Öykü

Yeni İnsan

Geniş salona ilk adımını attığında, Dr. Feza havadaki muazzam enerji ve heyecanı iliklerinde hissedebiliyordu. Güzel giyimli hanımefendiler ve beyefendiler ince kaideli uzun ayaklara sahip, küçük çaplı masaların etrafında hararetli hararetli bir şeyler tartışıyor, meraklı gözlerle birbirlerini tartıyor ve arada bir salonun bir kenarına kurulmuş ve kalabalıktan ayrılmış sahneyle üzerinde yer alan, parlak siyah örtüyle gizlenmiş nesneye bakışlar fırlatıyordu. Dünyanın dört bir yanında gelen parlak zihinlerdi tüm bu insanlar. Kendi alanlarında en üst seviyede uzmanlaşmış, kendi ülkelerinin ve mensubu oldukları kuruluşların en gizli projelerini, atılımlarını, çalışmalarını ya bizzat yürütüyorlardı ya da yakından alakalılardı. Dr. Feza gibi hepsi bir davetiye üzerine burada toplanmışlardı.

Davetiye Dr. Feza’in kendi uzmanlık alanı olan biyoteknolojide ezeli rakiplerinden biri olan Paris Üniversitesi’nin Biyotekonoloji Enstitüsü Direktörü Dr. Pasque’den geliyordu. Davetiye öylesine şaşaalı hazırlanmıştı ki, kendisine gönderilen tüm bilim insanları büyük devletlerin birinden gelen bir resmi davet yazısı olduğu izlemine kapılmıştı okumadan önce. Tüm zamanların en büyük bilimsel olayına tanıklık etmekten söz ediyordu Pasque davetinde. Ve yine bugüne dek dünya üzerinde tanıtılmış tüm buluşları ve yapılan tüm keşifleri gölgede bırakacak, gelmiş geçmiş en önemli buluşu ilk elden gözlemlemekten.

Propaganda yapmaktan öte bir çaba olmadığını düşünmüştü Dr. Feza davetiyeyi ilk okuduğunda. Blöf yapıyor olamazdı elbette, sonuçta Pasque’nin bilimsel itibarı söz konusuydu. Ama tüm bilim alanlarının otoriteleri sayılabilecek hatırı sayıda bilim insanını bir salonda toplamak ve onlara “en büyük keşfin” taahhüdünde bulunmak basit bir şey değildi. Kıskançlıkla karışık bir şok etkisiyle karşılamıştı davetiyeyi; rakibinin ne göstereceğinin ıstıraplı merakı ve heyecanı içinde gelmişti buraya kadar.

“Nihayet gelebildiniz Feza, gözlerim özellikle sizi aradı.” Seslenen Dr. Pasque’den başkası değildi. Sahneye yakın masaların birinden el sallayıp seslenmişti. Yanındakilerden müsaade isteyip Feza’nın yanına doğru kendinden emin adımlarla yürümeye başladı. İki dirhem bir çekirdek giyinmişti, kravatına değerli taşlarda bir broş takmış, ceketinden sarkan ipek mendilini gösterişli bir biçimde katlamıştı. Sağ gözüne kondurduğu monoklden oldu olası nefret etmişti Feza.

“Davetime icabet edemeyeceğiniz ihtimalinden endişelenmiştim, ne yalan söyleyeyim. Bu tarihi ana özellikle sizin şahitlik etmeniz gerekiyor bence.”

“Gayet güzel yazılmış bir akademik makale de bilim camiasını etkilemek için yeterli olacaktır diye düşünüyorum Bay Pasque, bu kadar zahmete ne gerek vardı diye düşünmeden edemedim.” diye söylendi Feza. Rakibinden hoşnutsuz olduğunu her fırsatta tavrıyla dile getirirdi.

“Milenyumda bir olacak bir hadiseyi harfler anlatamaz Mösyö.” Monoklünü çıkarıp ceketinden aldığı mendille silerken, gözleri kurnazca parladı ve Feza’nın gözlerinin içine baktı. “Bugün insanlık yeni bir merhale atlayacak. Ve siz…” Monoklünü dikkatle sağ gözüne yerleştirdi. “Artık bayrağı bana teslim edeceksiniz.”

Feza küçümser gözlerle Fransız’ın yüzüne baktı. Bu kadar rahat ve özgüvenli davranması işkillendiriciydi. Belli ki davet boş değildi, elindeki koz her neyse Feza’nın kariyerini bitirebilirdi. Ancak Feza kariyerinden ziyade asıl açıklayacak şeyin ne olduğunu ve bilimsel olarak ne vaat ettiğine dair büyük bir meraka kapıldı. Pasque alaycı bir gülümsemeyle Feza’dan müsaade istedi ve birkaç masa ötedeki bir topluluğa katılarak yeni gelen ziyaretçilerini karşıladı.

Feza’nın salona gelmesinden birkaç dakika sonra salon bilimsel tartışmaların ve sunumun ne hakkında olacağına dair teorilerin birbirini kovaladığı bir uğultuyla doldu. Feza masasında kendisini karşılayan birkaç meslektaşıyla hasbihal etti, Pasque ile olan rekabeti iyi bilindiğinden yanına uğrayanlar davet hakkındaki heyecanlarını dile dökemediler ama hal ve hareketlerinden ne derece etkilendikleri belli oluyordu. Son konuğun teşrif etmesiyle birlikte salonun ışıkları söndürüldü ve yüzlerce surat sahneden yansıyan loş fon ışığına döndüğünde, tüm salon sessizliğe büründü.

Loş ışıkta tehditkâr şekilde parıldayan ufak bir daire karanlıkta yüzerek sahneye yaklaştı ve Pasque bembeyaz parlayan monoklüyle birlikte sahnede belirdi. Salon kibar ama heyecanlı bir alkışla çınladığında Feza’nın içinde yeni bir kıskançlık dalgası kabardı. Pasque mütevazı hareketlerle alkışlara karşı hürmetini gösterdi, ama bu durum onun kibir ve memnuniyetini daha çok yansıtıyor gibi geldi Feza’ya. Ellerini iki yana açmasıyla alkışlar tamamen dindi ve dünyanın büyük beyinleri Fransız profesörden gelecek yeni havadis için kulak kesildi.

“Bayanlar baylar! Bilimin çok kıymetli hizmetkarları! Bugün size verdiğim onca zahmetin sonunda, insanlığın yüzyıllarca gerçekleşmesini beklediği ve uğrunda sayısız zahmetlere katlanarak geçirdiği yılların bizleri nereye götürdüğünü görecek ve bana o davetiyeleri size gönderdiğim için şükranlarınızı sunacaksınız.”

Feza bu sözler üzerine az önceki mütevazılık yalanının salonu ışık hızıyla nasıl terk ettiğini hayal etti.

“Bir zamanlar Da Vinci’nin, Tesla’nın, Faraday’ın, Einstein’ın bilime kazandırdıklarını ve insanlığa verdikleri hediyelerini düşünün. Yaşadığımız evreni algılayışımızı nasıl etkilediklerini, kavrayışımızı nasıl zenginleştirdiklerini ve günümüzün teknolojisine nasıl ulaşmamıza yardım ettiklerini hatırlayın. Ve gelecek adına kurduğumuz hayallerimizi anımsayın.” Her cümle sonrasında kısa süreli duraksamalar yaptıkça cümle salondakilerin zihninde büyüyordu. Her sözle havada asılı kalıyordu sanki ve insanları birazdan karşılaşacakları her neyse, ona karşı büyülüyordu.

“Bugün o geleceğin artık halihazırdaki bu ana geldiğine şahit olacaksınız. Ve bana tüm o üstatlara olduğu gibi şükran duyacaksınız.” Kibrin sonu yoktu, adam düpedüz kendini bir şey sanıyor ve bununla övünüyordu, diye düşündü Feza. Ama etrafında kimse adamın kendini ne sandığı, caka satmak için mi bunca yoldan insanları getirttiği veya bu saçmalığa artık katlanamayacağına dair homurdanmıyordu. Herkes sadece o siyah örtünün kaldırılmasını ve tüm bu sözlerin boş laf olup olmadığının açığa çıkmasını istiyordu.

“Bayanlar, baylar! Karşınızda dünyamızın ve dünyanın vazgeçilmez parçası insanlığımızın geleceği!” diyerek kara örtüyü açtı Pasque. Kimse neyle karşılaşması gerektiğini bilemediğinden, örtünün altından simsiyah bir kutunun çıkmasını bir süre yadırgamadı. Kutunun içinde henüz göremedikleri yeni bir tür enerji kaynağı veya teknolojik aletin olduğunu hayal edenler de oldu. Ancak siyah kutunun önünde sabırsızca dikilen Pasque’ye gözler kaydığında kalabalıktan yaşça ve tecrübe itibariyle kıdemli olan bazı profesörler kendileriyle alay edildiğini düşündüler.

“Pasque bu ne biçim bir şaka! Bizimle alay mı ediyorsun, yoksa komedyenliğe mi başladın?” Salondakilerden bir kısmı alçak sesle güldü.

“Hayır, Bay Sokenhoff, aksine size ve insanlığın tüm kusurlarına açıkça meydan okuyorum!” diye karşılık verdi Pasque ve kutunun üzerindeki bir düğmeye dokunarak iki adım yana çekildi.

Düğmeye basılmasıyla birlikte kutunun içinde çok sayıda, yengeç bacaklarını andıran minyatür kollar peydahlandı ve belirli bir harmoniyle hareket etmeye ve adeta dans eder gibi birbirilerine dokunup uzaklaşmaya başladılar. Bu yeni hareketlenmeyle birlikte kalabalık bir anda heyecan içinde homurdanmaya ve kutuya kısılan gözlerle bakarak gördüklerini anlamaya çabaladı. Birkaç dakika boyunca sadece minik kolların dansını izlediler. Derken Feza kolların dans ettiği bölgede belli belirsiz seçilen, parlak bir sicimin ortaya çıktığını görünce gözlerine inanamadı. Kalbi heyecanla çarpıyordu, çünkü karşısında olanların ne olduğunu o anda tahmin etmeye başlamıştı. Yıllar önce Pasque’yle uzun bir tren yolcuğunda karşılıklı oturup tartıştıkları sırada, Pasque’nin kendisine bahsettiği bir hayali hatırladı.

O sırada Pasque’yle göz göze geldiklerinde tahmininde haklı olduğunu anladı. Pasque başını geriye atmış, kalabalığın icadını anlamadaki acizliğini ve umutsuzca anlama çabasını zevkle izliyordu. Kıdemli profesörlerden biri daha gösterideki bilgi kıtlığından yakınmaya başladı:

“Pasque bu saçma sunumunu ya adam gibi yapıp bize ne gösterdiğini açıklamaya başlarsın, ya da bu ergen müsameresini yarıda kesip katılamayacağımı bildirdiğim Uluslararası Kanser Kongresi’ne son dakikada katılmak üzere ayrılıp giderim.”

“Elbette, Profesör Macroy. Sizin zehir gibi işleyen zihinlerinize bir süre karşınızdakini gözlemleme ve tahmin etme imkânı vermem gerektiğini düşündüğüm için herhangi bir açıklama yapmaktan kaçındım. Ancak birkaç dakika içinde zaten size herhangi bir şey anlatmama gerek kalmayacak. Kendisi size kendisini anlatacak.”

O esnada siyah kutunun içinde görülen sicim gibi şey artık bir futbol topu büyüklüğünde dokuya dönüşmüştü. Yengeç bacakları kutunun içinde adeta bir kıyafet dikiyordu. Dokunun etrafında dans ettikçe doku daha da büyüyor ve şekilleniyordu.

“Bundan yıllar önce gördüğüm bir rüyaydı. Belki bir hedefti demek doğru olur. Her birimizin vücudu ince ince tasarlanmış, dokunmuş, bir araya getirilmiş ve kendine has bir enerjiyle çalışmayı sürdüren canlı birer makine gibidir. Hücre adını verdiğimiz milyarlarca minik yapboz parçalarından oluşan bir makine. Yapbozlardan oluşan aksamlarıyla muntazam çalışan bir makine. Belki de şöyle söylemek gerek. Harf harf, kelime kelime, paragraf paragraf yazılmış bir eser. Bir şaheser. Artık bu parçaları da makinenin her bir aksamını da, makinenin kendisini de, tüm bu harf, kelime ve paragraflarını da, dilini de oldukça iyi biliyoruz, okuyoruz ve kavrıyoruz.”

Sesi heyecandan titremeye başlayan Pasque monoklünü rahatsız bir şekilde düzeltip sözlerini sürdürdü: “Ben de şu soruyu sordum. Öyleyse neden bu makineyi yeniden tasarlayıp inşa etmeyelim. Neden bu harika bir kitap gibi yazılmış eseri yeniden uyarlamayalım, daha güzel ve etkili kelimelerle yeniden yazmayalım. Daha kaliteli ve üstün bir eserin sanatçısı olmayalım.” Bu sözleri sarf ederken kalabalık şaşkınlıkla kutunun içindeki dokunun bir insan yüzüne benzemeye başladığını fark etti. Minik bacaklar artık yüzün dudaklarını şekillendirirken, bir kısmı yüze bir boyun ekliyor, ardından omuzlara doğru dansını sürdürüyordu.

“Peki bu nasıl mümkün olacaktı? Makine parça parça, eser harf harf bir araya getirilmişti, değil mi? Bana da aynı malzemelerden gerekliydi. Bir kâğıt, bir kalem… Ve bir mürekkep. Bana insanlığın bu yeni eserini yazmak için malzeme gerekliydi. Gençliğim, hayatımın altın dönemleri, bütün servetim bu malzemeyi bulmak, üretmek için geçti. Sonunda da değdi. Biyomürekkebi ürettiğimde bunu birileriyle paylaşmamak için kendimle öylesine mücadele ettim ki. Ama sizin karşınıza başım dik çıkabilmem için mürekkep yeterli değildi. Eserimle çıkmalıydım, kelimelerimle zihninize hitap etmeliydim, paragraflarımda satır aralarımı okumalıydınız ki, benim ne derece üstün bir dahi olduğumu biraz olsun idrak edebilesiniz.”

Kalabalık tüm bu kibirli sözleri duymuyor gibiydi. Kutuya odaklanmıştı tüm gözler, artık kolları ve bacakları oluşmaya başlayan, gerçek bir insana benzeyen Pasque’nin eseri kalplerine korkuyla karışık bir etkilenme bırakıyordu. O konuştukça bahsettiği şeylerin gözlerinin önünde gerçekleşmesi nefes kesiciydi.

“Biyomürekkep kullanan üç boyutlu yazıcımla eserimin önceden belirlediğim gibi gözlerinizin önünde yazılmasından daha iyi bir kanıt ne olabilirdi ki. Sizin kibirli akıllarınızı başka nasıl ikna edebilirdim. Şüpheci bir zihni nasıl mağlup edebilirdim? İsteksiz bir yüreği nasıl fethedebilirdim?”

Feza hayret içinde kutunun içinde saniye saniye beliren bir insanın sanki bir tabutun içinde uzanıyormuş gibi ortaya çıkmasını algılamaya zorluyordu kendini. Minik yengeç bacakları artık oraya çıkan insanın saçlarını, kirpiklerini, tırnaklarını ve diğer vücut detaylarını üretmeye başlamıştı. Kalabalık kendini kutunun yanına atıp bu gözler önünde gelişen mucizeye dokunup gerçekten orada olup olmadığını test etmekten zor alıkoyuyordu.

“Biyomürekkebimle ilmek ilmek dokunan bu yeni eser insanlığın son halidir. Her bir hücresi yeniden tasarlanmış, her kelimesi yeni baştan yazılmıştır. Bu eserde artık kanser hastalığını göremezsiniz, kalp krizi diye bir hadiseyi okuyamazsınız, hafıza kaybından bahsedemezsiniz. Bu makine yorulmaz, uykuya ihtiyaç duymaz, acıkmaz ve susamaz. Sizin tüm zaaflarınızdan arınmıştır. İnsan 2.0 artık dünyaya gelmiştir!”

Pasque’in sözlerinin sonunda kutudaki hummalı dans sona erdi ve kutunun o ana kadar fark edilmeyen kapağı yavaşça kayarak yoktan var edilen insanın üzerinden sıyrıldı. Çırılçıplak bedeniyle kutuda uzanmakta olan insan, tüm kalabalığı dehşet içinde bırakacak şekilde hareket etmeye başladığında Feza yüzünde tiksinti dolu bir ifadeyle yanındakilerden sıyrılarak Pasque’ye doğru birkaç adım attı. Kutudan yavaş hareketlerle sıyrılan ve ayağa kalkan insan gözlerini açıp etrafını incelemeye başlarken Feza sahneye ulaşmış ve yeni insan ile Pasque’nin karşısında dikildi.

Yeni insanın yüzü ifadesizdi, çevresindeki kalabalığın farkında değil gibiydi. Gözleri duygudan arındırılmış gibiydi. İnsanlıktan yoksundu sanki. Pasque ise zafer edasıyla kasılmış bir şekilde, yüzünde geniş bir gülümsemeyle kalabalığa ve karşısında dikilen Pasque’ye meydan okuyordu.

“Üzgünüm Feza. Kaybettin. İnsanlığın geleceğini getiren deha ben oldum. Sen ise bilimin içinde gürültü yapan bir parazitten başka bir şey değilsin.”

Feza küçümseyen bakışlarını önce Pasque’nin yeni insanına, sonra Pasque’ye çevirdi ve kararlı bir şekilde Pasque’ye gözlerini dikerek konuştu:

“Tüm kusurlardan arınmış bir eseri yaratma çabası insanın yegâne kusurudur. Çünkü insanın elindeki mürekkep her zaman kusursuzluğa tek bir nokta kaldığında tükenir.” Sözlerini bitirdiğinde ceketinin cebinden ani bir hareketle çıkardığı tabancayı yeni insana doğrulttuğunda insanın bomboş bakan gözleriyle karşılaştı. Gözlerde en ufak bir korku, bir tepki, küçümseme veya endişe yoktu. Pasque Feza’nın bir silah çıkarmasını beklemiyordu, dehşet içinde birkaç adım geriledi. Salondakiler ise anlam veremedikleri bu sahne karşısında uğultu çıkaracak şekilde homurdanmaya başladı.

Feza silahını bir süre doğrulttuktan sonra alaycı bir gülümsemeyle insana baktı ve sonra silahını kendi başına doğrulttu. Kalabalıktan bazısı panikle çığlık attı, bir kısmı ne yapmaya çalıştığını soran bağrışlarla seslendi, Pasque bu hamle karşısında donakaldı; ama insan aynı şekilde bakmaya devam etti. Soğuk. Duygusuz. İfadesiz.

“İnsan her bir eserinde biraz daha kusurlu, biraz daha insan olur.” dedikten sonra tetiği çeken Feza, başından akan kanlarla birlikte yere yığılırken kalabalık panik içinde bağrışlar ve koşuşturma ile salonu terk etmenin telaşına düştü. Sahnenin ortasında dikilen yeni insan içinse tüm bu kaos, içindeki merakı besleyen bir duygusuz bir tiyatrodan ibaret olarak kaldı.

Mustafa Semih Elitok

1992 Ankara doğumludur. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamlamasının ardından, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden 2017 yılında mezun olmuştur. Çeşitli sağlık kuruluşlarında hekimlik hizmetini yerine getirirken, bir diğer tutkusu olan okumak ve yazmaktan bir an olsun vazgeçmemiştir. Akademik olarak genetik mühendisliği ve sentetik biyoloji konularına eğildiği gibi; edebi yönden de fantastik ve bilimkurgu edebiyatına özel bir ilgisi bulunmaktadır. Yerli Bilimkurgu Yükseliyor dergisinin düzenlediği 7. Kısa Öykü Yarışması’nda katıldığı öyküyle ikinciliğe layık görülmüştür.