görünmez hale gelmişti. Bar olarak kullandıkları alt katın durumu, yatmak için kullandıkları üst kattan daha beterdi. Alevlerin hiddeti, neredeyse bütün eşyaları, yapıyı yutmuştu. Binanın ahşap kolonları, dış cephesi sanki bir barbekü yapmak ister gibiydi, alevler ise bundan oldukça hoşnut gözüküyordu.

Etrafta kendi dışında, kimseler var mı diye bakındı. Ancak, delirmiş gibi havlayan köpekler ve sağda solda koşuşturan sığırlar dışında kimseler yoktu. İçindeki his korku ve kurtulmadan çok derin bir acıma duygusuna dönüştü. Havlayan ve neredeyse sesleri kısılmış köpekler yanına geldi. Max’e bu durum, biraz olsun umut vermişti. Genelde sığır ahırında uyuyan bu melez ama yapılı çoban köpekleri, her nasıl olduysa, o hengameden kurtulmuşlardı. Belki de annesi, kardeşleri ya da babası da bir yerlerdeydi veya kurtulmuştu. En azından öyle ummak istiyordu.

Ahırların ve kümesin önünden geçerken, bir sığırın alev almış biçimde önünden geçmesine şahit oldu. Hayvanın sırtı ve kuyruğu tütmekte idi. Bütün hışmıyla Bar’ın ve ahırın güneyinde kalan çitlere çarptı, onları ustalıkla devirdi ve gece karanlığında bir şimşek gibi kayarak Philson ailesinin üzüm bağlarının bulunduğu, yokuş aşağı düzlüğe doğru gözden kayboldu.

Kaldıkları evin arkasında bulunan, uğursuzlar ve kanun kaçakları için bir önlem gibi kullandıkları arka kapıdan binaya girmeyi düşündü, çünkü ön taraftaki bar kapısı ve onun biraz uzağındaki evlerinin kapısı ancak bir iblisin geçebileceği şeylere dönüşmüştü. Alevli ve ölümcül. Hızlıca arkaya koştu. Koşarken tatlı bir yangın sıcağı ve sızlanmasıyla, kollarının pencereden atlarken kesildiğini ve yandığını hissetti. Çarşafı koluna doladı. Ancak binaya tekrar girmesi gerekiyorsa, bu çarşafa ihtiyacı olacaktı. Tuhaf biçimde yanmayan tek yapı olan, ardiye kulübesini fark etti. İçeri girdi, çarşafı kesti, tekrar kolunun etrafına, bu sefer daha düzgünce, doladı. Sargı görevi veren bez koyu bir bordoyla renklendi. Kalan çarşafı ise vücuduna ve kafasına doladı. Uçlarını göz kararı biçimde düğümledi. Bu pelerinimsi görünümle biraz Müslüman hacısı biraz da Haçlı gibi gözüküyordu. Çarşaf, alevlerin onu yakmaması için iyi bir önlem olabilirdi. Ayrıca gecenin olanca hararetine rağmen, soğukça dikilmekte olan baltayı da aldı. Tekrar binanın sol tarafında kalan geniş ahırın yanına koşarak, kendini ıslatmak için, alevlerin aydınlattığı dumanlar içindeki büyük ahırın önündeki yalağı aradı. Kuru bir çarşaf kadar, hızla tutuşabilecek başka bir nesne olamazdı.

Alevlerin tehdidi, o sadece birkaç dakika da bile önüne çıkan her şeyi yok etme telaşı ile hareket etmekteydi. Ateş ahırın her yanını kaplamıştı. Eğilir biçimde siyah dumanların altından yalağa yanaştı, nasıl kendini ıslatabileceğini bilemedi. Ellerini bir kepçe gibi kullansa ve bu şekilde kendini ıslatsa, bu dakikalar sürebilirdi. Aklına gelen ilk pratik fikirle kendini yalağa attı. Hayvan salyaları sebebiyle ekşi biçimde kokan serin su onun vücudunun bütün zerrelerine kadar titremesine sebep oldu. Sudan çıktı, ayakları çıplak üstünde ıslak bir çarşaf ile binanın arkasına olanca kuvvetiyle koştu. Donundaki öyküler ıslanmıştı. Bir korkuyla onları donundan çıkardı. Çirkin ve mavi damlalı bir selüloz hamuru haline gelmişlerdi. Ancak umudunu kesmedi. Biraz öteye bir taşın altına “selüloz hamuru”nu koydu.

Arka kapı ve daha doğrusu binanın arka tarafı, diğer kısımlara göre daha zor tutuşmuşa benziyordu. Yangın temelden ve çatıdan rüzgârın ters yönden esmesi sebebiyle, yaktığı diğer nesnelere göre, aheste ve bir köz halinde buraları yavaşça kaplamaya başlamıştı. Max binaya girip birilerini kurtarma amacıyla, kapıyı açmaya çalıştı. Ancak kapının kolu bir ütü kadar ısınmıştı, sol elini yaktı. Kapının kilitli olduğunu fark etti.

Mic, Max’in 5 kardeşinden sondan üçüncüsü, merdivenlerden sürükleyerek getirdiği, Dic’i, Max’in kardeşlerinden sondan ikincisi, kapının holüne yığmış, ayakları ve kollarıyla, insanüstü bir çaba göstererek kilitli kapıyı açmaya çalışıyordu. Ancak bir gaz heyulasına dönüşen evin atmosferi, ağır öksürük nöbetleri ile ayakta zor durmasına sebep oluyordu. Max Mic’in kapıyı zorladığını duydu. “Orada mısınız?” diye bağırdı, sorunun anlamsızlığının farkındaydı ancak emin olmak zorundaydı. Geçen her saniye ve dakika, ölüm ve yaşam arasında bulunan flu çizgiyi rahatlıkla ihlal edebilirdi. Ailesinden herhangi birinin ses çıkarması için İsa’ya dua etmeye hazırdı. Kulağını sıcak kapıya, kendini yakmayacak biçimde yaklaştırdı. Bir ses yoktu. Bir kez daha ciğerleri acıyarak bağırdı, “Beni duyan var mı?”

Baltasını kaldırdı. Ne yaptığını bilmez biçimde ve artık çıkan sesin birilerinden gelmesini umarak, sol eli yandığı için sağ elinde tuttu, kapının koluna, kapının çerçevesine sert biçimde ama rastgele bir şekilde indirmeye başladı. Her vuruştan sonra, bir ses duymak için biraz bekliyordu.

Ancak kapı bu birkaç dakikalık balta saldırısından hiç mi hiç etkilenmemişti.

Max, baltasını kaldırmış, tekrar bir saldırı salvosuna girişecekken, çiftliği saran kıkırdayan alevlerin melodik sesine karışmış biçimde, Mic’in nefes nefese kalmış bitik sesini duydu. Ses fısıldar gibiydi ancak daha çok rüyada bir hayalet görünce bağırılan bir ses gibi çıkarak “Buradayız, yardım et.” dedi, Mic başka bir öksürük nöbetine başladı ve sonra bir patates çuvalının yere düşmesi gibi zemini titretti.

Max damarları çatlayacak gibi hissetti. Gerileyerek içeri girebilmesi için başka bir yol bulması gerektiğini, baltanın meşe ağacından yapılmış dışarıya doğru açılan bu kapıyı açamayacağını fark etti. Aksi gibi binanın arka cephesinin alt katında hiç pencere yoktu.

Baltayı bir kenara bıraktı. Ardiye kulübeye doğru koştu. Alevler rüzgâr sebebiyle henüz bu binaya uğramamıştı. Ardiyenin perdesiz penceresinden, dışarısı bir cehennem gibi gözükmekteydi. Dışarıya çok bakmadan, birkaç metrekarelik kulübede, üst kata tırmanmak için bir merdiven aramaya koyuldu. Gözleri, geçen yaz çatıları tamir etmek için biçimsiz ağaçlardan yaptıkları merdiveni buldu. Merdiveni sırtına yükledi, eve kadar taşıdı, sonra arka kapının üstünde yer alan sundurmaya dayadı. İçinden yüce İsa’ya kaçıncı kez dua ettiğini bilmez şekilde ve çatırdayan merdivenin ağaç dallarından yapılma basamaklarını kırmamak istercesine, bir elinde baltayla, seri ama temkinli bir biçimde üst kata çıktı. Karşısında sundurmanın kiremitli çatısına ve arazilerinin çorak kuzey tarafına bakan iki pencere vardı. Soldaki pencere ve ardındaki oda, alevlere boğulmuştu. Ancak sağdaki oda, bütün yaşanan bu karmaşaya ve kaosa rağmen sakin bir grilikle aydınlanmakta idi. Baltayı kaldırıp sağdaki pencereye indirdi. Tek hamlede pencere tahtaları ve camları etrafa saçıldı ve içerden bir fırın kapağı açıldığında vuran sıcak gibi yakıcı bir hava dalgası, Max’in ıslak çarşaf altında olan bedenini yaktı. Max bu acıya aldırış etmeden, pencerenin kırık camlarının üstünden atlayarak, temkinli biçimde içeri girdi.

Odanın kapısı kapalıydı. Hızlı adımlarla ilerledi ve hole giden kapıyı açtı. Binanın ön tarafına giden holün hali ise içler acısıydı ve Dante’nin cehenneminden de farksızdı. Max, alevlerin içine daldı. Aklına çocukluğu geliyordu. Ölüm bu kadar yakın olamazdı. Hiç ama hiç yanarak veya yangının dumanıyla boğularak öleceğini düşünmemişti. Çocukken yaktıkları anızlar veya mangallar, gözüne hiçbiri bu kadar ölümcül ve yakıcı gözükmemişti.

Merdivenlerin demirden yapılmış olmasına şükretti. Babasının kumarbazlığı ilk defa bir işe yaramış gibiydi, demirciyi pokerde tarumar edip bu demir merdivenleri yaptırmıştı. Bir halka halinde ve daha çok bir Fransız zengin züppesine yakışacak yılankavi merdivenler. Aşağıdan fırlayan ateş hortumlarından korunmak için, sürünür biçimde merdivenlerden indi. Islak çarşafı merdivenin demirlerine değdikçe fosluyordu. Merdivenden inildiğinde solda kalan, evin diğer kısmına giden hol bir fırını andırıyordu. Anne babasının yattığı oda ve diğer odalar oradaydı. Ancak, holün diğer tarafı henüz alevlere teslim olmamıştı. Kardeşlerini üst üste yere yığılmış biçimde, kırarak açmaya çalıştığı kapının önünde buldu. Nefeslerini dinledi, kalp atışlarını duydu. Bir an önce kapıyı açıp, onları buradan çıkarmalıydı.

Dışarıdan zorladığı kapının alevlerle, helezonik biçimde kalmış çerçevesi adeta sirkte aslanların içinden atladığı çemberleri anımsattı ona. Ölümü yaklaştıkça, çocukluk anılarının bu kadar canlanması ona oldukça tuhaf geldi. Turta kavgaları, sığır hırsızları, Meksikalı eşkiyalar, Bayan Dorothy’nin Ahlaksızlıkları adlı müstehcen kitap… Hayallere dalmadan hareket etmesi gerekiyordu.

Üstündeki çarşafın nemi neredeyse kurumuştu ve çarşaf yer yer alevler almış haldeydi. Omzunun çıkma ihtimalini bilerek kapıya doğru, omzuyla sert bir hamle yaptı. Kapı sarsıldı. Omzunun uyuşukluğunu hissetmez bir biçimde, bir kez daha geriledi ve kapıya bir omuz daha attı ve kapı sürgülerinden kurtularak yere çakıldı. Evden yoğun ve sıcak bir gaz çıkışı oldu. Max kalan son enerjisi ve çabasıyla önce Mic’i ve daha sonra Dic’i kapıdan sürükleyerek çıkardı.

Kardeşlerini yangından çıkarmış olmak önemliydi ancak olanları yaşatabilecek miydi, bilmiyordu. Eğilerek tekrar kalplerini dinledi. Mic’in kalbi daha güçlü iken, Dic’in kalbi neredeyse durmuş gibiydi. Aklında annesi ve babasının ne yaptığı ve kardeşi Jackson’ın nerede olduğu soruları kazılıydı. Ancak kardeşlerini öylesine bu yangının ortasında bırakamazdı.

Mic’i uyandırmak için yanına eğildi, ona iki sert tokat attı. Mic ağır bir öksürük nöbetine girdi, ağzından sapsarı ve iğrenç kokulu bir sıvı çıkararak kustu, tahriş olmuş ciğerlerinden böğürtülü bir sesle ve kızarmış gözlerle “Moruk,” dedi, “KKK gibi gözüküyorsun,” dedi, ölümün kıyısında bile komik olmak, ilginç bir öncelik olarak sayılabilirdi. Kafası yere düştü. Max çarşafını bir yastık gibi yaparak onun kafasının altına koydu. Şu an önemli olan Dic’i kurtarmaktı. Biraz su bulması, bu konuda Max’e yardımcı olabilirdi.

İçin için yanan sığır ahırının önüne geldi. Temelinin atılmasından, çatısının tamirine, her çivisinde her tahtasında emeği olan yapıya göz ucuyla baktı. Yıllarını demirlediği, çocukluğundan beri doğurtup, büyütüp, sattığı hayvanların konakladığı, boğazından geçen her lokmada payı vardı bu binanın. Şimdi ise hangi günahı işlediği bilinmez bir günahkâr gibi yanıyordu. Yılları, emeği ve belki de geleceği.

Yanan ahırın önündeki su yalağını, sol eli acıyla kavrularak, ağır aksak çekmeye, sürüklemeye başladı. İçinde 2 galon suyla ve yıllar içinde şişmiş meşe gövdesiyle, kaburgalarını çatlatır biçimdeki bu yükle 5-10 adımlık çakıl taşlı mesafeyi ilerlemesi gerekiyordu. Sırtına doğru esen bir hava dalgası ve bir şarapnel gibi fırlayan ahşap, metal parçacıkları etrafa yağdı. Kafasını hayatını geçirdiği binaya döndürdüğünde, kaldıkları binanın ön cephesinin çöktüğünü gördü. Büyük ihtimalle barın alkol dolu mahzeni patlamıştı. Herhangi bir bina parçasının bedenine girmemesinden ötürü kendini şanslı saymalıydı. Ancak bu şansı anne ve babası sahip miydi, bilmiyordu.

Mic uyanmıştı, kafasını bacakları arasına sokmuş biçimde abisine bakıyordu. Max yalağı getirebildiği yere kadar getirdi ve uyanmaya çalışan kardeşi Mic’e seslendi. “Hadi, uyan, şu salağı ıslatatalım.” Dic’i birlikte “ıslattılar” ancak, Dic’in bilinci açık değildi. Mic, “Dostum, benim buna bir Silvester yapmam lazım.” dedi. Max’ın anlamsız bakışları altında kardeşinin ağzını ağzına verip, ona nefesini üfledi. “Farkındayım, güzel bir İngiliz fahişesi gibi gözükmüyorum, ama ne bok yediğimi biliyorum. Meksika’da o kadar süre boş durmadım tabi. Hadi birader, ayaklarını kaldır şunun,” Max bu gece duyduğu tek medeni ve kendi duygularından gelmeyen buyruğu itaatkâr bir biçimde yerine getirdi.

Bölüm 2: Ev

“Haydi bayan Philson, burada koca aç bir çakal sürüsü senin bize sunacağın ziyafeti bekliyor.” Bay Jezebel keyifli bir şekilde, yıllardır mırıldandığı şarkıyı mırıldandı “Tanrı sizi onurlandırır, güzel bakireyle, yemekler sizi gururlandırır, afiyetle…”

Akşam güneşi ufukları kızartmakla meşguldü. Barlarının üst katında kaldıkları, Bay Jezebel’in malikanem dediği ahşap evin yemek salonunda, 6 adet doyurulacak boğaz vardı. Bay Jezebel sofranın başında oturmuştu. Karşısındaki sandalye boştu. Oğulları Max ve Mic yan yana, Bayan Philson ise Dic ile birlikte, Max’lerin karşısına oturmuştu. Yarı karanlık oda birkaç mum ile aydınlanıyordu. Masada ağır bir tavuk ve Bay Jezebel’in Türk tütününün tatlı-acı kokusu vardı.

Bayan Philson kambur sırtına ve sürekli anlaşılmayacak şeyler mırıldanarak haşlanmış tavukları tabaklara servis etmekteydi. Bay Philson veya Bay Jezebel, neşeli biçimde tavuktan büyük bir parça koparttı ve ağzına tıktı, iri vücudundan beklenmez şekilde nazikçe mendiliyle sakallarına akan yağları sildi, camgöbeği gözleri neşe içindeydi. İçinde tarifsiz bir mutluluk vardı.

“Gerizekalı Jackson, hadi oğlum. Koş buraya gel yoksa tavuğunu köpeklere atacağım,” Bay Jezebel ayağa kalkıp pencereye doğru yaklaştı, kendi kendine “Sanki köpeklere atsam sorun olacakmış gibi, ne aptalım, gider onlarla yer bu manyak.” Sonra sesi yükseldi, “Beyinsiz, gel buraya hemen, İsa’ya lanet olsun ki, o gün seni yapacağıma Kiliseye gidip pedere birkaç yeşillik bayılsam çok daha iyi ederdim.” Jackson, elinde köpek yavruları ile büyük ahırın birkaç adım önünde bön bön babasına bakıyordu. “BEYİNSİZ, BIRAK ŞU ENİKLERİ, MASAYA GEL HEMEN!” Jezebel sofraya tekrar oturdu. Neşesinden bir şey kaybetmemişti.

“Jezebel, bulaşma şuna, daha aklı ermiyor,” dedi bayan Philson. Kocasının oğluna bağırmasından pek memnun değildi, “Ben söyledim köpeklerle oynamasını, onlardan kurtulmadan önce bir veda etsin, bütün yaz onları büyütmekle meşguldü biliyorsun.”

Bay Jezebel toparlak suratıyla düşünceli biçimde karısına doğru baktı “Bugün buraya gelecek uğursuz herif, Topal Kızılderiliyi diyorum, ismi neydi..”

“Ailson, baba.” dedi Dic. “Ailson mı, hiç güleceğim yoktu. Tanrıtanımaz herif ne güzel isim bulmuş kendine.” Jezebel gülerken göbeği titriyordu. “Oturan boğa, kaçan kuş, deli kartal ve Ailson ismi he, ilerlemeye şahidiz değil mi? Her neyse oturan, kalkan bir şeyler yapan Ailson’a bir çeyreklik ver ki, bir daha işimiz düşerse yüzümüz olsun.”

Bayan Jezebel içini çekip “Tamam.” dedi. Bir sessizlik oldu. Her ne kadar köpeklerden kurtulmak bir gereklilik olsa da, vicdan bugün çok uzaklarda değildi.

“Her neyse, bugün neşemi kaçıracak bir şey istemiyorum,” tavuktan bir parça daha attı, ağzında çevirmeye başladı, ancak siniri tekrar nüksetti “Lanet olası karı, şu aptal oğlanı artık şımartma. Benim elime bıraksan; senin eline bir kemik torbası veririm. Aptal oğlana kalsak her yeri kuduz itlerle doldurur, bize de yamyam gibi birbirimizi yemek kalır. Bugün bana karşı çıkmaya çalıştı. Korkmadım tabii, ama şu delilerden, kızları boğan delilerden biri gibi olmasından korktum. Ne cüret ama? Bana karşı çıkması,” karısını doğru baktı, “Aynı Sebastian dayınız.” Sesi inceldi, cebinden bir sigara çıkarıp odayı aydınlatan şamdanı eline alıp onunla sigarasını yaktı. “Eğer güzel yemek pişirmeseydin seni çoktan boşayıp şu tanrının ne belası Kiliseye bağlı göçmen Meksikalı piliçlerden alırdım,” dedi, mendille ağzını bir kez daha sildi, “Neyse, siktir edin. Size çok güzel haberlerim var.”

Boğazını temizledi. Sigarasından derin bir nefes çekti. Bu arada Jackson odaya girmişti. Jezebel o yokmuş gibi onun oturduğu yere doğru baktı. Çamur içindeki gömleğiyle karşısında oturan oğlu hırpani görünüşüyle, yere bakan gözleriyle hiç kendine benzemiyordu. Kaşları çatıldı. Dumanını Jackson’un oturduğu sandalyeye doğru üfledi. Ancak keyfi yerindeydi, kaşları tekrar neşeyle alnında yayıldı. “Evlatlarım zengin olacağız, hem de şarkılara konu olacak şekilde.” dedi ailesine bakarak.

“Ne zengini…” Max yarım saattir sofrada babasının otorite şovuna sessiz bir tanıklık etmiş şimdi de lafı ağzına tıkılmıştı. “Ne zengini mi? Ben size zengin olacağım diyorum, ne zengini diyor, tanrım, bu çocukların hepsi senin akrabalarına benzedi herhalde Bayan Philson.” Sigarayı tabağında, henüz daha yarısı içilmiş biçimde söndürdü.

“Bugün şu yan taraftaki boş arazide kamp yapan nazik beyefendileri bara davet ettim. Çok büyük bir kafile, çok önemli adamlardan oluşuyorlar, ta Avrupa’dan mühendislerle, madencilerle gelmişler. Kendilerine yatırım yapılabilecek şeyler arıyorlar.” Ayağa kalktı, oturduğu sandalyenin arkasına geçti ve sandalyenin sırtlığını tuttu. Bir masal kahramanı gibi gözüküyordu.

“Her neyse, laf lafı açtı. Planlarından, projelerinden konuştular. Batı yakasında yaptıkları yatırımlardan, madenlerden, fabrikalardan… Yani para edip, insanı sığır boku temizlemekten, bir doları bile olmayan maceracı manyaklardan para beklemekten kurtaracak her şeyden. Tabi aklım kuvvetlidir benim. Size benzemez. Beyinsizler.” Bir sigara daha yaktı, “Yanlarındaki bücür zenciye biraz biraz harçlık verdim. İçmeyi çok seviyordu. Kafile gitti, bu bücür herif aşağıda kaldı. Ona ne büyük, ne asil bir millet olduklarından, babamın onlar için İç Savaş’ta Birleşik Devlet’in ordusunda köleci manyak Güneyliler’e karşı savaştığından bahsettim. Salak herif bana güvendi ve bana inandı. Sonra ağzından, burada hangi tilkiliklerin peşinde olduklarını kaçırdı. Bizim şu eski taş madeninde çok yüksek miktarda gümüş varmış, beyinsiz yaratık paylaştığı sırrın 3 kadeh viski ve 2 dolardan çok daha değerli olduğunu bilmiyor. Bunlarda akılları sıra yaşlı bunak Yahudi Kaufmann’dan madeni ucuza kapatacaklarmış,” kendini onlara inandırmak ve ikna etmek için oğullarına baktı, “Gümüş varmış diyorum, aptal hayvanlar. Hepimizi kurtaracak kadar hemde.” Kendini sandalyeye attı.

Max daha fazla sessizce oturamadı. “Ne gümüşü, ne madeni sapık herif, biz oraya en az 3 kere maden mühendisi getirip ölçüm yaptırmadık mı?” dedi, sesi titredi, “Hep macera peşindesin baba. Kendini hâlâ Gold Rush zamanlarında hissediyorsun. Derelerden altın akan, yerlilerin saklandığı mağaralarda gümüş bulan dağ adamlarının çağında,” ayağa kalktı, “Sana bir şey diyeyim mi ihtiyar herif, günaydın, o günler geçeli neredeyse çeyrek asır oluyor.”

Bay Jezebel hiddetlendi. “Seni mahvederim,” sandalyesinden bir hışımla ayağa kalktı. “Seni öldürürüm hain şerefsiz, bütün Redding dağlarında, gümüş çıkmıyor mu, ah akılsız oğlan,” Mic araya girdi, Bay Jezebel’den sert bir tokat yedi, “Dünkü boka bak. Sen daha ananın memesinden süt içiyorken ben maden bulup, komisyonsuz para kazanıyordum.” Jackson ürkekçe babasını sandalyesine oturtmaya çalıştı. Ama babası fıçı gibi olan bedeniyle oldukça azametliydi, şişman bir erkek domuz gibi. “Çek ellerini üstümden hayvan.” Jackson’ın mengene gibi sıkılmış ellerini zorla açtı, alnına bir yumruk geçirdi ve kendini ayırmaya çalışan ortanca oğulları olan Dic’den kurtuldu. “Hepinizi Alaska’ya sürmek lazım, ancak orada bir efendi bulursunuz götünü silecek, sizinde yaltaklanacağınız. Nankörler.” Tabakta kalan tavuğu hâlâ sandalyesinde bir kara gölge gibi oturmakta olan Max’e fırlattı, tavuk havada yağlarını saçarak Max’in çiçek bozuğu asık suratına çarptı. Jezebel’in içi, oğlunu kafasından bir tavukla vurduğu için sıcak bir mutlulukla kaplanmıştı.

Max sinirli bir fırtına gibi ayağa kalktı, kolunun yenleriyle suratını sildi, kimseye bakmadan mutfaktan çıkmak üzereydi ancak durdu ve sofraya doğru döndü. “Anne yemin ederim, eğer beni bir daha bu saf yaşlının bulunduğu yere sokarsan, buralardan siktir olur giderim,” yüzü ekşimişti, üzerine su dökseniz kızmış bir kömür sobası gibi tıslardı, “Senin gibi kumarbaz, saygısız, karısının malına çökmüş bir babam olacağına keşke hiç doğmasaydım,” dedi, merdivenlerden indi ve arka kapıdan dışarıya çıktı. Babası hâlâ arkasından küfürler ediyordu. Adeta köpürmüştü. Mic ve Jackson önce ne yapacaklarını bilmeyen analarından ayrılmış buzağılar gibi kalakaldılar sonra, peşi sıra ağabeylerinin arkasından dışarıya çıktılar. Onu yalağın üstünde sigara sararken buldular.

Max, “Ne oldu, bugün “babamıza” karşı çıkabilecek cesareti bulabildiniz mi yoksa?” dedi. Sigarayı ağzına koydu, yakmadı, yakmayı unutmuştu, sigarayı unutmuştu, bir öfke nöbetinin içindeydi. “Belki kıçınızı açıp, eski günlerdeki gibi birkaç şaplak geçirir.”

“Boş ver dostum.” dedi Mic yalağın diğer tarafına oturdu. “Bu ihtiyarın önüne geçmemize, onla didişmemize gerek yok, artık yaşlandı. Ee ayrıca biliyorsun, annemin üstüne olan bir araziyi takas edemez, buna yetkisi yok. En iyisi onun yoluna gitmek, onu oyalamak olur.”

“Bana, bak onursuz herif,” Max Mic’in çenesini tuttu, “Beni iyi dinle.” Ağzında sigarası ile bir vodvil karakteri gibiydi. Gömleğinden tavuk yağları ve suları damlıyordu. Jackson ise onları dinlemez biçimde, çoktan odağını kaybetmiş, keskin kahverengi gözleriyle ineklere bakmaktaydı.

“Dokuz yaşımdan beri bu aptal adamın bütün kaprisini ben çekiyorum. Götünü ben topluyorum. Ve biliyor musun, karşılığında elime ne geçiyor?” Mic’in çenesini bıraktı “Daha fazla kapris, daha fazla aptallık. 27 yaşıma girmeme 4 ay kaldı. Elimde 10 dolardan fazlası yok.” Sigarayı hatırladı, ceplerini yokladı. Kav’ı kalmamıştı. Sigarasını cebine koydu. “Siktiğimin çiftliği.” dedi.

Üst kattan bir arbedeyi andıran sesler geldi. Bir çift tokat, geviş getiren orkestranın sesini böldü. Bay Jezebel bir ayı gibi sesler çıkararak aşağı indi. Hiddetle Max’e baktı. “Dinle beni hain evlat, bugünden tezi yok, buralardan toz oluyorsun. Artık kendine bakacak başka bir baba bulursun.” Max yukarıdaki arbededen memnun gibiydi, “Ne oldu, yine annemi falan mı dövdün, yoksa, dur tahmin edeyim,” yüzü alaycı bir gülümseme ile parıldadı, “hıncını kardeşlerimden mi çıkardın?” Bay Jezebel bir Goliath gibi yükseldi. Turuncu ve pembe gökyüzünün altında kızgınca soluyan bir boğa gibiydi. Suratı asıktı. Ancak bir anda gülmeye başladı. Hem de katılarak. Göbeğini tuttu. Yerlere kadar eğildi. “Aynı benim gençliğimsin, ağzın, yüzün, isyankarlığın, bir milden anlaşılan çopur İrlandalı kafan, anan kadar Fığansığzz olmaman, sen küçük bir bay Jezebelsin.” dedi, gülmesi dindi, “haydi Jezebel Junior, artık toz ol, yaşa maceralarını, kitaplar yaz yazar bozuntusu. Frengili kızlarla yataklara düş, yola koyul, tren berilerinde konakla, Birleşik Devletler’i dolaş dur. Ama şunu sakın unutma, ayağın her takıldığında ben aklına geleceğim. Bütün dinginlik anlarında ben olacağım. Haydi, au revoir tatlım.”

Önlerinden bedeninden beklenmeyecek kadar hızlı bir şekilde geçti ve barın kapısına doğru yöneldi. Ancak içeriye girmedi. “Jackson, annen bütün günler İsa üzerine yemin ettirse de, artık kocaman bir adam olduğun için bunu bilmen lazım oğlum. Artık eline tüfek versem sende o İngilizlerin birkaç saatte ilkelleri temizledikleri ordularına katılabilirsin. Bu arada, o adam, oturan, kalkan veya her ne bok yiyorsa, köpekleri Kızılderili köyüne götürmüyor, derede boğuyor. Tamam mı, akıllı oğlum, onları boğuyor hem de bir çuvalın içinde.” dedi, elleriyle oğluna reverans yaptı ve keyfili bir biçimde bara girdi.

Jackson aldırmaz gözlerle baktı. Sırıttı. Sadece kendisinin duyabileceği bir sesle “Siktir.” dedi.

Bölüm 3: Şafak

Dic kendine gelmişti. Annelerini yıkıntının arasından çıkarmışlardı. Sol kolu kırık gibiydi ama şans eseri öne doğru çöken üst kat, içkileri sakladıkları küçük mahzenin oldukça ötesinde olduğu için, annelerinin bir yanı yanmamıştı. Anne tatsız tatsız ağlar biçimde mırıldanıyordu. Babasından kalma ve kardeşleri ile büyüdüğü, büyük umutlarla evlenip yerleştiği, çocuklar yetiştirdiği çiftlik yerle bir olmuştu.

Max geceleyin kardeşlerini ve sonra annesini kurtarmıştı. Ancak küçük kardeşi Jackson’ı bulamamıştı. Babasını ise, yarısı kömür olmuş halde bir ölü olarak bulmuştu. Bar da uyuması ve bayılana kadar içki içmesi, ölümüne sebep olmuş gibiydi. İçinde tuhaf hisler vardı bu sahneyi görünce. Üzüntü gibi değil, intikam gibi değil. İnsanı akşamdan kalma gibi yapan, midesini bir deniz gibi dalgalandıran duygular.

Büyük abileri Ian, Reddings’ten atlı itfaiyeyi getirdiğinde binalar çoktan çökmeye başlamıştı. Daha sonra civar çiftliklerden insanlar atlarıyla geldiler. Ahırı söndürdükten daha doğrusu yıkıntılarını temizledikten sonra, ahırın içinde kalan kuyuya ulaşmışlar ve elden ele kovalarla binaları söndürmeye çalışmışlardı. Bu ise saatler sürmüş, ancak içlerinde kaldıkları binayı, ahırı, kümesi, domuz ağılını söndürememişlerdi. Söndürdükleri şey çeşit çeşit yanık eşyayla, tütmüş şeyler olmuştu. Daha sonra Ian liderliğinde bir kafile atlarla süvarileri andıran bir birlik kurmuş, kaybolan hayvanları bulmak için araziyi taramışlardı.

Öğleye doğru yardıma gelenler evlerine gittiler. Philson ailesi babalarını bir çarşafa sardı. Ceset iğrenç bir yanık kokusu yayıyordu, o yüzden ayakta kalan tek kulübeye, ardiye kulübeye koydular.

Yere serdikleri örtüde, gelenlerin getirdiği şeylerle öylesine bir kahvaltı yaptılar.

Ian’ın gelmesiyle geleceklerini konuşmaya başladılar. Yangını kimin çıkardığını bilmiyorlardı. Belki Bay Jezebel, çiftliği yanlışlıkla yakmıştı. Ancak, bütün binaları yanlışlıkla yakması mümkün değil gibiydi. Bu ihtimalden sonra, arazilerinin yakınındaki kafileyi düşündüler, ancak Reddings’ten gelen yüzlerce insanla, bu kafileye şöyle bir gözüktüklerinde, adamların basit düzenbazlar olduklarını anladılar ve bu ihtimalde alkol zerreleri gibi hemen havaya karıştı. Tek mantıklı ihtimal Jackson gibiydi.

Sonra başka konular açıldı. Cenaze’nin nasıl düzenleneceği, hayatta kalan ve bulunan bir düzine hayvanın ne yapılması gerektiği, Bayan Philson’a kimin bakacağı…

Sonra konu, her nasıl olduysa arazinin bir kısmının satılması, hayvanların Ian’a devredilmesi gibi bir noktaya geldi.

Max Ian’a tek söz bile etmeden cebinde 9 dolar 25 cent ile Reddings’e, ayaklarına uymamış babasının yangından çıkan pek giyilmemiş deri çizmeleri ile yürüdü. Ceplerinde yazdığı öykülerle, trenle büyük bir şehre gidip bir çamaşır yıkayıcısı olmak ona hayatı konusunda yardımcı olabilirdi.

Bölüm 4: Gece

Jackson saman balyalarını bara doldururken aklında sadece hırçın yeşillikler ve masmavi dereler vardı. Viskilerin, cinlerin, romların, puroların olduğu mahzene doğru ispirto yağı dökerken, Yumuşak Ayak’la buluşacakları tek çamı hayal ediyordu. Hayvanları ahırlarından çıkarırken, heybesindeki elmaları, haşlanmış yumurtaları ve peksimetleri düşündü. Bayağı zaman dayanırlardı herhalde. Rüyalarını düşündü. Dağlara bir çılgın gibi tırmanan dağ keçilerini düşündü. Ailsonla dostluğunu düşündü. O da kendi gibiydi. Bir yabani.

Sonra sağ yanına astığı heybesine köpek yavrularını, Yaramaz’ı, Fare’yi, Azgın’ı ve Şanslı’yı koydu, koyarken de hepsini teker teker öptü. Heyecanla kuyruklarını sallıyorlardı. Heybenin içinde küçük bir davul takımı gibi. Kara Oğlan’a atladı, en sevdiği attı.

Alevlerin sisleri yükselirken, Yumuşak Ayak, “Bay Ailson”la buluştu. Sarıldılar. Atlarını karanlığa sürdüler.

Çiftliğe son bir kez bakarken, aklına tavukların kümesini açmadığı geldi. Kahverengi gözlerinin tekinden bir ıslaklık gömleğine aktı. Gözyaşından daha ağırdı. Ama sonra keyiflendi. Kesilen inekleri, domuzları, tavukları, köpekleri kurtarmıştı. Kendisini bir sinek gibi ezen, hayatı boyunca nefret ettiği ailesini kurtarmıştı. Aylardır ve belki yıllardır aklında olanı yapmıştı. Bundan çokça vazgeçecek gibi olmuştu. Ailson ona sadece kaçmasını önermişti. Aklında normalde sadece gitmek vardı. Ancak babasını kendi kusmuğunda barda uyurken gördüğünde, kalbinin derinlerinde uyanan bir canavar, sımsıcak bir alev gibi aklını dumanlamıştı.

Atını gecenin rüyalarında sürerken, rüyalarında gördüğü gibi bozkır kurdu onlara eşlik ediyordu. Annesi onu çağırıyordu, bütün yeşiller, sarılar ve maviliklerle.

Atını dağlara sürdü, o günden itibaren, imi timi belirsiz oldu.

İbrahim Cihan Demirkol

Join the discussion at Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.