Öykü

Kırmızı Balon

Ahmet için heyecanlı bir gündü. Sabahı zor etmişti. Gece boyunca beklediği şafağı sevinçle karşılamış, karnında tatlı tatlı uyuşmalarla hayaller kurarak güneşin doğuşunu daracık pencereden izlemişti. Gökyüzü yalazlanırken mest olmuş, içindeki ateşi hissetmiş, ufukta beliren alevde adeta kendini, tutkularını bulmuştu. Öyle ki, zamandan ve mekândan bağımsız gibi kopup gitmiş, koğuştakiler teker teker uyandıklarında bile hâlen seyrederek düşlemeye devam etmişti.

Koğuşta kadınlı erkekli yaklaşık elli kişi vardı. Kimi genç, kimi yaşlı olan bu insanlar her sabah borazan öttüğünde disiplin cezası almamak için meydana toplanırlardı. Bu yükümlülük günlük rutinin en önemli parçasıydı. Aksi davranış ya da ihmal isyan sayılıyor ve her biri bunun korkusuyla acele ediyordu. Ahmet de onlardan biriydi ama tek farkla; bugün korku değildi adımlarını sıklaştıran, umuttu.

Bunun nedeni de uzun zaman sonra panayır görecek olmasıydı. Nasıl içi kıpır kıpır olmazdı ki zaten, böylesi bir mucizeydi! Akşam kampa gelecek ve hediye dağıtacaklardı. Bu kocaman karanlığı aydınlatacaklardı böylece. Sabırsızca hazırlandı.

Meydana vardığında kalabalığın içinde arkadaşları Mustafa ile Kağan’ı zorlukla buldu. Onlar da kendisi gibi heyecanlıydı, bekleyişlerinin verdiği yoğun hazla yerlerinde duramıyorlardı. Mustafa, Ahmet’i görünce gülerek sordu:

“Ne o, uyuyamadın mı?”

“Sen uyuyabildin mi?”

“Ne mümkün!”

“Panayır yüzünden değil mi?”

“Acaba nasıl olacak dersin?” Bunu duyan Kağan, aynı şekilde konuşarak “Hiç fark etmez,” dedi. “Eğlenceli olsun da.”

Oysa Ahmet içten içe kırmızı bir balon istiyordu. Sebebi de basitti. Köylerinde her yaz panayır olurdu ve dedesi ona kırmızı bir balon alırdı. Bütün eğlenceli saatleri bu balonla geçirir, gönlünce eğlenirdi. Hâliyle Ahmet için o günler bu şekilde anlam bulmuştu. Kırmızı balonu olursa yeniden aynı hissedeceğini düşünüyor, yeniden mutlu olacağını umuyordu.

Yine hayal etti. Ama bu kez kırmızı rengi ölümün kızıl ellerinin dokunduğu, sardığı düşlerini anımsattı, içi karardı. Büyük Arınma’yı düşündü. Önce anne babası, sonra dedesi kaybolmuştu ve bir sabah siyahlara bürünmüş birtakım adamlar gelmiş, apar topar bu kampa getirmişlerdi. Tuttukları kocaman silahlardan nasıl korktuğunu dün gibi hatırlıyordu.

Baştan aşağı siyah ve tek tip giyinirlerdi. Yüzlerinde ifadelerini gizleyecek maskeler bulunurdu. Hâliyle hissettiklerini anlamak mümkün olmazdı. Üstelik yekpare davranışları, kararlı ve nizami tavırlarıyla insansılıktan uzaklaşarak korkunç hâle gelir, çevrelerine korku saçarlardı. Yürüyen ölüm makineleri gibiydiler yani; Azrail’in emrinde insanları yutmakta, toprağa tükürmekteydiler…

Oysa şimdi herkes farklı görünüyordu gözüne. Kampa geldiğinden beri acının binbir yüzüne tanıklık etmiş, yabancılığa alışmıştı, çünkü burada herkes yabancıydı, ötekiydi. Silahlı adamlar da korkutmuyordu artık. Zira korkuyla yüzleşmişti bir vakit, aşina olmuştu suretine. Geçip gidiyordu zaman, yaşam tekdüze bir tekrar hâlini almıştı ve düşünmek yalnızca sancıyı derinleştirdiğinden hayatı düşüncelerden çok olaylara yönelikti. Olanı kabul ediyor, olabileceği görmezden geliyordu.

Kahvaltı için kuyruğa girdi, sırası gelince yemeğini aldı. Her zamanki gibi kül renginde bir lapaydı tabaktaki, aldırmadı. Hemencecik Azamet Teyze’nin masasına gitti, masadakileri süzdü, selamlayarak oturdu. Masada irice ama sevimli bir kadın olan Azamet Teyze dışında dört kişi daha vardı. Yan koğuştaki Hasan ile Hüseyin kardeşler önce gözüne çarptı. Henüz yirmilerinde olan bu ikilinin tek suçları yazmaktı. Gerçi yazdıklarının ne olduğunu anlamamıştı ama çok tatlı insanlar olduklarını düşündüğü için her halükârda haksızlığa uğradıklarına hükmediyordu.

Öte yanda Şakir Dayı ve kızı Bige vardı. Şakir Dayı huysuz ve ketum bir adamdı, pek konuşmaz, bolca homurdanırdı. Konuştuğu zamanlardaysa suskunluğunca bilendiği kim varsa saydırır, bilhassa kamp yönetimine söylenir ama duyulmaması için bıyık altından isyan ederdi. Eskisi kadar çalışamadığı için dikkat çektiğini bildiğinden daha fazla göze batmayı istemez, huyundan da vazgeçemezdi. Bige’yi de devamlı ikaz ederdi. “Kızım, evladım, sakın kimseyle konuşma, kimseye anlatma, yoksa sonun annen gibi olur,” derdi. Ama Bige umursamaz, hatta inadına bildiğini okur, hepsinden fazla dayak yerdi. Annesi gibi Karadeniz kızıydı zira. İsyankâr, başına buyruk ve dediğim dedik.

Ahmet’le de az meyve çalmamış, birlikte az dayak yememişlerdi. Özgür bir ruhu vardı, sınırlara, yasaklara karşı sonsuz bir isyan ateşi yanardı bakışlarında. Bundan sebep dayak yerken bile başını eğmez, dik dururdu. Yine de çocuktu. Bir köşeye siner, kimseye görünmeden ağlardı. Bir tek Ahmet bilirdi hissettiği yalnızlığı. Yanına oturup gözyaşlarını siler, küçücük ellerini avucuna alır ve çamur içindeki yüzüne bakarak güldürmeye çalışırdı. Güldürürdü de…

Ki gülünce ne güzel olduğunu fark ederdi böyle zamanlarda. Ağlamaktan kızaran gözlerinde binbir ışık yanardı ansızın, o ışık ki yıldız misali parıldar ve bir anda ısıtırdı içini. Hayran olurdu yüzünün her bir detayına, teninin rengine. Saf saf seyrederdi gündüz düşlerine dalmışçasına. Artık zihnine kazınan, ezbere bildiği kokusu adeta baharı getirirdi, derin derin nefes alır, içine çekerdi huzurla. Mest olurdu, kendinden geçer, yine kendini bulurdu.

Ancak hassasiyeti en derin korkularını da ortaya çıkarırdı. Ona göre Bige’yi sevmek bir dağı aşacak kadar cüretkâr ve cesur olmayı gerektiriyordu. Aynı zamanda pervasız adımlardan kaçınmak, kimi sözlerin tesirinden sakınmak ve her bir temasın yaralama ihtimalinin farkında olmak da gerekirdi. Çünkü her temas iz bırakırdı ve onun ruhu birçok kayıp izle kaplıydı; yarasını derinleştirmekten imtina eder, bir sevdiğini daha kaybetmek istemediğini söylerdi içten içe.

Kaybettiklerini hep birlikte anarlardı. Özellikle de annelerini. İkisi için de zamanın belirsiz bir noktasına yolculuk gibiydi bu. Oldukları hâlden ve bulundukları yerden sıyrılır, bambaşka bir yere göçerlerdi. Ahmet’in yalnızca anıları vardı. Hatırladığı şeyler de azdı hâliyle. Annesi siyah saçlarını devamlı aynı şekilde örer ve Hindistan cevizi kokardı. Bir de kendisine masallar okurdu, kocaman bir kütüphanesi vardı.

Bige’ninse çantasında bir fotoğrafı vardı, solgun yüzlü, güzelce bir kadından hatıra kalan. Her seferinde gözleri dolu dolu anlatır, heyecanla aklında kalan birkaç anıyı tekrarlar dururdu. Yumuşacık ellerini bırakmazdı hiç. Hayran hayran izler ve onun gibi olmak isterdi. Onun için annesi olmak istediği kişiydi ve bu isteği hiç kaybetmemiş, bir an bile yitirmemişti. Böyle de olmaya devam edecekti. İnadını hiç kimse, hiçbir şey kıramazdı.

Hâliyle kararlığı Ahmet’e de sirayet eder, yüreğinde bir ürpertinin uyanmasına sebep olurdu. Sevginin dehşetli bir şey oluşu karşısında kaygıya kapılmaması da beklenemezdi zaten. Kaybetmenin ne demek olduğunu biliyordu, kaybettiklerinin açtığı boşluğu en derinlerinde, en acı şekilde hissediyordu, korumaya çalışıyor ama gücünün yetmeyeceğini bildiğinden daha fazla acı çekiyordu. Acı büyüyor, zihnini yokluyor ve çaresizliği tattırıyordu. Ahmet’in dilemması buydu.

Masaya oturduğunda herkesin yüzünde bir tebessüm belirdi. Ama gözü Bige’deydi, ki o da gelişinden memnundu, tebessüm etti. Bunu fark edince sevindi. Aralarındaki sohbete dahil edildi hemencecik. Hasan biraz alaycı biraz muzır:

“Hadi yine iyisin ufaklık. Panayır geliyormuş akşama. Heyecanlı mısın?” diye sordu. Sesindeki alayı umursamayan Ahmet, “Heyecanlıyım ya,” dedi; ama çok da değil.”

Heyecan iyidir, özellikle de böyle bir cehennemde,” diyerek güldü: “Gerçi asıl cehennem orada ama…” derken sözünü Azamet Teyze kesiverdi. Sustu. Ansızın sessizlik çöktü masaya. Yüzünde bir yasağı çiğnemiş olmanın verdiği endişe belirince Azamet Teyze aray girip masanın diğer yanındaki Bige’ye “Ya sen?” dedi; “Sen de heyecanlı mısın kuzum?” diye sordu. “Evet, hem de çok,” diye yanıtladı. Yüzünde bir belirdi Azamet Teyze’nin. Şakir Dayı’ya dönüp başka bir şey hakkında konuşmaya başladı. Böylece konu kapandı.

Gerçeğin sümen altı edildiği ortadaydı. Bazen insanlar gidiyor ve dönmüyorlardı. Bir anda, sanki hiç var olmamışçasına yok oluyorlardı. Bunu anlayamıyordu bir türlü. Azamet Teyze’ye sorduğunda daha iyi bir yere gittiklerini söylüyordu. Ama nedense yalan söylediğini düşünüyor, konuşmak istediğinde ise geçiştiriliyordu. İçten içe korkularını besleyen şeyin bu sırra bağlantılı olduğunu sezinliyor, yine de elinden bir şey gelmediği ya da yanıtı öğrenmekten çekindiği için üzerine gitmiyordu. Şimdi de bunu duymuştu işte. Merakını cezbetmesi normaldi, takıldı kaldı oraya.

O düşüncelere dalmışken Şakir Dayı söylenmeye çoktan başlamıştı. Susmaya da hiç niyeti yoktu. Boyuna öteki koğuşlardan şikâyet eder, yemeklere lanet eder, bunları devamlı tekrar ederek söylenip dururdu. Hasan ile Hüseyin de bunu fırsat bilir ve alttan alta sinirine dokunurlardı. İşin asıl gülünç yanı da Şakir Dayı’nın kızdığının belirtisi yüzünün git gide pancara dönmesi, kırmızının binbir tonuna bürünmesiydi. Bunu gören muzır kardeşler o öfkelendikçe kıs kıs güler, oyuna kendilerini iyice kaptırıp gönlünce eğlenirlerdi. Azamet Teyze ise arada dozunu kaçırmamaları ikaz etse de kendi deyimleriyle cehennemde sahip oldukları tek eğlencelerine mani olmayı istemeyerek gülmekle yetinirdi. Öğlen yemekleri her daim böyle geçerdi ve siren sesleriyle sona ererdi. Alışmışlardı artık…

Meydana döndüklerinde silahlı adamların nezaretinde iki sıra hâlinde dizilerek çalışacakları bölmelere doğru yürüdüler. İşleri belliydi. Suçlarının bedeli olarak askeri teçhizat üretiminde çalıştırılıyorlardı. Yeni ıslah yöntemi buydu. Toplumda işe yaramayan asla barınamazdı ve yine toplumun işleyişine aykırı olanı terbiye etmenin yolu böyle bulunmuştu. Bu uğurda yapılanlar da vatana hizmet sayıldığından, yaşananlar duygu yüklü bir piyes gibiydi. İyi olduğunu savunan kötü olduğunu iddia ettiği kişilere ders vermekteydi ve bu böyle sürüp gitmekteydi…

Ahmet, cılız vücuduna rağmen sıkı çalışıyordu. Aksi de mümkün değildi zaten, izin verilmezdi. Banttan gelen onlarca mermiyi tek tek alıyor ve özenle kutuluyordu. İşi yalnızca buydu. Ama öylesine hızlı bir devinim vardı ki, neredeyse düşünmeye fırsat bırakmıyordu. Neredeyse diyorum, çünkü panayırı hayal edecek kadar enerjisi daima vardı, aklından kırmızı bir balon geçiyor ve kampın ortasında Bige’yle koşuşturuyordu. Yorgunluğunu bu hayalle aşmaya çalıştı, tüy gibi hissederek taşıdı durdu. Nasıl olsa akşama az kalmıştı, balonuna kavuşacaktı.

Güneşin batmasına yakın aynı tiz ses yankılandı meydanda. Mesai bitmiş, ahali yavaş yavaş devasa demir kapının önünde toplanmaya başlamıştı. Herkes heyecanlıydı, özellikle de çocuklar. Ahmet de pek farklı değildi. Pır pır eden yüreğinin şarkısını dinliyordu doyasıya ve balonun hayalini zihninde canlı tutmaya çalışıyordu. Bir yandan da göz ucuyla yanında duran Bige’ye bakıyordu. Altın sarısı saçları rüzgârda dalgalanırken öyle güzeldi ki, bakmaya doyamıyordu. Rüyada gibiydi ve uyanmaya hiç niyeti yoktu. Büyülenerek beklemeye devam etti.

Panayır araçları geldiğinde herkes tek sıra hâlinde dizildi ve silahlı adamların nezaretinde beklemeye koyuldu. Araçtan üniformalı, pek suratsız iki adam çıktı ve tenteyi kaldırarak sıraya girenlere teker teker paket dağıtmaya başladı. Bige’yle Ahmet de sıra kendilerine geldiğinde paketlerini aldılar, hemen bir ağacın altına geçtiler ve heyecanla açmaya koyuldular. Paketin içinde kallavi bir defter, birkaç kalem, silgi, kalemtıraş, bayrak ve evet, balon vardı. Hem de birden fazla. Balonlar sünmüş hâlde küçük bir naylonun içindeydi. Ahmet naylonu aceleyle açtı ve içlerinde kırmızı olanı bulup şişirmeye başladı. Bige de ona katıldı. Birbirlerine bakıyor, kikir kikir gülüşüyorlardı.

Bu sırada Ahmet’in gözüne bir detay çarptı. Araçtaki adamların kamp yöneticisiyle konuştuklarını gördü. Elinde bir liste vardı. Üzerindeki birtakım şekilleri gösteriyor, hararetli şekilde bir şeyler anlatıyordu. Gergin olduğu her hâlinden belliydi. Fakat ne söylediğini anlayamıyordu. Şüphelenerek ilgisini oraya yöneltti. Aklında yeniden Hasan’ın söylediği cehennem sözcüğü belirdi. Bunca hediyeye rağmen neden böyle bir şey söylediğini düşündü ve göğsünden boğazına doğru bir sıcaklığın yükseldiğini duyumsadı, gerildi. Bir şeyler döndüğünü anlamıştı. Korkunç bir gizin açığa çıkacağını tahmin etti, ancak bundan kaçışın imkânsız oluşu gerginliğini katladı, devasa bir çığ misali zihninde büyümeye başladı.

Aynı anda müdürün gür sesi avluda yankılandı:

“Mahkumların dikkatine! Birazdan isimleri okunacak mahkumlar görevlilerce teslim alınacaktır. Herhangi bir direnç karşısında her türlü müdahalenin yetkileri dahilinde olduğunu hatırlatırım.”

Bunun üzerine meydan adeta buz kesti. Çıt çıkmaz, tek bir kişi dahi konuşmaz oldu. Öyle ki, sessizlik adeta ince bir buz tabakası gibi herkesi ve her yeri sarıp sarmalamışken, tek bir sesle her şey dağılacak, yok olacak gibiydi. Ahmet’in bunu fark etmesi yalnızca birkaç saniye sürdü, idrak etmesi de zihninde birçok soru işaretinin belirmesine neden oldu. Sebep-sonuç bağı kurarak fikir yürütmeye çalıştı. Boşa çıktı. Bige’ye döndü baktı. Bakışları kesişti ama onda da aynı merakı ve bilinmezliği görünce kuşkusu iyiden iyiye körüklendi. Ancak tek çaresi beklemekti. Ne olduğunu öğrenmesinin tek yolu buydu.

Kampın çevresindeki askerler kamyonların etrafında toplandı. Elinde megafonla bir çavuş da kamyonlardan birinin üstüne çıktı, meydanda toplananlara doğru konuşmaya, isimleri saymaya başladı. Kimin ismi okunsa çevresindekiler ağlamaya, sızlanmaya, bağırıp haykırmaya başlıyordu. Ne ki feryat figan fayda etmiyordu. Askerler aldığını götürüyorlardı ve karşı çıkana da asla acımıyorlardı. Baskı öylesine fazlaydı ki, giderek pısan kalabalık küçülerek tek parça hâlini almaya başlamıştı.

Gelgelelim Ahmet ile Bige bütün bu olanları yabancı gözlerle seyrediyorlardı. Onların nazarında olanların hiçbir anlamı, ifade biçimi yoktu. Şahit oldukları arasında korku aşina oldukları yegâne şeydi. Onu tanıyorlar ve anlayabiliyorlardı. Ki Şakir Dayı’nın ismi de okununca korkuları katlandı, derinleşti. Askerler kalabalığın içine daldılar, koluna yapıştılar ve peşleri sıra sürüklemeye başladılar. Herkesin gözü önünde bir çığlık işitildi o an:

“Babaaa!”

Tüm gayretiyle babasına koşan Bige’yi askerler engelledi. Bağırdı, çağırdı ama ne çare! Fayda etmedi. Gözyaşları içerisinde babasından koparılan Bige’yi Azamet Teyze tuttu, sardı. “Hiçbir şey olmayacak güzelim, baban iyi olacak, merak etme,” diyen Azamet Teyze Bige’yi teskin etmeye çalıştı. O an Ahmet çaresizliğin yakıcı hüznüyle tanıştı, yüreğindeki kuşların kanatları yandı ve teker teker süzüldü boşluğa. Öylece kalıverdi tek başına. Kocaman bir yangının içine düşmüştü sanki ve giderek yayılıyordu alevler. Yalandı duydukları, biliyordu; ancak Bige’ye elini uzatamıyor, kimseyi duyamıyor, kimseye sesini duyuramıyordu. Boşluğa atılmış ve unutulmuş bir çığlık gibi sahipsiz, tek başınaydı.

Bige içinse her şey daha yeni başlıyordu. Korkunun dağlarını yıktı, eşiği geçti. “Yalan söylüyorsun, annem gibi babam da gidecek, bırak beni,” dedi ve aniden fırlayarak babasını götüren kamyonun peşinden koşmaya başladı. Muhtemelen kapanan kapakların ardında kalan yüzüne tesadüf etmişti bakışları. Ahmet de ardı sıra gitti. Askerler uyarmaya başlamışlardı. Ellerinde silahlarla kovalıyorlardı. Dehşetengiz bir görüntüydü. Saniyeler saatler gibi geçmek bilmiyordu. Sonra, tam da Bige kamyona yetiştiği sırada bir patlama sesi duyuldu. Kamyon durmadı, yoluna devam etti; Bige ise…

Ahmet birkaç adım atabildi sadece. Yoksa… Mavi elbisesinde bir gonca misali açılan yaradan kızıl kan akmaktaydı. Üzerine eğildi, dizlerine yatırdı ve gözlerinin içine baktı. Masmavi gözlerindeki ışık sönmüştü. Yüzü bir yabancının suretine bürünmüştü. Kaybettiği bütün insanları anımsadı, içine bir sızı dadandı. Sesini yitirdiğini anladı, zihninde binlerce fikir uyandı, saplandı hançer misali.

Meydan öylesine sessizdi ki, tek bir sesle yıkılacak gibiydi her şey. Tek bir nefes, tek bir adımda yiterken… Rüzgârın sesini işitti, fırtına geliyordu besbelli, yağmur bulutları kuşattı dört bir yanı, sesleri içine çekti ve kendinde topladı. Bir an sonra gök gürlerken yağmur başladı, damlalar gözyaşlarına karışırken elinden kaçırdığı balonun ağır aksak yükseldiğini gördü.

Savrula savrula telleri aşan balon, duvarın hemen ardındaki ağaçlardan birine takılıverdi. Diğer balonu fark etti o an. Aynı dalda buluşmuş, sarılmışlardı. Oynadıkları oyunları anımsadı, birlikte geçirdikleri tüm zaman gözlerinin önünden geçiverdi. Sanki zaman yavaşlamış, her yer devasa bir yavaşlığa kapılmıştı.

Rüzgâr bir kez daha, bu sefer daha güçlü estiğinde ikisi birden kurtuldu ve boşlukta savruldu. Sonsuza yelken açmış gemi gibi açılmışlardı ama… Balonlardan biri patlayıverdi ansızın, duvarın ardında gözden kayboldu. Öteki yalnız başına uçarken yeniden Bige’ye baktı, mavi gözlerindeki ışık sönmüştü sonsuza dek, hiç var olmamışçasına silinmişti yüzündeki ifade.

Annesiyle beraber dinlediği şarkıları anımsadı, göğe kaldırdı bakışlarını, uzaklara, çok uzaklara baktı; askerler kollarını girip sürüklerken gözlerini kapadı ve kendini bıraktı.

Emre Bozkuş

İstanbul Bakırköy'de doğdu. Lisans eğitimini Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı'nda tamamladı. Yazmaya 2014'te blog yazarlığıyla başladı. Öyküleri ve makaleleri Bilimkurgu Kulübü, Açık Beyin, Düşünbil, Kayıp Rıhtım, Esrarengiz Hikâyeler, Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi gibi internet mecralarında ve dergilerde yayımlandı. Çeşitli öykü seçkilerinde yer aldı. Yazmaya devam etmektedir.