Öykü

Kayın Ağacı ve İki Yoldaş

Şövalye olabilme isteğiyle yanıp tutuşan sıska bir fiziğe sahip, elma yanaklı ayrıca girift işlemeli kazağıyla birçok çiftçi kızının kendisine gülebileceği çarpık bacaklı bir o kadar da uzun kulaklı aynı zaman da cesur mu cesur, o kadar da değil tabi, hayalleri daha gerçekleşmemiş, aleti henüz tüylenmiş genç bir oğlan.

“Ah Elayne ah,” diyerek her zamanki gibi, zengin tüccarın kızını düşledi, sırtını köhne bir çama vererek, öğle vakti, güneşli, birazcık. Belki de bir lordun kızıydı, diye düşündü. Hatta öyle bir güzellikle kralın kızı bile olabilirdi. Gerçi üzerindeki kıyafetler az da olsa hırpaniydi lakin kim yolculukta yenilerini giyerdi ki. “Ah senin aşkından deliye dönen ben. Deliliğe erişmek için bir ahmak gibi aşkına tutunan ben. Beni görmezden gelen sen, belki de görmeyen, yoksa göremeyen? Tanrılar! Becerin beni. Elbette o kör değil. Acaba öyle olsa daha mı iyiydi? Şu kulaklarıma bak!”

Görmüş olduğu eşsiz endama sahip güzel kız bir atlı arabayla geçip gitmişti. Yanında şişman ve pörsümüş yaşlı bir kadın vardı, gulyabani desek daha iyi, dadısı olsa gerek. Arabayı ise dudağında gümüş işlemeli bir pipo taşıyan, uzun kirpi bıyıklı, eksik dişli, sırtında renkli desenlerle işlenmiş tozlu pelerini, kukuletası kafasını öpen, erkek gibi erkek, büyük ihtimal öyle. Gerçi dudaklarının arasındaki uzaktan bir sap parçası gibi gözükmekteydi, kim orasını umursardı ki.

“Ah Emma ah,” gerçek ismi kim bilir ne idi. Hiçbir isim onun güzelliğini anlatmaya yetmiyordu. “Aşkım bir su tanesi. Gel bana tıpkı yaz yağmuru gibi. İçeyim seni beş gün susamış köpek yavrusu gibi.” Kafiyelerle arası hiç iyi olmamıştı, şiirle hiç. “Seni turta beyinli hödük. Bir de şövalye olacaksın.”

“Seni ahmak,” diye aniden ortaya çıktı bir ağacın dalından sıçrayan fındık burunlu zıpır bir sincap. “Burada böyle oturmaya devam edersen tanrılar bile seni unutabilir. Koca kıçlı annen eminim şu an bile sofraya bir tabak eksik yerleştirmiştir ve bunun nedenini merak bile etmiyordur, harbiden ne büyük kıç o öyle, ya da âşık olduğun kız şu an yakışıklı bir prensin dizlerinin üzerinde…”

“Hop orda dur bakalım. Sevgilim hakkında öyle konuşamazsın.”

“Sözlerim için beni bağışlayın cesur şövalyem. Ayrıca anneniz hakkındaki iltifatlarımı kabul ettiğiniz için ise özel olarak teşekkür etmemin bir sakıncası yoktur umarım.” Fındık tırtıklamaktan dişleri yassılaşmış sincap gönlünce eğlenmekteydi sıska oğlanla.

“Nereye gittiğini bile bilmiyorken nasıl bulabilirim ki onu. Belki de bir imgeydi o. Yaşama tutunmamı sağlayan, sessiz gecele…”

“Ah erkekler! Böyle salakça konuştuğun sürece onu asla bulamazsın, aslında bulmamalısın da.”

“Bulayım sonra sandığa saklayayım.”

“Öyle değil. Ben şey…”

“Ya da ararken kendi yalnızlığımda kaybolayım.”

“Bir sus seni pörtlek surat. Onu bulmamalısın demem o ki o seni bulmalı.”

“Pusula?”

“Daha kapsamlısı.”

“Harita?”

“Neden daima daha zor olmak zorunda ki! Anlasana be akıllım, bir kahramanlık yap ve hakkındaki hikâyeler tüm kasabalara yayılsın, adına şölenler düzenlensin, şarkılar yazılsın, fındıklar yenilsin.”

“Fındık?”

“Komisyon meselesi.”

“Nasıl bir kahramanlık yapmamı beklersin peki. Kulaklarımla flüt mü çalayım yoksa çuval yarışında galip mi çıkayım ya da en iyisi ne olayım biliyor musun bir armut olayım, şöyle sulu sulu, taze. Ne dersin?”

“Okçulukta nasılsın?”

“Yayı gözüm kapalı çekebilirim.”

“Mükemmel. Peki ya kılıç ve kalkan?”

“Kılıcım bileğim, kalkanım cesaretim.”

“Pek yiğitçe. At binebilir ve suda yüzebilir misin?”

“Lojistik meseleler bunlar.”

“Bir büyücü ile şövalye dövüşse kim kazanır?”

“Sincap. Evet, lanet olası bir sincap. Seni kahrolası.”

“Tamam anladım. Sadede geleyim. Burgaçtepe kasabasında bir turnuva var. Kazanana tam on altın. Getireceği saygınlığı söylemiyorum bile. Sıkı bir duruşun var yani istekli desek tabi daha doğru olur belki de muhtaç desek tam doğrusunu söylemiş oluruz. Bence kazanmaman için hiçbir sebep yok. Bu sayede tüm sümüklü kasaba kızları ağızları açık senin onlardan birini seçmeni bekleyecekler. Tabi ki âşık olduğun soylu prenses de öyle.”

“Haydi, yola düşelim o zaman.”

Ve böylece iki arkadaş yola çıktılar, birlikte şarkılar söyleyerek;

Dümenler çevrilmeden esmesin rüzgâr

Tezekleri yuvarladım yaptım topak

Şafakla gelirim sana ilelebet

Yeter ki bana bir avuç fındık ver

“Fındık?”

* * *

İki arkadaş şarkılar eşliğinde turnuvanın düzenleneceği kasabaya doğru coşkuyla yürümekteydi. Sincap, genç şövalye adayına yarışmada takınması gereken tutumu ve uyması gerekli taktikleri yüksek sesle anlattı.

“Her şeyden önce sakin ve gözü pek görünmelisin.” Dedi sincap.

“Ben zaten cesurum.”

“Onu biliyoruz. Sen yine de öyle görünmeye bak.”

Biraz ilerledikten sonra yoruldular ve yemek molası vermek için koca bir kayının altına uzandılar. Sincap, ceplerinden fındıkları boşaltmaya başladı. Genç aşığın ise yanında sadece ekşi ve sulu bir elma vardı.

“Elma iyidir, severim elmayı lakin bir fındık değildir. Manyak faydalı bir şeydir fındık. Kolesterolü düşürür. Ayrıca kansızlığa bire bir. Aklında bulunsun cinselliğe de pekiyi gelir.”

“Olur, söylerim.”

“Kızma be hemen. Şu tepeye baksana, kara bulutlar üşüşmüş başına. Doğa çok komik bir şey canım.”

“Etkileyici. Daha önce hiç bu kadar hızlı yayılan bir bulut görmemiştim.”

“Bulutlar yayılır mı?”

“Sanırım hareket eder.”

“Öyleyle bu?”

“Yok artık!”

Haydut birliği tepeden aşağıya doğru hızla inmekteydi.

“Bu ne acele be! Görende gebe kalmışlar sanır.” Diye hayret etti dişlerinin arasında fındıkkabuğu bulunan sincap.

Genç şövalye bir an ne yapacağına karar veremedi. Kaçmaları gerekirdi fakat böylesine düz kırlıklarda hemen fark edilirlerdi. Dondu kaldı.

“Hey seni sersem!” diye seslendi sincap.

Oğlan etrafına baktı yalnız kimseyi göremedi.

“Yukarıdayım, ağacın tepesinde.”

“Ne yapıyorsun orda?”

“Barbekü. Beş çayını da üstüne verdim yemek sonrası hazır olur. Oh mis.”

“Ağacın tepesinde çay mı içilir hiç.”

“Haydutları görmüyor musun saman kafalı. Saklanmamız lazım. Gel yanıma çabuk.”

“Nasıl çıkacağım?”

“Asansörü kullan.”

“Nasıl yani?”

“Tırman kahrolası tırman.”

* * *

Haydut birliği koca bir tesadüf eseri mola vermek için iki arkadaşın üzerinde bulunduğu kayın ağacının altını seçtiler. Liderleri olan altın dişli herif pek bir asabiydi.

“Sofrayı çabucak kurun. Güneş sönmeden evvel kasabaya varmak istiyorum.”

Birlik sinirli bir telaşe içerisinde emirleri gerçekleştirmeye çalıştı. Tek gözlü, beyaz kaşlı haydut ateşi ahmakça bir özenle harladı. İçlerinde en gençleri olan on yaşındaki oğlan -haydut gibi haydut- maşrapalara şarap -su katılmış- doldurmaya başladı. Yol boyunca ağaçlardan talan ettikleri sepetler dolusu meyveyi açığa çıkardılar, bugün için çok az etleri vardı. Ve sepette bulunan onca meyvenin içerisinde bir elma gözüktü.

“Baksana,” diye fısıldadı sincap. “Onu gidip senin için alacağım.”

“Hayır,” dedi oğlan fısıldamayla, öyle ki sesini kendisi bile duymamıştır. “Bunu yapma.”

“Biliyor musun istersem görünmez olabilirim.” Dedi sincap ve dallardan sarkarak sepete doğru yol aldı. Son dala vardığında kendisini dalla birlikte sallayarak orada bulunan iğdiş edilmiş zavallı atın sırtına fırlattı. Atın ölüm karası rengi yelesini kendisine dost edindi ve ona tutunup kolayca sarkarak zemine indi. “Tanrının olmayan adaleti!” diye felsefi bir atılımda bulundu. “Benim keçe gibi bir derim varken böylesine pek de değer görmeyen acınası bir atın yelesinin ipek gibi olması.”

Türlü otların bitmiş olduğu zeminde rahatlıkla görünmez bir şekilde yürümekteydi. Aniden önünden bir haydut geçti ve geriye doğru çaktırmadan yürümeye başladı ve daha sonraları buna ay yürüyüşü adı verildi.

Derken genç ve cesur şövalye o muazzam dengesini kaybederek ağaçtan düştü, haydutların ortasına, sere serpe, müstahak.

* * *

“Kelle, kelle, kelle.” Diye davullar eşliğinde tezahürat yapmaktaydı kan görmek isteyen haydutlar.

“Bence derisini yüzelim.” Dedi gerzek olan.

“Bana kalırsa diri diri yakmalı.” Dedi sünepe olan.

“Sincabı asalım, çocuğu yiyelim.” Diye en aykırı yorumu ortaya attı peltek olan.

“İkisinin de ağzına sıçalım.” Dedi şakacı olan.

“Lan oğlum bir git!” diye haykırdı korkuyu o an yüreğinde mesken eylemiş olan sincap.

“Kes sesini pis hırsız!” dedi katır görünüşlü olan.

“E ama konuşturmuyorsunuz.”

“Çünkü boş konuşuyorsun.” Diye karşılık verdi yanık sesli olan.

“Ben böyleyim işte. Ne yapayım yani doğamda var. Olmuyor. Konuşmadan ol-mu-yor.”

“Bir de evrim yanlısı çıktı başımıza.” Dedi cahil olan ama kendisini deha zanneden.

“İnsan haklarına da oldukça geniş ve hoşnut bir perspektiften bakıyor, öylesine tatlı biri.” Diye ekledi genç şövalye.

“Savunma şu küçük yılanı.” Diye tısladı sivri kulaklı olan.

“İyi ki bir kuyruğumuz var yani.” Diye kendisini savundu sincap.

“Kanatları olsaydı uçardı belki ama yok. Kocaman dişleri var onun yerine. Ne yani yemesin mi fındık?” Diye sordu oğlan, şaşkın ahaliye.

“Aslında elma da güzeldir. Çok faydalıdır hem de. Saysam var ya bitiremem faydalarını. Durun sayayım isterseniz…” derken sincap.

“Bağlayın şunların ağzını.” Diye emir verdi lider olan, bunun kafası azıcık çalışıyordu.

* * *

Kırk kılıksız haydut yaşlı kayın ağacının altından düştüler pespaye yollara. Ne de olsa gün batmadan kasabaya varmaları lazımdı, hızlıca. Bu yüzden fazla yükten arınmaları gerekiyordu.

Ağacın gövdesinde bir sincap asılıydı. Kulaklarından oklanarak tutturulmuştu. Biri ise tam kalbine hedeflenmişti. Yüzünde bir sırıtış ifadesi kalmıştı öylece.

Yerde ise genç bir oğlanın bedeni vardı, kılıçlarla kesik. Dişlerinin çoğu sökülmüştü. Yüreği de sökülerek avuçlarına yerleştirilmişti. Yüreğini taşıyan cesur oğlan.

Ve bir de genç ve güzel kız vardı, düşlenen. Evet, o yaşadı hem de çok uzun yıllarca. Fakat kalbi hep buruktu ve nedenini asla bilemedi. Ölümüne az bir nefes kaldığında ise intihar etti.

Lider haydut vardı. Zalimce bir yaşam sürdü. Bir gün arkadan vurularak öldürüldü. Gözleri açık gitti. Bilmek istedi, kendisini vuranı. Göremedi.

Yaşlı ve bilge kayın vardı. Birçok zamana tanıklık etti. Gördü, dinledi ve sustu. Lanet olası bir konuşabilseydi.

Aşk vardı. Bir yanılsamadan ibaret, en hüzünlüsü, hiç var olmaması gereken belki de olmayan.

Yeryüzü vardı, acımasızlıklarla dolu. Hayallere balta vurup, ümitlere zehir eken. Gücünü yaratıcıdan alan.

Yaratıcı vardı, gözleri kızgın yağla kaynatılmış. İyi sonları sevmeyen. Oyun delisi.

Kahkahalar vardı, canlılara ait, her şeye rağmen. Yankılanacak olan, ilelebet, inadına, şeytani.

Kim bilir şeytanice atılan bir kahkaha belki bir gün yaratıcıyı bile kavurabilir.

Kayın Ağacı ve İki Yoldaş” için 7 Yorum Var

  1. Merhaba,
    Öykünüzü beğenerek okudum. Sıradan bir konuyu farklı bir yere taşımızsınız. Yalnız dikkatimi çeken tek şey, sonuç kısmını çabuk bağlamanız oldu. Açıkçası ben, sincabın ve oğlanın yakalanış sahnelerini de okumak isterdim. Özellikle sincap o kadar kolay pes etmemeliydi.
    Ayrıca sincabı başka öykülerinizde de yeniden görmek isterim. Güzel bir karakter yaratmışsınız. Belki bir yerlerde tekrar canlanır ve karşımıza çıkar!

    1. Sevinç duydum. Haklısınız, sonuç kısmı hikâyenin gidişatından pek bir bağımsız. Doğrusu ben de karakterlerimize birazcık sempati duydum, bu sebepten ki yakalanış sahneleri diye adlandırdığınız kısmı yazmak benim için fazlasıyla zorlayıcı olacaktı. Evet, hikâyenin sonunda şiddet vuku bulmuş yalnız bu şiddeti okuyucunun önünde sergilemeyi pek uygun görmedim. Aslında o bölümleri yazmak için uğraş verdim fakat ortaya fazlası ile duygusal -finali zedeleyecek- ve zorla icra edilmiş bir çalışma çıktı. Eğer kendimi zorlayarak o kısmı yazarak dahil etseydim bu defa çok farklı bir finale doğru da yol alabilirdim. Bundandır ki o kısımlar çöpe gitti.

      Belki de finalde şiddete maruz kalmış olan kişiler kahramanlarımız değildir, ha? Bir Brandon ve Rickon vakası gibi olabilir mi ki? Maalesef, onlar gitti, öldüler. Belki bir sonraki öyküde korkusuz sincapımızın sahip olduğu kişilik, yoksul gettoların birinde yaşayan yaşlı bir teyzenin bedenine nüfuz eder, kim bilir. Oyun biter, salon kararır ve yeni sahneler kurulur, farklı kurgular, başka yaşamlar için.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *