Öykü

İki Eşkıya

Yılın bu zamanında usul usul yağması beklenen yağmur, sanki olan ve olacak olayların pisliklerini temizlemek istercesine bu gece her zamankinden daha şiddetli yağıyordu. Islana ıslana balçık haline gelen toprağın kokusu, orman yolundan geçen ulakların, tüccarların ve askerlerin bineklerine ait tezeklerin pis kokusuyla karışıyordu. Gecenin ıssızlığını, yağan yağmurun çamurda oluşturduğu birikintilere bıraktığı damlama seslerinin yanında, uzaktan gelen atlı arabanın tekerleklerinden telaşlı telaşlı çıkan ıslık sesleri bozuyordu. Kayın ve meşe ağaçlarının yapraklarının oluşturduğu doğal örtünün arasından süzülen ay ışığında, gümüş bir pırıltı saçan okun ucu tehditkâr bir biçimde atlı arabanın sürücüsüne doğru çevrildi.

Araba büyük bir hızla orman yolunu kat ederken, arabacı sanki dünyanın sonundan kaçmak istercesine atları kamçılamaktaydı. Gecenin karanlığında zar zor seçilebilen, metal kasnağa tutturulmuş ahşaptan yapılma, daire biçiminde bir şapka taktığından yüzü görünmüyordu. Siyah cübbesinin yeninden fışkıran elleri yara bere içindeydi ve görünüşe göre kanlı bir kavgadan çıkagelmişti. Ahşap şapkasına gürültüye saplanan okun şokuyla atların gemini ani bir hareketle çektiğinde, çamurlaşan yolda bir süre kayan araba güçlükle durabildi.

Arabacı şapkasına saplanan oku kimin attığını görmek için başını kaldırdığında ormanın gür bitki örtüsünde usul usul parıldayan başka ok uçlarını da fark etti. Arabanın hemen önünde dikilmiş iki kayın ağacının yüksek dalları arasında birer ayağını dengesini sağlayacak şekilde koymuş, gece kadar siyah bir kukuleta giyen bir adam, yayını sonuna kadar germiş halde arabacıyla göz göze geldi. Şiddetle yağan yağmurun bir lahzasında tüm yeryüzünü aydınlatan bir şimşeğin dehşetli ışığı, arabacının yüzleştiği bu tehdidin ne olduğunu bir an için olsun gösterdi. Yol yörenin eşkıyaları tarafından kesilmişti.

“Bu gecenin ganimetini kim araklamış diye merak edip durmuştum.” diye seslendi eşkıya arabacıya. “Doğrusunu söylemek gerekirse bu yörenin halkı neyin hakkımız olduğunu bilir. Bizden çalmaya cüret edecek kadar küçüldüysen ya divanesin, ya umutsuz, ya da aptal!”

Arabacı eşkıyanın yüzünü daha iyi görmek için şapkasını eliyle biraz daha kaldırdığında, yüzünü de açığa çıkarmış oldu. Gözleri birer kor gibi alev alev yanıyordu. Yıllar boyu canlarını aldığı ölümlülerin kanları oturmuş gibiydi sanki. Yüzünü gözlerine kadar örten siyah bir maske taktığından sadece gözleri ile ne düşündüğüne dair fikir yürütebilirdiniz. Pek çok şey söylenebilirdi, ama korku bu adam için yakıştırılabilecek en son duyguydu.

“Yolumdan çekilmelerini söyle” diye tısladı başıyla etraftaki diğer adamları işaret ederek. “Bugün yeterince kan döküldü, can alındı.”

Eşkıya bu sözleri gülerek karşıladı: “Şu durumda cesur adamı mı oynuyorsun cidden? Sırf Barona’nın ambarından haftalık mahsülleri kimin aldığını merak ettiğim için şu lanet havada seni takip edip bekledim. Artık merakımı giderdiğime göre, bana ukalalık yapan bir yabancının leş olma zamanı geldi.”

Bu sözlerin üzerine yayını bırakmaya hazırlanmıştı ki, arabanın vagonundan iki küçük minik el çıkıp arabacının koltuğunun kenarına tutundu ve – yağmurdan korunmak için olsa gerek – kirli mi kirli, büyükçe bir bez parçasına benzeyen bir örtüye sarınmış, ufak tefek bir çocuk arabacının hemen arkasından başını gösterdi. Gecenin içinde eşkıyanın adamları oklarını sabırsızlıkla bu iki garip yabancıya doğrulturken, delik deşik etmek için tek bir işaret bekliyorlardı. Eşkıyaların başı gözlerini çocuğa sabitlemiş, yayını son raddede germiş bir şekilde, bu beklenmedik anda çıkan misafirin ne ifade etmesi gerektiğini düşünüyordu.

O esnada arabacı “Şiro, geri çekil!” diye bağırdı ve ani bir hareketle başlığını çıkararak bir kalkan gibi önüne tutarken atlarını kamçıladı. Yağmur damlalarını onlarca gümüşi ok delip geçerken arabanın tekerleri ıslıklar çıkararak çamurlu yolda ilerledi. Arabacının başlığı saplanan oklarla dolup taşmıştı, ama canını korumaya yetti. Yine de tehlike daha geçmemiş olacak ki, oturduğu koltuğun hemen yanına, arkadan gönderilen bir ok saplanmıştı bu sefer.

Kendilerine Çataklar adını veren bu yörenin meşhur eşkıyaları bu ormanı mesken tutmuş, şehre giden bu en kestirme yoldan geçen herkesten haraç aldığı gibi, şehrin sakinlerinden de haftalık ganimetlerini topluyordu. Zengin – fakir ayırt etmiyorlardı, çünkü zaten şehirde kazancı giderek artan veya azalan bir topluluk yoktu. Çataklar topladıkları haraçları ve ganimetleri eşit şekilde dağıtıyor ve herkesi aynı seviyede tutuyordu. Şehrin valisi bu kanunsuz uygulamayı engellemek için askerleri ormana göndermişti çoğu sefer, ama bir sonuç alamamıştı. Çataklar ağaçların arasında vızır vızır gezebilecek kadar kabiliyetliydi, iyi gizleniyorlardı ve gerektiğinde mahir oldukları ok ve yaylarla kendilerine tehdit olarak gördüklerini öldürüyorlardı.

Arabacı süratle ağaçların arasından sürerken, Çatakların ağaçtan ağaca atlayarak kendisine oklar fırlattığını anlamıştı. Kaygısı, vurulmak veya mahsulleri kaybetmek değil; arabasındaki yol arkadaşının yaralanmasıydı daha çok. Bir oraya bir buraya aracı çevirerek oklardan kaçarken ağır bir şeyin gümbürtüyle arabaya düşmesiyle neye uğradığını şaşırdı. Eşkıyaların başı, adamları arabayı ok yağmuruna tutarken yüksek dallardan hoplaya zıplaya arabaya yetişmiş ve son dönemecini yaparken vagona atlamıştı. Okunu arabacının ensesine doğrulturken arabanın arkasına göz gezdirdi.

Dikdörtgen biçiminde, üstleri kalın örtülerle örtülmüş, türlü meyve-sebze, tahıl ve mamulle dolu çömlekler, küpler ve çuvallarla dolu bir yük arabasıydı. Kovalamaca esnasında örtünün bazı yerleri açılmış, bir kısım çömlekler devrilip parçalanmış, ürünler etrafa saçılmıştı. Eşkıyanın gözü örtüdeki bir kabartıya takıldı ve okunu oraya doğrultarak “Sakın bir aptallık yapma, yoksa O’nu vururum!” diye arabacıya seslendi. “Sürmeye devam et!”

Arabacı alev gözleriyle eşkıyaya doğru bir bakış fırlattı. Tek bir hamle ile aracı çevirip eşkıyayı devirebilirdi, ama çocuğu tehlikeye atamazdı. Ne yapabileceğini düşünerek aracı sürmeye devam ederken, eşkıya kabartıya doğru seslendi: “Örtüyü indir çocuk, kendini göster!”

Şiro örtüyü indirdiğinde yüzünde herhangi bir korku ifadesi yoktu. Hayır, yüzünde daha çok hayal kırıklığı, acı veya yaşamanın dayanılmaz ağırlığı denilebilecek bilgece bir ifade vardı. Oldukça cılızdı, doğduğundan beri doğru düzgün beslenmediği belliydi, yüzü soluktu – ay ışığı altında hayalet gibi görünüyordu – ama gözlerini iri iri eşkıyanın gözlerine dikmişti. Eşkıya hafifçe ürperdi ve yayını gevşetti: “Kimsiniz siz?”

“Zalim bir kralın boyunduruğu altında yiyecek aş ve giyecek kıyafet bulamadığımız bir memleketten geliyoruz.” dedi çocuk usul usul. Arabacıyı işaret ederek “Kuro yönetenlerin acımasız düzenine karşı gelerek civar köy ve şehirlerden bize erzak getirene kadar da açlık ve sefalet yüzünden ölen arkadaşlarım, ailem ve komşularım oldu. Şimdi memleketin zalimleri onun peşindeyken buraya kadar erzak almak için geldik. Zalimlerin yanında bir de siz eklendiniz; ama biz acı çekmeyi unutalı çok oldu.” diye sözlerini bitirdiğinde, Çatakların lideri yayını tamamen gevşetmiş ve okunu indirmeye başlamıştı.

Kuro gövdesi oldukça geniş bir ağacın yanından geçerken arabayı ani bir şekilde sağa kırdı ve cübbesinin yeninden çıkardığı hançeri çevik bir şekilde eşkıyaya doğru fırlattı. Eşkıya daha atik davranarak son anda arabadan atlayıp alçak dallardan birine tutunmayı başardı ve araba ağacın kenarından son hızla uzaklaşmaya devam ederken peşine düşmek yerine arkasından bakakaldı.

Kendi şehri ve ormanı dışında bir dünyayı daha önce hayaline bile getirmediğinden, adalet adına inandığı ne varsa yerine getirmek için şehrinde ve ormanında mücadele etmişti bu zamana kadar. Şimdi kendi adaletinden çalan bu insanların ardından bakarken, daha büyük bir gaye için savaşmanın mümkün olabileceğini tartıyordu kafasında. Adamları dallardan atlaya zıplaya yakınına geldiklerinde “Ganimeti bırakacak mıyız? Peşlerine düşmeyecek miyiz?” sorularına maruz kaldı. Kukuletasını düzelten eşkıya son kez yola doğru bakış fırlattıktan sonra adamlarına döndü ve “Haksızlığa uğrayan her kim olursa adaleti sağlayana kadar onun peşinden gideceğiz.” dedi. Dalların arasından ustalıkla yol alan kukuletalı adamlar oklarını bu sefer zalimlik yapanlara doğrultmak üzere, tekerlek izlerini takip etmeye koyuldular.

Mustafa Semih Elitok

1992 Ankara doğumludur. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamlamasının ardından, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden 2017 yılında mezun olmuştur. Çeşitli sağlık kuruluşlarında hekimlik hizmetini yerine getirirken, bir diğer tutkusu olan okumak ve yazmaktan bir an olsun vazgeçmemiştir. Akademik olarak genetik mühendisliği ve sentetik biyoloji konularına eğildiği gibi; edebi yönden de fantastik ve bilimkurgu edebiyatına özel bir ilgisi bulunmaktadır. Yerli Bilimkurgu Yükseliyor dergisinin düzenlediği 7. Kısa Öykü Yarışması’nda katıldığı öyküyle ikinciliğe layık görülmüştür.