Yaşlı doktor sakince masasındaki kâğıtları incelerken, karşısındaki koltuklarda oturan adamla kadın endişeyle doktoru izliyorlar, arada bir de “Ne diyecek acaba,” diye soran gözlerle birbirlerine bakıyorlardı. Neden sonra top sakallı doktor bir belgenin yanına bir not alıp gözlerini karşısındaki çifte yöneltti.
Sakin bir ses tonuyla “Şu an için endişelenecek bir durum yok,” dedi. “Arkadaşlar gerekli tetkikleri yapıp bir rapor hazırlamışlar. Görebildiğim kadarıyla kızınızın, stres kaynaklı ufak çaplı bir travma geçiriyor olması kuvvetle muhtemel.”
Doktorun sözleriyle karı kocanın içine biraz olsun su serpilmişti. Kadın hemen atıldı: “Görebilir miyiz?”
“Kanaatimce şu aşamada sizi görmemesi kızınızın menfaatine olacaktır. Endişe içerisinde olduğunuzun farkındayım ancak bir süre daha sabırlı ve metin davranmanızı tavsiye edeceğim. Unutmayın ki bu söylediklerim iyileşme sürecini hızlandırabilmek için.”
Kadının gözleri dolar gibi olduysa da gözyaşlarına hâkim olmayı başardı. Adam “Peki sizce bu durumun sebebi ne,” diye sordu. “Yani bugüne dek buna benzer bir şey yaşamamıştı hiç.”
“Ben de bu hususa gelecektim zaten. Müsaade buyurursanız kızınızın geçmişiyle alakalı bir takım sualler yöneltmek isterim.”
“Tabii ki,” dedi adam. O an doktor kendisinden sağ kolunu kesmesini istese muhtemelen onu da yapacaktı.
“Öncelikle öğrenmek istediğim kızınızla en son ne zaman görüştüğünüz.”
“Yüz yüze mi?”
“Evet.”
“En son Şubat tatilinde gelmişti yanımıza. Yani yaklaşık iki iki buçuk aydır yüz yüze görüşmüyoruz,” diye yanıtladı adam.
“Ama en az haftada bir kez konuşuruz telefonda,” diye atıldı kadın. “Aslında kızmayacağını bilsem her gün ararım ama ‘Ben artık çocuk değilim, devamlı beni kontrol etmenize gerek yok,’ diyor.”
“Anlıyorum,” dedi doktor ve önündeki kâğıda birkaç kelime karaladı. “Peki en son telefon görüşmeniz ne zamandı?”
Kadın kısa bir süre düşündükten sonra “Dört gün… Yok, yok, beş gün önceydi,” diye cevap verdi. “Dün bütün geceyi yollarda geçirdik. Günleri de karıştırıyorum artık.”
“Telefon görüşmenizde size nelerden bahsetti? Tuhaf bulduğunuz bir hususa değindi mi?”
“Yoo… Her zamanki şeyleri anlattı işte. Derslerinden bahsetti, sınavlarından bahsetti. Bir sınavı biraz kötü geçmiş galiba, ona biraz canı sıkkındı. Son birkaç gündür devamlı yağmur yağdığından bahsetti. Kardeşini sordu. Bir de ev arkadaşından bahsetti.”
Doktor bu kez önündeki kâğıda birkaç cümle yazdı. “Geçmişte sinir buhranı veya buna benzer bir durum yaşamadığını söylemiştiniz zaten.”
“Hayır,” diye karşılık verdi kadın. “Hiç öyle bir şey olmadı.”
“Küçükken başına darbe aldığı bir kaza geçirdi mi?”
“Hayır, geçirmedi,” dedi kadın.
“Bir keresinde bisikletten düşmüştü ama onda kolunu incitmişti sadece,” dedi adam önemli bir bilgi veriyormuşçasına bir ifadeyle.
“Peki çocukken hiç hayali arkadaşları var mıydı kızınızın?”
Karı koca birbirleriyle bakıştılar. “Yoktu bildiğim kadarıyla,” diye yanıtladı kadın. Gözleri endişeyle irileşmişti.
Doktor notlar almayı sürdürdü. “Büyük bir sıkıntısı olsa sizle paylaşır mıydı?”
“Paylaşırdı sanırım.” Kadın biraz durakladıktan sonra “Liseye giderken hoşlandığı bir çocuk vardı,” dedi. “Onu başka bir kızla gördüğünde çok üzülür, gelip bana anlatırdı. Sanırım bir derdi olsa çekinmezdi bana anlatmaktan.”
Doktor iki kelime daha yazıp kalemini masaya bıraktı. “Benim soracaklarım bu kadar. Sizin başka bir sorunuz varsa yanıtlamaktan memnuniyet duyarım.”
“Ne zaman görebiliriz kızımızı?”
“Şu an için kesin bir süre vermem olanak dışı. Öncelikle kızınızın durumunu bir de ben incelemek isterim. Ancak şu esnada çok uzun bir tedavi süreci olacağını zannetmiyorum.”
“Yarın gelsek mi tekrar? Belki iyi bulursunuz durumunu da görüşmemize izin verirsiniz?” Kadının sesi yalvarır gibi çıkmıştı.
“Size tavsiyem gidip biraz dinlenmeye çalışmanız. Yol yorgunusunuz. Hem stres, hem yorgunluk vücudunuzu bitap düşürür. Unutmayın kızınızın yanında durabilmek, ona destek olabilmek için sıhhatli olmanız gerekir. Bugün dinlenin, yarın öğleden sonra uğrayın tekrar. O vakit size görüşlerimi bildiririm.”
Kadınla adam ayağa kalktılar. Adam ceketinin cebinden kartvizitini çıkartıp doktora uzattı. “Buyurun, doktor bey. Cep numaram yazıyor. Acil bir durum olursa aramanızı rica edeceğim. Telefonun çekmemesi ihtimaline karşı arkaya kaldığımız otelin numarasını da yazdım.”
Aldığı karta kısa bir bakış attık sonra önlüğünün cebine soktu. Adamın elini sıktıktan sonra çifti kapıya kadar geçirdi. “Müsterih olun. Kızınız gayet emin ellerde.”
* * * * *
Karşısındaki sandalyede oturan, yirmili yaşların başındaki genç kızı tepeden tırnağa bir süzdü önce. Kızın yeşil gözlerindeki ifade “delilikten” ziyade “şaşkınlık”tı. Karşısındaki bembeyaz saçlı, yaşlı doktordan çok, içinde bulunduğu odayı inceliyordu. “Nerede olduğunu biliyor musun, kızım,” diye sordu doktor babacan bir tavırla.
Kız olumlu manada başını salladı. Birkaç saniye sonra da “Tımarhanedeyim,” diye ekledi.
Doktor küçük bir kahkaha attı. “Biz öyle demiyoruz, evladım. Burası sinir ve ruh hastalıkları hastanesi.”
Kızın yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi. “Tezgâhtarlara da ‘satış danışmanı’ diyorlar ama bu, yaptıkları işi değiştirmiyor.”
Doktor bu kez daha uzun bir kahkaha attı. “Bu kızdan hoşlandım,” diye geçirdi içinden. “Kendini nasıl hissediyorsun?”
“Moral olarak berbat. Ama fiziksel açıdan fena değilim. Gerçi biraz boğazım acıyor. Tahriş olmuş gibi sanki.”
“Neden burada bulunduğunu biliyor musun?”
“Delirdim çünkü. Pardon, sinirsel ve ruhsal bir problem yaşıyorum.” Gözlerini birkaç saniyeliğine tavana dikti. “Aslında bunun olabileceğini tahmin ediyordum. Korktuğum şey başıma geldi.”
“Nasıl tahmin ediyordun?”
“Normal insanların görmüyor olması gereken şeyleri görüyor, yaşamıyor olması gereken şeyleri yaşıyordum.”
“Buraya nasıl geldiğini hatırlıyor musun?”
Kız bu kez “Hayır” anlamında başını salladı. “Evden buraya nasıl geldiğimi, daha doğrusu nasıl getirildiğimi hatırlamıyorum. Doğrusunu isterseniz en son okuldan çıkıp eve geldiğimi, mutfakta kendime yiyecek bir şeyler hazırladığımı hatırlıyorum. Bir noktada kendimi kaybetmişim sanırım. Kendime geldiğimde kollarımı bağlayan o malûm gömlek giydirilmiş hâlde, her yanı tamamen yastık kaplı bir odaya tıkılmış olduğumu fark ettim.”
“Peki kendini kaybetmeden önce son anımsadığın son şey nedir?”
Kız gözlerini sımsıkı kapadı. Sanki hatırlamak istediği şeyi tam olarak zihninde canlandıramıyordu.
“Pekâlâ, evladım,” dedi. “Şu an buna muktedir değilsen o hususa daha sonra değiniriz. Madem sondan başlayamıyorsun, o zaman baştan başlayalım.”
“Ne kadar baştan başlayayım?”
“Sen ne kadar baştan anlatmayı münasip görürsen.”
“Tamam,” dedi kız yüzünde muzip bir ifadeyle. “Bundan yaklaşık yirmi iki yıl evvel, elektriklerin kesildiği, soğuk bir kış gecesi annem ve babamın birbirleriyle fazla yakınlaşmaları sonucu…” Doktorun yüzündeki şaşkın ifadeye bakarak bir kahkaha patlattı. “Anlatmaya devam etsem dinleyecek misiniz?”
“Elbette kızım. Ben dinlemek için buradayım.”
“O zaman sizi fazla sıkıntıya sokmayayım ve bizi asıl ilgilendiren konulara gireyim. Her ne kadar o tabiri kullanmam hoşunuza gitmese de ‘deliliğime’ sebep olan olayların başlangıcına.
Bundan yaklaşık iki ay falan önceydi. Emin değilim tam, sanırım yaşadığım ilk olay buydu. Gece saat bire kadar ders çalışmıştım. Yatıp bir yarım saat kadar da kitap okudum. Gözlerim kapanmaya başlayınca da ışığı söndürdüm. Birkaç dakika sonra bir uğultu, nasıl desem… bir vınlama duymaya başladım. Ama sanki sesi kulaklarımla duymuyordum da kafamın içinde hissediyordum. Ve bu vınlama giderek arttı. Vücudum kaskatı kesilmişti, kıpırdayamıyordum. Vınlama artmaya devam ediyordu. Bunun sonunda kötü bir şey olacağını düşünüyordum. Çok korkmuştum. Kalbim deli gibi atıyordu. Yapabildiğim tek şey vücudumdaki bütün kasları mümkün olduğunca kasmaktı. Vınlama arttı, arttı, arttı ve sonrasında yavaş yavaş azalıp kesildi. Yattığım yerden, kutuyu açınca dışarı fırlayan kuklalar gibi fırlayarak kalktım. Hemen ışığı yaktım. Ne görmeyi bekliyordum bilmiyorum ama etrafıma bakındım. Tabii ki hiçbir şey yoktu. Yatağa oturdum. Aylar önce bir dergide halk arasında ‘karabasan’ diye bahsedilen bu durumun aslında ‘uyku felci’ denen tıbbi bir olgu olduğunu okumuştum. Nefes nefese bunu düşünüyor, başıma gelenin bu olduğuna kendimi inandırmaya çalışıyordum. Aslını isterseniz başarılı da oldum. Yani başka ne olabilirdi ki? İnanmıştım inanmasına ama o gece bir daha uyumam mümkün olmadı.
Sabah olunca, artık üstünden saatler geçmiş olmasından mı yoksa ortalığın aydınlanmasından mı bilemiyorum, gece yaşadıklarım o kadar da korkutucu gelmemeye başladı. Kahvaltıda Zühyan’a anlattım gece yaşadığım macerayı. Yatmadan önce ne yaptığımı sordu bana. Bu arada Zühyan benim ev arkadaşım. Ders çalıştığımı, sonra da biraz kitap okuduğumu söyledim. Ders çalışırken bir şeyler atıştırıp atıştırmadığımı sordu. Ben de elma yediğimi söyledim. Uyku esnasında metabolizmanın yavaşladığı, dolayısıyla vücudun sindirim işlemini gerçekleştirirken zorlanabildiği gibi bildiğim şeyleri tekrarlayıp uykuya yatmadan en az iki saat öncesinde yemek yemeyi bırakmamı tavsiye etti.
O gün hafta sonu olduğu için okul yoktu, evdeydim. Gece uyuyamadığım için öğlene doğru gözlerim kapanmaya başladı. Ancak… nasıl desem? Korkmak değil de… uyumaya çekiniyordum. Ben de yastığımı yorganımı alıp salondaki kanepeye yerleştim. Yatmadan önce de Zühyan’dan mümkünse yaptığı işe salonda devam etmesini rica ettim. Kitap okuduğunu, ben uyurken başımda seve seve nöbet tutabileceğini söyledi gülerek. Ben üçlü koltuğa yayılırken o da kitabını alıp karşımdaki ikili koltuğa uzandı. Ben de huzur içinde uykuya daldım.”
Genç kızın anlattıklarını sakalını sıvazlayarak, arada bir de notlar alarak dinleyen doktor kızın susması üzerine “Bana biraz ev arkadaşından bahseder misin,” diye sordu.
“Neyinden bahsedeyim?”
“Kim olduğundan, nasıl biri olduğundan, nasıl tanıştığınızdan.”
“Tamam ama önce biraz su alabilir miyim?”
Doktor, odanın uzak köşesinde bekleyen iri yarı hastabakıcıya işaret etti. Hastanın seans esnasında kontrolünü kaybedip doktora saldırması ihtimalinde müdahale etmek için bekleyen adam dışarı çıktı. Kısa bir süre sonra tekrar içeri girdi. Plastik bardağı masaya, kızın önüne bıraktı. Kız suyu tek dikişte içti. Elindeki boş bardağı inceleyerek “Sanırım plastik bardak kullanmanız, tasarruf tedbirlerinden kaynaklanmıyor,” dedi.
Gülümseyen doktor hastabakıcıya “Sen çıkabilirsin,” dedi. Hastabakıcı emin olup olmadığını soran bir ifadeyle doktorun yüzüne baktı. Doktor, emin olduğunu belirtir bir şekilde başını salladı. Odadan çıkmadan önce doktordan çok kıza hitaben “Kapının önündeyim, Doktor Bey,” dedi. “Bir şeye ihtiyacınız olursa seslenin, duyarım.”
Hastasıyla baş başa kalan doktor “Evet,” dedi. “Arkadaşından bahsedecektin. İsmiyle başlayabilirsin. Tuhaf bir ismi varmış doğrusu. Gayri Müslim mi acaba kendisi?”
“Hayır,” dedi Berna. “İranlı. İsmi de Farsça.”
“Anlamı nedir acaba?”
Gülerek “Bunu ben de merak ettim tanıştığımızda,” dedi. “Biraz da alay ederek ‘Her ismin bir anlamı olmaz,’ demişti. ‘Ayşe’nin Fatma’nın bir anlamı var mı?’”
“Peki bu isminin bir manası olmayan hanım kızla nasıl tanıştınız,” diye sordu doktor bıyık altından gülümseyerek.
“Ocak ayının başlarıydı. Garip bir biçimde bahar havası vardı. Öğlen arasıydı. O gün pek yemek yemek istemiyordu canım. O yüzden yemekhaneye gitmeyip kantinden kaşarlı tost yaptırıp kemire kemire kampusun bahçesinde dolaştım biraz. Hava çok güzeldi. Gerçekten bahar olsaydı kendimi çimenlerin üzerine atardım. Ama aslında kışın ortasında olduğumuz için yerler çamurla kaplıydı. Tenha bir yerde bir banka oturdum. Çantamdan kitabımı çıkarıp okumaya başladım. Ama bir türlü tam olarak kafamı veremiyordum. İki üç satır veya bir paragraf okuyor, sonra aslında okuduğumdan bir şey anlamadığımı fark edip tekrar başa dönüyordum. Bir hafta öncesinde erkek arkadaşımdan ayrılmıştım. Aklım devamlı o konudaydı. Üzüldüğümden falan değil. Şimdi bir kez daha uzun uzun anlatıp sinirlerimi bozmak istemiyorum ama salakça kıskançlıklarını iyice abartmıştı. Öyle ki beni izlediğim filmlerden kıskanıyor, artık ilgisiz davrandığımdan bahsediyordu. En sonunda tartışıp ayrıldık. Arayıp özür dilese muhtemelen affederdim ama çok inatçıdır. Aramadı. Ben de aramadım. Ama bir türlü düşünmeden edemiyordum. Hatta ara sıra çantamdan çıkarıp cep telefonuma bakıyordum, belki aramıştır da duymamışımdır diye.
Yüzüme hafif hafif vuran güneşin altında, bir sayfa bile çeviremeden yarım saat kadar oturmuştum. Onu düşünmemeye çalıştıkça daha çok aklıma geliyordu. Aslında kız kıza dertleşebileceğim, samimi bir arkadaşım olsa, içimi dökmüş olsam belki biraz daha huzurlu olacaktım. İstanbul’da ikinci yılım olmasına rağmen pek yakın arkadaşım yoktu. Okuldakilerin çoğuyla merhabamız vardı ama hiçbirini samimiyet kuracak kadar yakın bulmamıştım. Memleketteki arkadaşlarımla da eskisi gibi sık görüşemiyordum. Aklımdan bunlar geçerken arasına parmağımı soktuğum kitabımı dizlerimin üstüne koydum, başımı biraz geriye attım ve gözlerimi kapayarak yüzümü güneşe çevirdim.
Sanırım birkaç dakikalığına içim geçmiş. Önce yüzüme vuran güneşin kesildiğini hissettim. Ardından birisinin ‘Yatak odasında yapılanı daha mı farklı oluyormuş,’ diye sorduğunu duyup gözlerimi açtım.”
Doktor “Son cümleni anlayamadım,” dedi.
“Elimdeki kitabı kastediyordu. Sade’ın ‘Yatak Odasında Felsefe’si. Karşımda benim yaşlarımda bir kız vardı. ‘Yatak odası özel bir yerdir,’ diye cevap verdim. ‘Her şeyin yatak odasında yapılanı daha farklıdır.’ Ardından bankta yanıma oturup oturamayacağını sordu. Ben de oturabileceğini söyledim.” Gülümsedi. “Oturuş o oturuş. O gün saatlerce konuştuk. Ne kadar çok vakit geçtiğini, akşamüstü havanın kararmaya başlamasıyla fark ettik. Onca saat aralıksız konuşmuşuz.”
“Nelerden bahsettiniz arkadaşınla?”
“Enteresandır, benim asıl birilerine bahsetmek istediğim şey erkek arkadaşımla ayrılmamızken, o gün Zühyan’la konuşurken aklımın ucuna bile gelmedi. Girişi kitapla yaptığı için önce kitaplardan bahsettik. Son okuduğumuz kitapları, en sevdiğimiz kitapları, sıkılıp yarım bıraktığımız kitapları konuştuk. Sonradan muhabbet açmak için öyle bir giriş yaptığını, o kitabını değil ama Sade’ın başka kitaplarını okuduğunu söyledi. Bir süre sonra konu sinemaya geldi. O da benim gibi Hollywood filmlerinden çok Avrupa sinemasına, bağımsız filmlere meraklıymış. ‘Kaplumbağalar da Uçar’dan girdik, ‘Arzunun O Belirsiz Nesnesi’nden çıktık. Sinemadan bahsederken söz döndü dolaştı müziğe geldi. Brit-pop gruplarından, klasik Rock gruplarından konuştuk. Havanın karardığını ve soğuduğunu fark edinceye dek saatlerce öyle devam ettik.”
“Ya sonra?”
“Sonra öyle soğukta titreyeceğimize kalkıp bir kafeye gitmemizi, sohbetimize çayımızı kahvemizi içerken devam etmemizi önerdi. Ben de daha iyi bir teklifim olduğunu söyleyip benim eve davet ettim. Kısa bir tereddüdün ardından kabul etti. Aslında daha yeni tanıştığım birini evime çağırmak gibi bir âdetim yoktur ama onu sanki yıllardır tanıyormuş gibi hissediyordum. Hızlı adımlarla otobüs durağına gidip birkaç dakika bekledikten sonra otobüse bindik. Yarım saat sonra eve vardık. Apartmanın içinde, evin kapısını açtığımda duraksadığını gördüm. Pek tanımadığı birinin davetini düşünmeden kabul ettiği için pişman olup tereddüt ettiğini düşündüm. Korkmasına, çekinmesine gerek olmadığını söylemek istedim ama bunun ters tepki yaratacağını düşündüm. Bunun yerine ‘Hadi, gelmiyor musun,” dedim. Beni çok şaşırtan bir cevap verdi: ‘Gelmemi istiyor musun,’ diye sordu. ‘Evet,’ dedim. ‘Gerçekten istiyor musun,’ diye sordu tekrar. ‘İstiyorum tabii,’ dedim. ‘Gelmemi istediğinden emin misin,’ diye bir kez daha sorunca sinirlendim. ‘Evet dedim ya. Kaç kez soracaksın daha,’ diye terslenerek cevapladım. Bunu duyunca eğilip botlarının bağlarını çözdü ve içeri girdi.”
“Sence neden öyle birkaç kez sorma gereksinimi duydu?”
“Kendine olan güvensizliğinden olabileceğini düşündüm ama sonrasında bir daha hiç öyle güvensizce bir davranışına rastlamadım.”
“Peki ne zaman yanına taşındı arkadaşın?”
“O geceden iki gün sonra. O gece sabaha kadar konuştuk. Sırf kitaplardan, sinemadan falan değil, her şeyden. Sanki uzun zamandır birbirimizi tanıyormuşuz da bir süre görüşememişiz gibiydik. Sohbet esnasında yurtta mı evde mi kaldığını sordum. O da evde kaldığını ama hiç memnun olmadığını söyledi. Evdeki diğer kızların hemen her gece erkek arkadaşlarının geldiğini, gelmelerini sorun etmediğini ama evde devamlı bir kalabalık, bir gürültü olmasından çok rahatsız olduğunu anlattı. Lavaboya gitme bahanesiyle yanından kalktım. Banyoda biraz düşündüm. Sonra salona dönüp, yanıma taşınmak isteyip istemeyeceğini sordum. Sonuçta tek kalıyordum ve bu kadar iyi anlaşabileceğim bir ev arkadaşını kolay kolay bulamazdım bir daha. Kapıdaki garip duraksamasından sonra en az birkaç gün düşüneceğini sanmıştım ama çok sevineceğini söyleyip hemen kabul etti.
Sabah gün ağarırken salonda, koltukta uyuyakalmışım. Uyandığımda saat öğleni geçmişti. Zühyan ortalıkta yoktu. Birden aklıma evi soyup gitmiş olabileceği geldi. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Nasıl böyle bir salaklık yaptığımı düşünüp kendime kızıyordum. Gerçi evde çalınacak pek bir şey yoktu ama bizimkilere nasıl açıklayacağımı düşünerek endişeleniyordum. İlk panik ânı geçtikten sonra sehpanın üzerindeki kağıdı buldum. Okula gittiğini, sonra eve uğrayıp toplanacağını ve en kısa zamanda yanıma geleceğini yazmıştı.
O günkü derslerin çoğunu kaçırdığım için okula gitmeye gerek görmedim. Evde oturup film izledim. Bir ara birbirimizin telefonlarını almadığımızı fark ettim. Ya ben okuldayken çıkar gelirse? Hiç düşünmeden, plansız programsız iş yapmıştık.
O gün gelen giden olmadı. Gelebilir diye ertesi gün okula gitmedim. O gün de gelmedi. Acaba evi mi bulamadı diye düşünmeye başladım. Hangi bölümde olduğumu biliyordu ama ben okula gitmeyip evde bekliyordum. İkilemde kalmıştım. Ertesi gün okula gitmeye karar verdim. Ne bizim fakültenin kapısının önünde, ne kantinde, ne de koridorlarda göremedim Zühyan’ı. İçimdeki sıkıntı yüzünden okulda duramadım, öğleden sonra eve döndüm. Akşamüstü kapı çaldığında resmen oturduğum koltuktan fırladım. Kapıyı açtığımda Zühyan karşımdaydı. İki koca bavul iki yanında yerde duruyordu. Sırtında da iri bir sırt çantası vardı. Gülümseyerek ‘Özledin mi beni,’ diye sordu. ‘Özledim tabii,’ dedim. ‘Nerdesin sen kaç gündür?’ İçeri geçtik. Bavulları çok ağırdı. Nasıl taşıyabildiğine hayret ettim. Salona geçince, evde bazı sorunlar çıktığını söyledi. Ses tonundan, pek bahsetmek istemediğini anladım; o yüzden ısrar etmedim. Biraz çekinerek, şimdilik sadece kıyafetlerini ve kitaplarını getirdiğini, masasını, yatağını, dolabını daha sonra getireceğini söyledi. Bir süreliğine salondaki koltukta yatıp yatamayacağını sordu. Elbette yatabileceğini, burasının artık onun da evi olduğunu söyledim. Teşekkür etti. Ne kadar mutlu olduğu gözlerinden anlaşılıyordu. Belli ki eski evinde çok rahatsızdı. Ev arkadaşlığımız böylece başlamış oldu.”
Önündeki notlar aldığı kağıtlardan başını kaldıran doktor “Kitap okuyor olmanın dışında yazıyor musun bir şeyler aynı zamanda,” diye sordu.
“Evet, hikâyeler yazıyorum. Arada bir de şiir. Nereden bildiniz?”
“Konuşmandan, anlatımından, ifadelerinden belli oluyor. Sanki yaşadıklarını anlatıyor gibi değil de bir hikâye tasvir ediyormuşsun gibi kullandığın kelimeleri ve tabirleri özenle seçiyorsun.”
Doktorun konuşmasını taklit ederek “Teveccühünüz,” diye cevap verdi gülümseyerek. Oturduğu yerde biraz doğrularak “Notlarınızı okuyabilir miyim,” diye sordu. “Belki hikâyelerimde kullanırım.”
“Maalesef buna izin vermem mümkün değil.”
“Anlıyorum.”
“İstersen bugünkü seansımızı burada nihayete erdirip yarın devam edelim.” Öneriden çok durumun açıklamasını ifade eden bir cümleydi bu.
“Olur,” dedi kız.
“Seni tek kişilik bölümden çıkarıp bir odaya veya koğuşa yerleştirmemizi ister miydin?”
“Aman doktor bey, beni delilerin…” Duraksadı. “Sinir ve ruh hastalarının yanına koymayın. Tek başıma kalmayı tercih ederim. Ama mümkünse bir daha o iğrenç gömleği de giydirmeyin.”
“Tamam, kızım. Bir süre daha tek başına kalmana izin vereceğim. Ama gömleği tekrar giyip giymemek sana bağlı.”
* * * * *
Masasında oturan yaşlı doktor bir yandan sigarasını tüttürürken bir yandan da bir önceki gece nöbetçi olan doktorun notlarını tekrar gözden geçiriyordu. Okunacak fazla bir şey yoktu zira hasta getirildiğinde görüşülemeyecek durumdaydı. Nöbetçi doktorun raporuna kızı getiren sağlık görevlilerinin ifadeleri de eklenmişti. Masasının üstünde duran uzaktan kumandayı eline alıp peş peşe iki tuşa bastı. Odanın köşesindeki televizyonun ekranına görüntü geldi. Görüntüde, kısa bir süre önce görüştüğü genç kız vardı. Ancak bizzat görmüş olduğu halinden çok farklıydı. Görüntüdeki kızı iki iri yarı hastabakıcı güçlükle zapt edebiliyordu. Bir yandan da sürekli çığlık atıyordu. Hastaneye ilk kez getirilen hastaların pek çoğunun yaptığı gibi “Bırakın beni,” veya “Ben deli değilim,” ya da “Çıkarın beni buradan,” şeklinde bağırmıyor, sadece histerik çığlıklar atıyordu. Kızın çığlıklarının iyice rahatsız edici ciyaklamalara dönüştüğü an televizyonu kapattı. Ardından parmaklarının arasındaki, filtresine kadar gelmiş sigarayı söndürüp masasından kalktı.
* * * * *
“Nasıl geçti gecen? İyi uyuyabildin mi?”
“Doğrusunu isterseniz çok kötüydü. Yaklaşık on – on beş dakikada bir sıçrayarak uyandım.”
“Seni tedirgin eden bir husus mu mevcuttu?”
Gözlerini bir önceki gün yaptığı gibi yine sımsıkı yumdu. “Aslında emin olamıyorum. Yani… bilemiyorum.”
Hastasının rahatsızlık duyduğunu görünce hemen konuyu değiştirdi. “Annenle babanı görmek hoşuna gider miydi?”
Biraz duraksadı. “Ne desem bilmiyorum ki. Beni burada, bu halde görmelerini istemem. Ama meraktan delirmişlerdir.”
“Eğer istemezsen şu esnada görüşmek zorunda değilsin.”
“Yoo, çok istiyorum.”
“Öyleyse bugün öğleden sonra ziyaretine gelmelerini sağlayabilirim.”
“Teşekkür ederim.”
Doktor önündeki notlara hızla bir göz attı. “Dün her şeyin bir gece gördüğün bir kâbusla başladığından bahsetmiştin.”
“O zamanlar kâbus olduğunu sanıyordum.”
“Değil miymiş?”
“Bilmiyorum. Hâlâ ne olup ne olmadığından, ne yaşadığımdan emin değilim.” Sandalyesinde öne doğru eğilip kaşlarını çatarak doğrudan doktorun gözlerinin içine baktı. “Bakın,” diye başladı sözlerine son derece ciddi bir tavırla. “Öyle ‘Ben ateistim, ben materyalistim, gözümle görmediğim şeye inanmam’ gibi düşüncelerim yok. İnançlıyımdır ama abuk sabuk şeylere de inanmam. Ama gördüklerimi adlandırmakta güçlük çekiyorum.”
“İstersen sen yaşadıklarını anlat, adlandırma ve anlamlandırma kısmını birlikte gerçekleştirelim.”
“Kullanacağım tabir için kusura bakmayın ama iki ucu boklu değnek. İlk ihtimalde doğaüstü varlıklar gördüğümü kabul etmem gerek ki bu, burada uzunca bir süre misafiriniz olacağım anlamına gelir. Diğer ihtimalde, zihnim bana oyunlar oynuyor demektir, yine buradaki beraberliğimiz devam eder. O yüzden işin doğrusu neyi, nasıl ve ne kadar anlatmam gerektiğinden emin olamıyorum.”
“İşler bu şekilde yürümez. Hakkında isabetli bir yargıya varabilmemiz için yaşadıklarını noksansız bir biçimde aktarman icap eder.”
Bir süre bazı şeyleri kafasında ölçüp biçtikten sonra “Hadi bakalım,” dedi. “Bakalım bu anlatacaklarımdan sonra ne tür bir deliliğim olduğu ortaya çıkacak, ben de merak ediyorum.”
“O karabasanlı gecenin ardından, üç dört gece herhangi bir şey yaşamadım. Ama bir gece aynı şey yine oldu. Vücudum kaskatı kesildi, o garip vınlamayı duydum. İlkinde yaşadıklarımın aynılarıydı. Yine çok korkmuştum. Bu kez sabaha kadar tek başıma beklemek istemedim. Zühyan’ın yanına gittim. Kapısını çaldım. Cevap gelmedi. Kapıyı açmaya çalıştım, kilitliydi. Birkaç kez daha çaldım. Ses gelmeyince salona gidip bütün ışıkları yaktım ve televizyonu açtım. Sabaha kadar gözümü kırpmadım. Sabah sekiz gibi, televizyonda çizgi film izlerken Zühyan uyanıp odasından çıktı. Banyoya giderken koridorda yakaladım. Gece olanları anlattım. Yan dairedekilerin televizyonunun sesinden rahatsız olduğu için kulak tıkacı takıp uyuduğunu söyledi. Uyurken kulaklarını tıkadığı zaman odasının kapısını kilitlermiş. O uyurken biri gelip uyandırırsa, geldiğini duymadığı için çok korkuyor, sıçrayarak uyanıyormuş. Ama bundan sonra kapısını kilitlemeyeceğine söz verdi.
O geceden sonra benzeri bir şey yaşamadım. Her gece korkuyla yatıyordum yatağa ama o vınlama olayı bir daha tekrarlanmadı.”
“Ama öyle tahmin ediyorum ki başka şeyler yaşadın.”
“Hem de neler yaşadım. Bu son anlattığım olaydan bir hafta sonra başka bir kâbus gördüm. Önceki kâbuslar tekrarlanmadığı için üzerinde durmamış, hatta unutmuştum. Artık uykuya yatmaya korkmuyordum. O gece her zamankinden geç yatmıştım. Zühyan’la birlikte film izlemiştik. Ardından kahve yapıp film hakkında konuştuk biraz. Biliyorsunuz, sohbete dalınca zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyoruz. Odalarımıza çekildiğimizde saat ikiyi geçiyordu. Yatağa yattıktan birkaç dakika sonra uykuya dalmışım. Rüyamda yine yatakta olduğumu gördüm. Uyanıktım ama kıpırdayamıyor, sadece gözlerimi hareket ettirebiliyordum. Nasıl oluyorsa karanlıkta görebiliyordum. Sırt üstü yatıyor olduğum için tek görebildiğim tavandı. Gözlerimi kapayıp uyumaya çalıştım. Kısa süre sonra tekrar açtığımda karşımda, ilk gördüğüm kâbusları mumla aratacak bir manzara vardı: Uzun boylu, kara sakallı, karanlık bakışlı bir adam karşımdaydı. Daha doğrusu tavandaydı. Ben nasıl yatakta yatıyorsam o da tavanda yatmıştı. Ve gözlerimin içine bakıyordu! O an vücuduma hâkim olabilsem sanırım hayatım boyunca atmadığım bir çığlık atardım. Adamın hiçbir şey yapmadan öylece duruyor olması daha da korkutucuydu. Bilmiyorum, bir süre öylece bakıştık sanırım. Sonunda artık dayanamadım ve gözlerimi sıkıca kapadım. O anda sıçrayıp uyandım. Işığı açtım. Tabii ki tavanda kimse yoktu. Terden sırılsıklam olmuştum. Koşar adım Zühyan’ın odasına gittim. Kapıyı çalmaya gerek duymadan içeri daldım. Bir taraftan da ismini sesleniyordum. Yatağında yoktu. Işıkları kapalı olmasına rağmen mutfağa, banyoya, tuvalete baktım. Oralarda da yoktu. Sokak kapısını kontrol ettim. Zinciri takılıydı. Korkmaya başlamıştım. O sırada Zühyan koridordan salona girdi. Panik ve korku içinde nerede olduğunu sordum. Odasında olduğunu söyleyince biraz önce baktığımı ama göremediğimi söyledim. Sırtı ağrıdığı için yerde yattığını, odanın diğer tarafında olduğu için onu görememiş olduğumu söyledi. O kadar korkmuştum ki gidip boynuna sarıldım ve ağlamaya başladım. Sırtımı okşayarak beni teselli etti. Gördüğüm kâbusu anlattım. Şaşkınlıkla dinledi. Önceden görmüş olduklarıma benzetti. Muhtemelen yine vücudumun uyku ile uyanıklık arasına sıkışıp kaldığını söyledi. Her ne kadar korkutucu bir durum olsa da fazla takmamamı tavsiye etti. Bir yer yatağı yapıp odamda yerde, yanımda yatmayı teklif etti. O gördüğüm şeyden sonra o gece odamda yatmayı gözüm yemedi. Salondaki koltuklarda uyuduk.”
“Bu kâbuslar hususunda bir profesyonelden yardım almayı düşündün mü hiç?”
Gülümsedi. “Doktor bey, Amerika değil burası. İnsanlar bırakın psikologu, acil bir durum olmadan doktora bile gitmiyorlar.”
“Babanla görüştüm bu sabah,” dedi doktor. “Öğleden sonra ziyaretine gelecekler.”
Genç kız nasıl tepki vereceğini bilemedi. Gözleri hafiften dolar gibi oldu.
“Biliyorum, seni burada görmelerini istemiyorsun. Ama seni çok merak ediyorlar. Sadece seni görmek, birkaç kelime konuşmak dahi endişelerini büyük ölçüde dindirecektir.”
“Tamam. Umarım şu hâlim onları daha da endişelendirmez.”
“Hangi hâlin?”
İşaret parmağını şakağına götürüp birkaç kez çevirdi.
Doktor bu harekete gülümseyerek karşılık verdi. “Öyle tahmin ediyorum ki kâbusların, demin anlatmış olduğunla son bulmadı.”
“Son bulmadı ama doğrusunu isterseniz dozu azaldı diyebilirim.”
“Anlayamadım.”
“Yani kâbus görmeye devam ettim, hem de çok gerçekçi kâbuslar. Ama hiç biri o sakallı adam kadar korkunç değildi.”
“Ne gibi şeyler gördün?”
“Hemen hemen hepsinde yatakta olduğumu gördüm. Kıpırdayamıyordum. Bir ses duyuyor veya gözümün ucuyla bir hareket yakalıyordum. Sonra da sıçrayarak uyanıyordum. Üç dört gecede bir neredeyse aynı şeyleri yaşadığım için artık durumun kâbus görmekten farklı bir şey olduğunu düşünmeye başlamıştım. Zühyan da böyle düşünüyordu. Konuyla ilgili bir şeyler araştırmış internetten. Beynin uyanıp da vücudun hâlâ uyumaya devam ettiği zamanlarda böylesi tuhaflıklar yaşanabiliyormuş. Yani gördüğüm kâbusların, karabasanların bilimsel bir izahı varmış.”
“Yorulduysan ara verebiliriz.”
“Hayır, hayır. Başlamışken her şeyi anlatmak istiyorum. Yani hatırlayabildiğim her şeyi. O son akşamı hatırlayamıyorum pek. Sanki arada bölük pörçük bir şeyler geliyor aklıma ama pek net değil. Hani filmlerde olur ya, adam hafızasını kaybeder. Sonra da anıları aklına anlık olarak gelir, sahne sahne. İşte öyle oluyor bana da.”
“Eminim zamanla unuttuğunu zannettiğin her şeyi hatırlayacaksın.” Saatine bir göz attı. “Sen duymuyorsan bile ben biraz molaya ihtiyaç duyuyorum. Hem alâkadar olmam gereken başka hastalarım da var.”
Kız biraz utanmış gibi başını eğdi. “Tamam, o zaman. Sonra devam ederiz.” Bir an durduktan sonra sordu: “Ne zaman devam ederiz?”
“Hele bir ailenle görüş, ondan sonra duruma bakarız.”
“Başlamışken bir solukta her şeyi anlatayım istiyorum. Belki unuttuğum kısımlar da çorap söküğü misali dönüverir zihnime.”
* * * * *
“Bugün görebileceğiz Berna’yı, değil mi Doktor Bey?” Kadının sesi sadaka isteyen dilenciler gibi çıkmıştı.
“Yaptığım tetkikler sonucu görüşmenize engel bir husus göremedim.”
Kadının yüzü aydınlandı.
“Ancak bazı uyarılarda bulunmam gerekmekte. Öncelikle ‘Ne kadar zayıflamışsın’, ‘Çok uykusuz kalmışsın’ ve benzeri olumsuz tespitlerde bulunmayın. İyi ve güzel şeylerden bahsetmeye gayret edin. Elbette olumlu olsun diye inandırıcılıktan uzak cümleler de sarf etmeyin.”
“Tamam,” dedi adam. “Dikkat ederiz.”
“Bir de bahsetmek istediğimiz bir durum var.” Kadının yüzü yine asılmıştı.
Karşısındakinin konuşmaya çekindiğini görünce “Anlatın lütfen, çekinmeyin,” diye cesaret verdi doktor.
Eşinin anlatamayacağını fark eden adam girdi araya. “Ben anlatayım isterseniz, Doktor Bey. Her ne kadar insan kendi çocuğuna böyle bir şeyi konduramıyor olsa da…” Adamın gözleri doldu. Bir iki saniye durup yutkundu. “Bu sabah Berna’nın evine gittik, birkaç parça temiz çamaşır alalım da gelirken getirelim diye. Çaldık çaldık kapıyı açan olmadı. Arkadaşı okula gitmiştir diye düşünmeye başladık. Tam ‘akşam tekrar geliriz’ deyip çıkıyorduk ki yan dairenin kapısı aralandı. Kapıya çıkan bayan, orada oturan kızı iki akşam evvel hastaneye kaldırdıklarını söyledi. Biz de durumdan haberdar olduğumuzu, o kızın annesi ve babası olduğumuzu söyleyip temiz giysi almak için geldiğimizi anlattık. Ev arkadaşının okuldan kaçta döneceğini bilip bilmediğini sorduk. Kadın şaşırdı ve yan dairede sadece tek bir kız kaldığını, onun da evvelki gece apar topar hastaneye kaldırıldığını söyledi. Çok şaşırmıştık. Aylardır yanına bir arkadaşının taşındığını sanıyorduk. Bu konuda yalan söylemesi için bir sebep de yoktu. O gece neler olup bittiğini anlatmasını rica ettik. Bizi şöyle bir tekrar süzdükten sonra, buranın İstanbul olduğunu, insanlara güvenemediğini, kusura bakmamamızı söyledi. Kimliklerimize bakıp kızın soyadıyla tutup tutmadığını kontrol etmek istedi. Bir kez daha şaşırdık. Cüzdanımı çıkartıp kimliğimi gösterdim. Birkaç saniye baktıktan sonra bizi içeri davet etti. Bir kez daha böyle davrandığı için kusura bakmamamızı, her gün türlü türlü şeyler duyduklarını söyledi.
Evin salonunda oturduk. Yeni çay demlediğini söyleyip çay ikram etti. Çaylarımızı içerken bildiği, duyduğu kadarıyla o akşam olanları anlattı. Gecenin geç saatleri yan daireden çığlıklar geldiğini duymuş. Art arda korkunç çığlıklar. Uykudan uyanıp yataktan fırlamışlar. Kıza biri bir şey yapıyor sanmışlar. Kocası bir sopa alıp kapıyı çalmış. Çalmış, çalmış, sonra yumruklamış. İçerden çığlıklar gelmeye devam ediyormuş. Çığlıkların yanı sıra kırılan tabak çanak sesleri de duyuluyormuş arada. ‘Bıraksam kapıya omuz atacaktı,’ dedi. Ama kapı çelik olduğu için tutmuş kocasını. ‘Polis çağıralım,’ demiş. Polisin gelmesi on dakika falan sürmüş. O arada apartmandaki herkes bizim kızın kapısının önünde toplanmış. Polisin yanlarında getirdiği çilingir biraz uğraşıp kapıyı açmış. Polisler silahları ellerinde içeri girmişler. Bir tanesi hemen dışarı çıkıp apartmanın önüne yeni gelen ambulanstaki sağlık görevlilerini çağırmış. Kıza bir şey olduğunu, yaralandığını falan düşünmüşler. Ama kızı deli gömleği giydirilmiş olarak çıkarınca çok şaşırmışlar. Tam olarak ne olduğunu anlamamışlar. Polisler gittikten sonra çilingir, parasını öderlerse yeni kilit takabileceğini söylemiş. Kocası ‘Tak tabii, açık mı kalacak kızın kapısı,’ demiş. Çilingir işini yaparken komşular da fikir yürütmüşler kendilerince neden kızın o hâlde olduğuna dair. Muhtemelen tuhaf fikirler atmışlar ki ortaya bize bahsetmek istemedi.
Anlattığı kadarıyla durumu öğrendikten sonra müsaade istedik. Gidip içeriden anahtarı getirdi. Ne kadar ısrar ettiysem de parasını kabul etmedi. ‘İnsanlık öldü mü,’ deyip geri çevirdi.
Berna’nın odasından temiz giysiler alıp bir çantaya doldurduk. Evi şöyle bir dolaştık. Salonda ve mutfakta yerde o geceden kalma kırık tabak bardak parçaları vardı. Arkada, koridorun sonunda, arkadaşının kaldığını sandığımız oda bomboştu. Yerde bir iki eski dergi, gazete, ayakkabı falan vardı, o kadar.”
Kocası olanları anlatırken, kadın gözyaşlarına hâkim olamayıp ağlamaya başladı. Doktor anlatılanları sakalını sıvazlayarak dinledi. “Söylememe gerek olduğunu zannetmiyorum ama bu konudan kızınıza katiyen bahsetmiyorsunuz. Ev arkadaşının ziyaretine gelip gelmeyeceğini sorarsa, benim henüz aile üyeleri dışında kimseyle görüşmesine izin vermediğimi söylersiniz. Ötesiyle ben ilgilenirim.”
* * * * *
Görebildiği kadarıyla, anne babasıyla görüşmek genç kız üzerinde doktorun beklediği gibi olumlu bir etkide bulunmamıştı. Aksine kızın bakışları daha bir dalgın, yüzündeki ifade daha bir hüzünlüydü. Karşısında oturan doktorun yüzüne bakıyor ama sanki farklı şeyler görüyor gibiydi.
“Anlaşılan sizinkilerle görüşmekten pek mesut olmadın,” dedi sessizliğin daha fazla uzamaması için.
Bu söz üzerine gittiği âlemden geri döndü. “Bir şey belli etmemeye çalışsalar da ikisinin de perişan olduğu yüzlerinden belliydi. Ne tuhaf, değil mi? Onların kötü olması benim moralimi bozuyor, benim kötü durumda olmam da onları üzüyor. Birbirinin neden ve sonucu olan sonsuz bir döngü gibi.”
“O zaman bu döngüyü kırman icap eder. Sen iyi olacaksın ki onlar da düzelsin, değil mi?”
Kız bu soruya yanıt vermedi. Başka bir şey düşünüyordu. “Sanki benden bir şey saklıyorlardı. Öyle bir hisse kapıldım.”
“Neye dayanarak bunu söylüyorsun?”
Alt dudağını büktü. “Bilmem. Bir his sadece. Sanki söylemedikleri önemli bir şey vardı.”
Doktor konuyu değiştirmek için “Sizinkiler saçlarını boyatmış olduğundan bahsettiler,” dedi.
“Evet,” dedi kız. “Doğal rengi kumraldı. Zühyan siyahın daha çok yakışacağını söyleyince biraz düşünüp haklı olduğuna karar verdim ve boyattım.”
“O geceye ilişkin hatırına gelen bir şey oldu mu,” diye sordu.
“Kesik kesik görüntüler gelmeye devam ediyor. Ama hâlâ tam olarak hatırlayabildiğim bir şey yok.”
“İstersen eski erkek arkadaşından bahsedelim bugün biraz.”
“Sizce bir sakıncası yoksa bugün burada bitirsek. Kendimi çok hâlsiz ve çok moralsiz hissediyorum. Yarın devam edelim mümkünse.”
“Tabii kızım, sen kendini iyi hissetmiyorsan zorlamamızın hiçbir faydası olmaz. Bu gece nöbetçiyim. Gece herhangi bir sıkıntın olursa veya sadece konuşmak istersen hastabakıcıya söyle, beni çağırsın.”
“Teşekkür ederim.”
* * * * *
Kapının çalınmasıyla, daha doğrusu yumruklanmasıyla uyuyor olduğu koltuktan sıçrayarak uyandı yaşlı doktor. İlk önce nerede olduğunu anlamaya çalışarak etrafına bakındı. O sırada odasının kapısı tekrar yumruklandı. Aynı zamanda birisi dışarıdan “Doktor Bey, Doktor Bey” diye de sesleniyordu.
Koltuktan kalkıp hızlı adımlarla kapıya gitti. Sesinden tanımıştı, kapıyı çalan nöbetçi kalan hastabakıcıydı. Kapıyı açarken kendisini böyle yangın çıkmış gibi uyandıran adama bir güzel fırça atmaya hazırlanıyordu. Ancak kapıyı açtığında adamın kül gibi olmuş yüzünde gördüğü ifade ağzına gelen tüm lafları yutmasına sebep oldu.
“Doktor Bey,” dedi adam telaşla. “Şu yeni gelen kız, Berna…”
“Ee?” Kızın bir şekilde intihar ettiğini söylemesini bekliyordu endişeyle.
“Odasında çığlık çığlığa bağırıyordu.”
“Ee?”
“Bir yandan sizi çağırmamızı söylüyor bir yandan da ‘O burada’ diye bağırıyordu.”
“Sonra?”
“İlk başta önemsemedim, kâbus görmüştür diye.”
“Embesil adam, söylemedim mi sana, beni çağırırsa hemen gelip haber vereceksin diye?”
“Özür dilerim, Doktor Bey. Önemli değildir diye uyandırmak istemedim.”
“Sonra ne oldu?”
“Çığlıkları iyice arttı. Kendini duvarlara fırlatmaya başladı. Sakinleştirici yapmak için hemşireye haber verdim. Odasından çıkarıp pansuman odasına götürüp yatağa bağladık. Hemşire sakinleştiricin yarısını enjekte etmişti ki iğne elinden fırladı, tavana saplandı.”
Son duyduklarıyla birlikte hızlı adımlarla pansuman odasına doğru yürümeye başlamıştı. “Ne diyorsun sen?”
“Evet, Doktor Bey. İlaç şişeleri raflardan düşüp kırılmaya, eşyalar sağa sola fırlamaya başladı. Odadan kaçtık. Kapı kilitlendi arkamızdan. Giremiyoruz içeri.”
Artık doktor koşar adım gidiyordu. Odanın önüne gelince pencerenin üst kısmını kaplayan kırılmaz camdan içeri baktı. Ortalık gerçekten de hastabakıcının anlattığı gibi savaş alanını andırır vaziyetteydi. Ancak o anda uçan, fırlayan hiçbir şey yoktu. Ne olduysa olmuş bitmiş gibi görünüyordu. Genç kız kalın kayışlarla kollarından ve bacaklarından yatağa bağlanmış haldeydi. Başını yana çevirmişti, dudakları mırıldanır gibi hafifçe kımıldanıyordu. Doktor kapıyı açmaya çalıştığında kilitli olduğunu gördü. Kapıdaki hareketliliği fark edince kız yattığı yerden başını kaldırıp doktora baktı. Sonra tekrar başını yana çevirdi, dudakları kımıldadı. Ardından doktor kapının açıldığını fark edip içeri girdi.
Genç kızın yüzüne yakından bakınca, en fazla birkaç saattir görmediği kızın sanki birkaç yıl yaşlanmış gibi çökmüş hâlde olduğunu gördü. Ne yapacağını bilemez bir durumda kızın elini kavradı titreyen elleriyle. “Berna, kızım, ne oldu?”
Aldığı yarım doz sakinleştiricinin yavaş yavaş kendini gösteren etkisiyle gözleri yarı kapalı bir vaziyette “Hatırladım,” diye yanıt verdi. “Hatırlattı.” Dudaklarında çarpık bir tebessüm vardı.
“Neydi hatırladın? Kim, neyi hatırlattı?”
Kızın gözleri bir iki kez kırpışıp kapandı. Sakinleştirici geç de olsa tesirini göstermiş, kızı uyku âlemine sürüklemişti.
* * * * *
Genç kız odasında tek başına oturuyordu. Odadaki tek ışık, kızın yüzüne vuran laptopun ekranının ışığıydı. Bir yandan kısık sesle müzik dinliyor bir yandan da internet sitelerinde dolaşıyordu. Uykusuzluktan kısılmış gözleriyle monitörün alt köşesindeki saate bir göz attı. Saat biri yirmi geçiyordu. Ağzını eliyle kapatmaya gerek duymadan uzun uzun esnedi. Oturduğu yerde hafifçe gerindi. Laptopunu kapatıp sandalyeden kalktı. Uyuşuk adımlarla odadan çıktı. Karanlık salonu geçip banyoya gitmek için koridora yöneldi. Koridorun sonundaki odanın buzlu camından içeride ışığın açık olduğu görülüyordu. Ertesi gün sınavı olduğunu söyleyen ev arkadaşı, acil bir durum olmadığı takdirde rahatsız etmemesini rica etmişti. İkisi de ‘acil durum’la kastedilenin ne olduğunu biliyordu.
Dişlerini fırçalayıp yüzündeki makyaj kalıntılarını temizledikten sonra banyodan çıkıp odasına döndü. Üzerinde zaten eşofmanı ve penyesi olduğu için üzerini değiştirmeye gerek duymadan yatağının kenarına oturup, ayağındaki çizgi film karakterleriyle süslü çorapları çıkarıp yattı. Birkaç saniye gözlerini kırpıştırdıktan sonra başucundaki gece lambasını söndürdü.
Nedense içinde tuhaf bir huzursuzluk vardı. Uykusu vardı, uyumak istiyordu ama midesi sanki bir şey olacakmış gibi bir hisle büzüşüp uyumasına izin vermiyordu. Yaklaşık on dakika huzursuz bir şekilde yatakta döndükten sonra doğrulup ışığı açtı. Bir süre ne yapacağına karar vermeye çalışırmışçasına yatağın içinde oturdu. Sonra yastığını, battaniyesini ve cep telefonunu alıp salona geçti.
Salondaki üçlü koltuğa uzanıp televizyonu açtı. Karşısına ilk çıkan kanalda bir tartışma programı vardı, hemen kanalı değiştirdi. Bir sonraki kanalda bir müzik klibine denk geldi, o kanalda da durmadı. Sonraki kanalda türü ilk bakışta anlaşılmayan bir film vardı. Bu kanalda karar kılıp sesi kıstı. Ses sonuna kadar kısık değildi, sadece mırıltı olarak geliyordu. Konuşulanları anlamak için pür dikkat dinlemek gerekiyordu. Genç kızın istediği de filmi takip etmek değildi zaten. Çok hafif bir ses, çok hafif bir ışık olması yetecekti. Kumandayı sehpanın üzerine bırakıp battaniyesini çenesine dek çekti. Televizyon ekranından yayılan ışık doğrudan gözlerine vurmasın diye kanepedeki süs kırlentlerinden birini yüzüne, tam gözlerinin üstüne koydu. Kısa sürede uykuya daldı.
Kaç dakika uyuduğunu bilemeden bir süre sonra uyandı. İlk anda nerede olduğunu anımsayamadı. Bulunduğu yeri hatırladığında bir kez daha kıpırdayamadığını fark etti. Gözleri kapalı olduğu için mi yoksa yastıkla örtülü olduğu için mi etrafı göremediğinden emin olamadı. Daha önceki seferlerde olduğu gibi yine vücudu normale dönecekti, sadece biraz beklemesi gerekiyordu. O anda televizyonun önünden bir şeyin geçtiğini fark etti. Gözleri kapalı olsa da kulakları rahatlıkla duyabiliyordu ve televizyonun önce sağdaki, bir an sonra da soldaki hoparlöründen gelen ses, önünden birisi geçmişçesine kısılıvermişti. Korkmaya başladı. Geçen Zühyan olsa, odasının kapısının açılma sesini önceden duymuş olurdu. Defalarca yağlamalarına rağmen kapısı en fazla bir gün sonra tekrar gıcırdamaya başlıyordu. “Belki de ben uyanmadan önce odasından çıktı da o yüzden duymadım. Benim odama gitti bir şey almak için, şimdi de odasına dönüyor. Demin geçen oydu, kim olacak ki başka?” Bunları düşünürken birden karnına bastırıldığını hissetti. Sanki bir el karnını iki üç santim içeri ittirmişti. İşte o anda tüm benliğini bir panik hissi sardı. Ne kıpırdayabiliyor ne de ne olduğunu görebiliyordu. “Zühyan niye bastırsın karnıma,” diye düşünüyordu bir yandan da. “Allah’ım, ne oluyor? Kim, niye bastırsın?” İçinde bulunduğu durum yeterince korkutucu değilmiş gibi bir başka düşünce geldi aklına: “Ya biri bastırmıyor da oturuyorsa?” Çıldıracak gibi olduğunu hissetti. Çığlık çığlığa bağırarak kaçmak istiyordu. Aklına ilk gelen duayı okumaya başladı. Ama kapıldığı panik yüzünden daha yarısına gelmeden Arapça kelimeleri birbirine karıştırdı. Korku içinde baştan başladı okumaya. Bir kez daha sonunu getiremedi. Kapalı gözlerinden yaşlar süzüldüğünü hissetti. “Allah’ım, sen yardım et yâ Rabbim!” Ancak üçüncü denemesinde, çocukluğundan beri yüzlerce kez okumuş olduğu Ayet-el Kürsî’yi tamamlamayı başardı. O anda karnındaki baskı hissi de yok oldu. Birkaç saniye sonrasında da bedenindeki felcin son bulduğunu fark etti. Yüzündeki kırlenti, üstündeki battaniyeyi fırlatarak koltuktan kalktı. Etrafta, görünürde bir şey yoktu. Uyumadan önce televizyonda gördüğü film devam ediyordu. Hemen salonun ışıklarını açtı. Vücudu terden sırılsıklam olmuştu. Üstündeki penye, ucuz macera filmlerindeki kadın karakterlerinki gibi, terden göğüslerine yapışmıştı.
Koşar adım koridora yöneldi. Ders çalışması veya uyuyor olması umurunda değildi. Zühyan’ın yanında geçirecekti geceyi. Şu yaşadıklarından sonra sabaha dek tek başına duramazdı. Koridora girerken, yanından biri geçmiş gibi hafif bir rüzgâr hissetti kolunda. Terli olduğu ve hızlı yürüdüğü için olduğunu düşünüp önemsemedi. Ev arkadaşının odasının kapısının önüne gelince camı iki kere tıklatıp cevap gelmesini beklemeden içeri daldı. Işık açıktı ancak Zühyan ortalıkta yoktu. Geçen seferki gibi yerde yattığını düşünerek yatağın diğer tarafına, yere baktı; yoktu. Şaşkın bakışlarla odayı tekrar gözden geçirdi. Sonuç değişmedi; ev arkadaşı odasında yoktu. Bu kez gerçekten yoktu.
Birkaç dakika önceki panik duygusu benliğini hafif hafif yine ele geçirmeye başladı. Tek tek mutfağı, banyoyu, tuvaleti kontrol etti. Yoktu. Salona döndü. Sokak kapısının zinciri takılıydı. Panik hissi artıyordu. Kalp atışlarının hızlandığını hissediyordu. Birden televizyondaki kanal değişti. Gayri ihtiyari yüzünü o yöne çevirince gözünün ucuyla bir hareket fark etti. Hareketin olduğu yöne döndüğünde hiçbir şey göremedi. O sırada kanal tekrar değişti ve değişmeye devam etti. Genç kızın kalbi Ramazan davulu gibi gümbür gümbür atıyordu. Hemen sehpanın üzerinden cep telefonunu kaptı ve sokak kapısına yöneldi. Kapıya ulaşmasına iki adım kala, kapının yanındaki küçük ayakkabılık devrildi; ayakkabılar, botlar etrafa saçıldı. Berna korkudan küçük bir çığlık atarak refleks olarak birkaç adım geri kaçtı. Bir şeyler daha olacağı korkusuyla yemek masasının arkasına geçti. İşte tam o esnada, normalde kızı rahatlatması gerekirken korkusunun daha da artmasına sebep olan bir şey oldu: Ev arkadaşı Zühyan koridordan çıkıp salona girdi.
“Berna, neler oluyor?” Sesi gayet sakin çıkmıştı.
Berna bir çığlık daha attı. Bağırarak “Nereden çıktın sen,” diye sordu.
“Odamdan. Ders çalışırken…”
“Yalan söyleme! Yoktun odanda, gördüm! Baktım her yere! Yoktun!”
Zühyan, arkadaşına yaklaşmak için adım attıkça, Berna da masanın çevresinde dolaşarak ondan uzaklaşıyordu. Aralarında olmasına gayret ettiği masa, onun için sanki bir koruyucu kalkandı.
“Bak, açıklayacağım her şeyi. Ama önce biraz sakinleşmen gerek.”
“Neyi açıklayacaksın, ha?! Neyi?!”
“Lütfen biraz sakinleş. Oturup konuşalım.”
“Neyi açıklayacaksın diyorum?!”
“Tüm bunları…”
“Neymiş bunlar?”
“Lütfen sakin ol biraz.”
“Neymiş bunlar? Söyle!”
“Bunlar aslında benim yüzümden geliyor başına.”
“Ne diyorsun? Nasıl yani? Bu olanlar…” Berna cümlesini tamamlayamadan elinde sımsıkı tuttuğu cep telefonu çalmaya başladı. O gergin anda böyle bir şeyi beklemiyor olduğu için öten ve titreşen aleti yere düşürdü. Telefonun çalması durmuş, yerde ölü gibi yatıyordu. Önce Zühyan’a bir baktı. Aralarında güvenli bir mesafe olduğuna karar vererek telefonunu almak için yere eğildi. O anda masanın sarkan örtüsünün altından ev arkadaşının ayaklarını gördü; ters duran ayaklarını! Zihninde bir şeyin koptuğunu hissetti. Ve avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Çığlıkları, polisler gelene dek kesilmeyecekti.
merhaba:
Güzel bir çalışma olmuş. Bildik bir konu ama iyi işlenmiş. Bizden, sıcak ve ürkütücü. Sanırım gece ve yalnız okuduğum için etkilenmediğimi söylersem yalan olur… Tebrik ederim.
Gece okumamak lazım hakikaten… ellerinize sağlık, böyle yerel hikayeler okumak iyi geliyor bünyeme :))
Selamlar;
Hem anlattığınız konunun ilginçliği hem de düzgün ve akıcı üslubunuz sayesinde çok güzel bir öykü okumuş oldum. Doktor için seçmiş olduğunu eski kelimeler, Berna’nın hazırcevaplığı ve tabi ki hepimizi ister istemez ürperten Karabasan olayının gizemi öykünüzün artılarındandı. Tek eleştirim doktorun, kızın ailesine Berna’nın hayali bir arkadaşı olup olmadığını sorması olacak. Çünkü bu cümle, hikayenin ilerleyen kısımlarında olayı büyük ölçüde çözmemde çok yardımcı oldu. Eğer o cümle orada olmasaydı hikayenin sonu çok daha çarpıcı olacaktı benim için. Yine de çok keyif alarak okuduğum ve sevdiğim bir öykü oldu.
Kaleminize sağlık…
kesinlikle süperrr gece okudum ve hem ürktüm hem keyif aldım .. inanılmaz güzel eline yüreğine sağlık devamını bekliyoruzzz…