Öykü

Kokarca

“Hay yağmuruna da!” diyerek koştuğu sokağın ortasında durdu. Saatlerdir dinmeyen yağmur onu sırılsıklam yapmakla kalmamış kapüşonuna çarpan yağmur damlalarının sesi, kafasının içinde zonklamaya başlamıştı. Bu durumu tahmin etmeden evden çıktığı için yolun ortasında yağmura yakalanmış, çareyi de koşarak gideceği yere daha çabuk varmakta bulmuştu. Küfürler ederek durdu yolun ortasında. Yol kenarında aşağıda kalan bir ev girişi gördü. Evin kapısının önünde, altında biraz bekleyebileceği bir plaka vardı.

Merdivenlerden aşağıya inip kapının önünde beklemeye başladı. Beklediği yer o kadar küçüktü ki yüzünü kapıya döndüğünde kapı deliğiyle göz göze geliyorlardı. İçeride kim yaşıyor acaba diye merak etti. Görseler kızarlar mıydı acaba? Gerçi yağmur yağıyordu, elinde olan bir durum değildi ki. Tam bunları düşünürken kapı açıldı. Kapıyı 12-13 yaşlarında bir kız çocuğu açmıştı. Son derece sakin bir şekilde baktı kapısının önünde duran uzun adama.

“Merhabalar efendim.” dedi kız. Kapının açılmasından dolayı zaten eli ayağına dolaşan adam, kızın kibar dili karşısında daha çok şaşırdı. Açılan kapının ardından kendisine küfürler saydırılacağını ve hiç söz hakkı verilmeden kovulacağını düşünmüştü. “Merhaba küçük hanım. Yağmur yağıyordu da. Ondan dolayı bekliyorum burada. Yağmur bitsin hemen gideceğim merak etme. Annenlere öyle söylersin tamam mı?” dedi adam. Bir yandan bunları söylerken bir yandan da kızın üstünden evin içine göz gezdiriyordu. “Ne annesi? Annemler yok ki.” dedi kız. Anne kelimesinden önceki söylenilen hiçbir şeyi umursamamış gibiydi. Adam bunu duyunca kafasını içeriyi süzmekten alıkoyup tekrar kıza çevirdi. “Nasıl yoklar? Çalışıyorlar mı? Gerçi bugün tatil çalışıyor olamazlar. Neredeler peki?”. Kız adamın söylediği şeyleri sanki farklı bir dil duyuyormuşçasına dinliyordu. Anne kelimesinin, çalışmak kelimesinin anlamını sorguluyor gibiydi. “Bilmiyorum eğer bulursan bana da haber et.” dedi kız, kapıyı açıp arkasını dönüp içerideki koltuğuna giderken. Kızın söylediğinin ciddi mi yoksa alay mı olduğunu anlamayan adam açık kapının önünde kalakaldı. Kız koltuğa oturmuş ayaklarını koltuğun önündeki masaya uzatmış televizyon izlemeye dalmıştı bile. Kız oturduğu yerden arkasını bile dönmeden adama seslendi: “Girmeyeceksen de kapıyı kapat yağmurun soğuğunu seviyor olsaydım şu salak sobayı çalıştıracağım diye uğraşmazdım.” Eliyle televizyonun çaprazında kalan sobayı gösterdi. Adam teşekkür ederek içeriye girdi. Bir eliyle yağmurdan ıslanmış montunu çıkarırken bir yandan da içerisine girdiği evi süzüyordu. Ev çok boştu. İnternette izlediği minimalist insanların evlerini andırıyordu. Fakat bu minimalizmin bilerek değil de yokluktan olduğu çok belliydi. Kızın şu an üzerinde oturduğu büyük bir koltuk bir televizyon ve koltuğun arkasında da üzerinde hiçbir şey olmayan yuvarlak bir masa vardı. Masanın etrafındaki tek sandalyenin de sırtını yaslayacağın yeri kırıktı. Ev sokağın altında kaldığı için güneş alabilecek bir penceresi de yoktu. Sokağı alttan gören ufak pencereleri odanın çok yukarısında kalıyordu ve adeta hücre pencerelerini andırıyordu. Tüm beklentilerinin aksine içerisi oldukça güzel kokuyordu. Kötü kokan her şey çöpe atılmış böylelikle hem ev boşaltılmış hem de koku giderilmiş gibi bir hal vardı.

Adam yavaş adımlarla koltuğa yaklaştı. Otururken televizyonda dönen şeye gözü takıldı. Yabancı bir dilde bir video dönüyordu ve videoda bir adam elindeki tüplerle deney yapıyormuşçasına tavırla bir şeyler gösteriyordu. Tüplerin içindeki farklı renkli sıvıları birbirine karıştırıp kokluyor sanki aç karna çok güzel kokan bir yemeği koklayan birisi gibi tepki veriyordu. Tüm bu izlediklerinden bir şey anlamayan adam, koklanan şeyin ne olduğunu anlamamış fakat çok güzel bir sıvı olduğundan emin olmuştu. Ekrandaki görüntüler dönmeye bir süre daha devam etti.

Uzunca bir süre sessizce oturdular. Adam tam artık ben gitsem iyi olacak diye lafa girecekken kız konuşmaya başladı: “Neden adımı sormadın?”. “Efendim?” “Beni gördüğün ilk anda annemi babamı sordun, onlarla ilgilendin. Seni içeriye ben aldım ama yine de bana adımı bile sormadın. Neden?” Kız tüm bunları söylerken gözünü televizyondan ayırmıyordu. Bu durum adamı soruların kendisinden daha çok korkuttu. “Annenle beraber yaşıyorsan belki onlar beni evde istemez diye düşündüm, özür dilerim gerçekten. Biraz geç oldu ama sorayım, adın nedir?” “Çok önemli değil fakat iş yaptığım insanlar bana Kokarca diyorlar. Sen de öyle seslenebilirsin.” “Kokarca mı? O nasıl bir isim be?” “İsimden daha çok bir lakap gibi. Koku üretiyorum diye öyle diyorlar.” “Koku üretmek ne demek peki? Parfüm gibi şeyler mi yapıyorsun. Eğer satışını yapıyorsan almak isterim. Sen bana evini açtın destek olabileceksem olmak isterim yani.”

Kız elinde tuttuğu kumandayla televizyonu kapattı. Ayağa kalkıp oturdukları salona bağlı koridora doğru yürüdü. “Benimle gel. Göstereyim” dedi. Adam kapanmış televizyonun önünde tek başına kalmış bir yandan ürkmüş bir yandan da çok meraklanmıştı. Oturduğu yerden pencereye baktı. Yağmur durmakla kalmamış çok daha artmış gibiydi. Biraz daha burada vakit geçirmenin bir zararı olmaz diye düşündü. Hemen ayaklanıp kızın yanına gitti. Kız gözükmüyordu koridorda. Koridorun sonundaki odanın kapısı açıktı. “Kokarca! Neredesin?” diye seslendi kapıya yaklaşırken. “Gel gel buradayım” dedi kız. Sesi açık kapının olduğu odadan geliyordu. Adam içeriye girdi. İçerisi az önce oturduğu salona nazaran çok daha yoğun bir kokuya sahipti. Az önce televizyonda sürekli bir şeyler anlatan adamın içerisinde bulunduğu ortamı andırıyordu. Sürüsüyle tüpler, şişeler ve türlü kaplar vardı. Kız adamın etrafı keşfetmesini izledi. “İşte böyle.” dedi eliyle tüm odayı gösterirken. Ortada bulunan koyu yeşil masaya yaklaştı. Bu aralar bunun üzerinde çalışıyorum. Daha önce denemediğim bir koku. Elini masanın üstünde duran bir torbaya daldırıp avucu garip bir tozla kaplı şekilde çıkardı. Torbanın hemen yanında duran içi şeffaf bir sıvı dolu tüpe elindeki tozdan yavaş yavaş eklemeye başladı. Her eklediğinde burnunu yaklaştırıp kokluyor, suratında ‘yok bu değil’ gibi bir ifade oluşuyor ve sonra tekrar ekliyordu. Bunu her yaptığında ilk başta renksiz olan sıvının rengi de değişiyordu. Yeşilden maviye, maviden pembeye…

Tüm bunları anlamlandırmaya çalışarak merakla izleyen adam, dayanamayıp lafa girdi: “Nasıl bir koku arıyorsun?” “Yaşam kokusu.” “O ne demek? Yaşam kadar güzel kokan anlamında mı?” “Hayır o anlamda değil tabi ki de. Bildiğin yaşam kokusu. Şu an nasıl bir koku aradığımı ben de bilmiyorum ama bahsettiğin gibi güzel bir koku olmayacağına eminim.”

Adamın kafası kızın çıkan her kelimeden sonra daha çok karışıyordu. Bezgince etrafına bir kez daha bakındı. Kızın durduğu masanın arkasındaki büyük bir rafta üzerinde kuru kafa işareti olan sarı renkli bir tüp gördü. Diğer tüm koku tüplerinin aksine bu sarı olanından bir sürü vardı. Rafın tamamı sapsarı tüplerle doluydu. Eliyle sarı tüpleri gösterdi adam, “Bu kurukafalı olanlar ne kokusu? Zehirli anlamında mı?” Kız, kendisine en yakın olanını parmak uçlarında yükselerek raftan aldı ve masada sürükleyerek adama uzattı. “Al kendin dene. Ama kapağını açarsan tüm tüpü almak zorunda kalırsın. İnsanlar açılmış paketleri değersiz görüyor bu günlerde. Bir de ağız kokusu çekmeyeyim.” Adam tüpü eline aldı çok parlak bir sarıydı bu. Ne olduğunu anlayabilmek için kapağını açmadan dışarıdan koklamaya çalıştı. Bir yandan önündeki işiyle uğraşmaya devam eden kız bir yandan da elindeki tüpe uzaylı görmüş gibi bakıp inceleyen adama göz attı. “Merak etme, seni öldürecek olsaydım şimdiye çoktan yapmıştım. Ben insanları sırf yağmurda ıslanmak istemediler diye öldürmem.” Alaycı bir gülümsemeyle cevap verdi adam. Hafifçe kapağını açtı sarı tüpün. “Dur dur manyak.” Diye araya girdi kız. “Bekle. Başımıza iş açacaksın sonra. Ölümcül veya zehirli değil ama öyle ayakta koklaman çok iyi olmayabilir. Şuraya otur da öyle kokla.” Masanın karşısındaki, duvara yaslı sandalyeyi gösterdi hiç toza bulanmamış eliyle. Adam hızlıca gidip oturdu. Giderek daha çok heyecan basıyordu içini. Acaba karısının ona aldığı çikolata kokusu gibi bir koku muydu? Gerçi öyle olsa kurukafa koymazlardı. Belki de lağım gibi çöp gibi bir kokudur diye geçirdi içinden. Daha fazla düşünmeden hızlıca kapağı açıp kokladı.

Adam gözlerini açtığında evin salonundaki koltukta buldu kendini. Kapalı televizyonla bakışıyordu. Aynı yerde olup olmadığından emin olmak için etrafına bakınacaktı ki köşeye omzuyla yaslanmış ayakta duran kızı gördü. “Allahtan ayakta koklamadın. Bu kadar ani tepki veren başka bir insan görmemiştim. Nasıldı? Beğendin mi kokuyu?” “Hatırlamıyorum ki? Ne oldu bana bayıldım mı?” “Sen anlat, nasıl hissettin tüpü kokladıktan sonra.” Sanki uykuya dalmış gibiydim ama tam da bir uyku gibi değildi. Beynim çalışmayı durdurdu gibi geldi bir süreliğine. Çok yoğun bir uyku gibiydi. Hani sanki çok kısa bir süreliğine…” Adam cümlenin ortasında ne olduğunu anlamış gibi kıza baktı. Kız, adam eve ilk geldiği andan itibaren ilk defa gerçekten gülümsemişti. “Sanırım doğru tahmin ettin. O kokladığın şey ölüm kokusuydu. İnsanların bu günlerde benden en çok talep ettiği koku bu. Kimseyi öldürdüğü veya zarar verdiği yok fakat ölümü merak edenler çok denemek istiyor. Aslında tam olarak merak etmek de denmez belki bilemiyorum. Geçenlerde bir tane psikiyatr sipariş verdi bir paket. Hastalarından intihar etmeyi düşünenler oluyormuş onlara bu kokuyu koklatınca bu düşüncelerinden vazgeçmeye başlamışlar. Hayat ne kadar zor olursa olsun, komple bir yokluktan daha kötü olamazmış öyle dedi.” “Peki gerçekten ölümün nasıl bir şey olduğunu kim biliyor ki? Ölen birisine mi sordun?” “Tabi ki sormadık fakat bize en yakın gelen hissiyat bu kokunun verdiği hissiyattı.” “Anladım” dedi adam tatmin olmuş bir şekilde. Oturduğu koltuktan kalkıp boş odada biraz dolanıp koltuğa geri oturdu. “Nasıl yapıyorsun bunu? Neden yapıyorsun? Böyle şeyleri yapabilecek yeteneğin varsa bu boş evde kendi başına ne halt ediyorsun? Kusura bakma çok fazla soru oldu ama hâlâ tam anlayamadım.”

Kız televizyonunda yanına, adamın tam karşına geçti. Yere oturdu. “Küçüklükten beri kokulara garip bir ilgim vardı. Elime aldığım her şeyi ilk burnuma götürürdüm. Kalemleri silgileri, oyuncaklarımı, kıyafetlerimi… Aklına ne gelirse. Hep koklamayı severdim. Bir gece annemle babam tam evden çıkarken senin ıslanmamak için beklediğin yerde tartışırlarken bir adam gelip ikisini de öldürdü. Sonrasında beni yetiştirme yurduna verdiler. Orada bir arkadaşım vardı. Elinde sürekli oyuncak tavşanla gezer, her an yanında taşırdı. Bir gün konuşurken neden bu tavşanı gezdiriyorsun burada daha güzel oyuncaklar da var diye sormuştum. O tavşanın ailesi gibi koktuğunu, onların kokusunu yanından ayırmamak istediğini söylemişti. E şimdi biliyorum ki koku sonuçta burnun alışır zamanla geçer. Yok olup gider. Saçmaydı ama yine de her şeyini kaybetmiş bir çocuğun hayata tutunma çabasıydı. O zamanlar o öyle deyince ben de koşarak oyuncak dolabıma gittim. Hepsini yere yığdım. Tüm oyuncaklarımı tek tek elime alıp koklamaya başladım.

O kendi ailesini bir oyuncakta bulduysa ben de bulabilirdim. Ama yapamadım. Bir yandan hüngür hüngür ağlıyor bir yandan da yerdeki oyuncaklarımı burnuma yaklaştırıp kokuyu bulamayınca da atıyordum duvara. Kötü bir gündü. Bir gün yine yurtta yazı dersindeyken bir şey fark ettim. Bizlere eski usul mürekkeple yazı yazmaya öğretiyorlardı. Mürekkeple yazılan yazı kurşun gibi silinemediği için çocuklara daha dikkatli yazmaya itiyormuş. Mantıklıydı. Biz de böyle bir derste yazı yazarken ben bir yandan kalemimi mürekkebe daldırıp kâğıda yazılar yazıyor bir yandan da sürekli masaya eğilerek mürekkebi kokluyordum. Dediğim gibi, böyle bir alışkanlığım vardı. Gerçi takıntı demek daha doğru olur. Derste yazımı erken bitirmiştim diğerlerinin bitirmesini beklerken çektim önüme mürekkebi kokluyor da kokluyorum. Şimdi ne olduğunu çok hatırlamıyorum ama elimde ufak bir şeyler vardı. Kâğıt parçası da olabilir veya tuz gibi bir şey de pek emin değilim. Mürekkebin içine atmaya başladım bir baktım kokusu değişiyor. Daha iyi bir koku olmuyor tabii ama değiştiğini fark etmiştim.

O gün aklıma dank etti bu mürekkebin içine girecek doğru şeyi bulabilirsem ben de belki ailemin kokusunu elde edebilirdim.” Tüm bu anlattıkları boyunca yer bakan kız kafasını kaldırıp adama baktı. Adam pür dikkat onu izliyordu. Az önceki ölümden dönmüş halinden eser yoktu. Devamını bekleyen adam “E sonra?” dedi. “Sonrasında pek bir şey yok. Kokuları test etmeye karıştırmaya başladım her yerde. Koku nasıl elde edilir? Ve koku aslında nedir gibi sürüsüyle kitap veya makale okudum. Bunların hepsini yaparken daha çok küçüktüm. Gerçi hâlâ pek büyük değilim.” “Bulabildin mi peki ailenin kokusunu.” “Bulamadım. Her şeyi buldum onu bulamadım. Ölümün, açlığın, doygunluğun, zenginliğin… Hepsinin kokusunu buldum ama ailemi bulamadım. Hayatta bazı şeyler çoğu insan için aynı onu fark ettim. Nasıl öldüğün tabii değişir ama ölümün kendisi aynı. Nasıl doyduğun değişir ama doygunluk herkeste aynı. Ama aile öyle değil. O çok şahsi bir şey. O yüzden nasıl olacağını da tam bilmiyorum.” “Peki ne kullanıyorsun da bu kokuları elde ediyorsun? Hâlâ mürekkep değildir muhtemelen. İçeride kullandığın sıvı şeffaftı.” “Hayır mürekkep kullanmıyorum tabii. Ama orası da bana kalsın.”

Kız, oturduğu yerden kalkıp doğruldu. Elindeki içi sarı sıvı dolu tüpü adama uzattı. “Dediğim gibi kapağını açtın bir kere.” dedi. Adam tüpü görünce kokladığı andaki yokluk hissini tekrar hatırladı. Kızın anlattığı tüm hikâyenin etkileyiciliği kendisi için bir kez daha artmıştı. Tüpü alıp cebine soktu. “Başka hangi kokuların vardı demiştin?” dedi meraklı gözlerle kıza bakarak. “Bu koku üretme işini yapmaya başladığımdan beri yüzden fazla koku üretmişimdir fakat şu an hazırda yirmi, yirmi beş tane falan vardır. Neden ki?” Adam oturduğu yerden kalkıp montunu koyduğu yerden aldı. Bir süre montuyla cebelleştikten sonra cüzdan çıkarıp kıza döndü: “Elindeki tüm kokulardan birer tüp almak istiyorum. Bunları başkasına anlatsam inanmazlar çünkü biliyorum.” Kız tepki vermeden içeriye gidip kısa bir süre sonra iki eliyle taşıdığı bir karton kutuyla geri döndü. Adamın tahmin ettiğinden çok daha çabuk gelmişti. Sanki böyle bir şey isteyeceğini biliyor gibiydi. Kutuyu teslim edip parasını aldı.

Cüzdanı tekrar montunun cebine sokmakla uğraşmaya dalan adam, dışarıdaki yağmur sesinin kesildiğini fark etti. “Ben gitsem iyi olacak. Beni ağırladığın için teşekkür ederim. Bugün burada gördüğüm şeyler, beni çok etkiledi umarım ailenin kokusunu bulabilirsin.” dedi. “Umarım.” dedi kız. Adamı kapıya kadar geçirdi. Adam dışarı çıkmış kız kapının önünde durmuştu. Kızın ilk kapıyı açtığı andaki gibi duruyorlardı. Bu sefer adamın elinde bir karton kutu vardı ve kapüşonu kapalı değildi. Kız tam kapıyı kapatacaktı ki, “Bu evden ve benden çok fazla kişiye bahsetmezsen sevinirim. Eğer daha fazla kokuya ihtiyacın olursa da bu numaradan bana ulaşırsın.” dedi. Adama bir kağıt uzattı. İki eliyle kartonu tuttuğu için kağıdı alamayan adam yan dönerek montunun cebini gösterdi. Kız kâğıdı montun cebine sıkıştırdı ve kapıyı kapattı.

Günün başında sırf ıslandığı için bir yere sığınmış olan adam, elinde bir kutu tüple geri evine dönüyordu. Yepyeni bir şey keşfetmekle kalmamış ucundan ölümü bile tatmıştı. Sabah nereye gitmek için evden çıktığını bile umursamıyordu şu an. Bir an önce evine gidip tüplerin hepsini tek tek denemek istiyordu. Her şeyden de öte, karısına ve çocuğuna sımsıkı sarılacak, kokularını içine çekecekti. Bunları düşünürken bulunduğu sokağın sonuna gelmişti. Arkasına dönüp kızın evine bir kez daha baktı. “Seni bir daha görür müyüm görmez miyim emin değilim fakat ailene olan özlemini ve evinin tatlı kokusunu hiç unutmayacağım küçük Kokarca.” diye geçirdi içinden.

Ahmet Furkan Kızılay

Yazar olma hayali kuran bir insanım şu sıralar. Bir mobil oyun şirketinde 3D artist olarak çalışmaktayım. Kafasının içinde deli fikirler olan bir insandan çok sürekli yeni fikir kovalamayı sevenlerdenim. Boş vakitlerimde kitap okumam. Kitap okunan vakte de boş denmesini hiç sevmem.