Öykü

Yanan Yürek

Bir vakit, diyarın birinde Kaf namında ululardan ulu bilinen, görkemi tüm topraklara ün salmış, devasa bir dağ bulunmaktaydı. O diyarın en yüksek noktası olan bu dağa daha önce ölümlülerden çok azı tırmanmaya cüret etmişti; ancak dağın zirvesine ulaştığı bilinen hiçbir insan yoktu. Dağ yöre insanı için kutsallığın ve yüceliğin bir sembolü olarak kabul edilmişti ve günün her saati diyarın her noktasından rahatlıkla görülebilecek şekilde, tüm ihtişamıyla seyredilebiliyordu. Aydınlığın ve huzurun vesilesi Güneş tam Kaf Dağı’nın üstünden doğar, gündüz boyunca dağın zirvesini altın renginde parlattıkça parlatır ve dağı temaşa edenlerin kalplerine haşyet duyguları bırakırdı.

Diyarda yaşayanların birçoğu için Kaf Dağı imkânsızlığın, ululuğun ve kudretin sembolü olsa da; dağın eteklerinde yaşayan bazı topluluklar için bundan daha derin anlamlara sahipti. Bu halklar içinde bir tanesi ise çoğu ölümlünün tecrübe edemeyeceği bazı olağanüstü hallere mazhar olmuş ve bu hâller üzerine medeniyetini inşa etmişti. Konrullar olarak bilinen bu halk Kaf Dağı’nın zirvesinde hangi zenginliklerin olduğunu yakinen bilir ve bu zenginliğe büyük hürmet gösterirdi. Güzelliği destanlara konu olmuş, gözlerinin saf heybeti adına nam olmuş, diyarın tüm hastalıklarına şifa, toprağına bereket olmuş muhteşem Zümrüd-ü Anka kuşu Kaf Dağı’nın zirvesinde yaşardı. Yaşadığı müddetçe dağı ve çevresini mesken edinen iyi yürekli insanları koruyup kollamasından, huzur ve refah içinde yaşamalarını sağlamasından ötürü Anka kuşu insanların hürmetini ve derin sevgisini kazanmıştı. Bu sebeptendir ki; Konrullar kutsallarını ve amblemlerini Zümrüd-ü Anka bellemişti. Onlar için diyardaki bütün bereketin, şifanın, kutsallığın, saflığın yegâne temsilcisi Anka kuşuydu.

Efsane odur ki; zamanın başlangıcında Kaf Dağı’nın zirvesinde yaşayan Anka kuşu, dünyanın bütün felaketlerini, zenginliklerini, diyar yüzü görmüş tüm kavimlerini ve medeniyetlerini bizzat müşahede etmiş, bilgisine ermiş ve onlar zamanın acımasız çarkları arasında yitip giderken ilk günkü gençliği ve tazeliği ile Anka kuşu yaşamına devam etmişti. Bundandır ki Anka tüm zamanların bilgisine ve nihai bilgeliğe erişmişti. Dağın zirvesinde yer alan Umman nam, saf ve berrak sudan gölün tam ortasından yükselen Hayat Ağacı’nın mübarek dalları arasına yuvasını yapmış ve diyarda meydana gelecek nice olayları seyre dalmıştı.

Ama insanoğlu yazgısı gereği iyi ile kötü arasında ince bir çizgide yürümekteydi. Anka kuşunun kutsallığına saygı gösteren, onun bereket ve şifa kaynağı olduğuna inanan nice insanlar Anka kuşuna saygı gösterip o terbiye içinde yaşasa da; bu kutsallığı kirletme pahasına kötü emelleri için kullanmayı amaç edinen ve Anka kuşunun değerli tüylerini, ağacının meyvelerini ve Umman gölünün kıymetli suyunu çalmak isteyen kötü insanlar da vardı. Tertemiz, berrak bir suyu kirletmek için tek bir damla mürekkep yeterlidir. Kötü yürekli insanların uğramasıyla birlikte efsanevi Anka kuşu görkemli dağını, yuvasını ve diyarın topraklarını terk etti. Ya da en azından, o diyarın insanları onun ortadan kayboluşunu buna yordu diyelim. Ve diyar bir daha o eski bereketli, müreffeh günlerine geri dönemedi.

Konrullar Zümrüd-ü Anka’nın bir gün tekrar geleceğine ve topraklarına yeniden huzur ve refahı getireceğine inandılar. Anka’yı kutsalları bildiklerinden topraklarındaki hemen her eserlerine Anka kuşunu nakşettiler. Binalarına Anka kuşunun tasvirlerini yaptılar, dillerine Anka kuşunu pelesenk ettiler ve ülkelerinin bayrağına da Anka’yı taşıdılar. Diyarın hakim rengi Anka kuşu gibi kırmızı ve altındı. Anka’ya hürmetlerini gösterebildikleri ölçüde bir gün geri döneceğine derin bir tutkuyla inanıyorlardı.

Oysaki diyarda başka güçler de hareket halindeydi ve zaman her şeyi değiştirmek üzere bir kez daha sahnedeydi. Kaf Dağı’nın ululuğunu daha az hissettirdiği uzak bölgelerden çıkan yeni bir güç, diyarın tüm topraklarını tehdit etmeye başlamıştı. Simsiyah renkli zırhları, zehir yeşilinde renklendirilen bayraklarına koydukları siyah yılan figürleriyle, çeşit çeşit silahlarla bezeli askerlerden devasa ordular diyarın dört bir yanına yollanmaktaydı. Halklar onlara “Hayyât” olarak seslendirdi; zira bu kara ordu kendisine yılanları ve onların bilgeliğini rehber edinmişti. Hayyât’ın ileri gelenlerine göre tüm dünyada mutlak adalet ve sükûn ancak mutlak birlik ve bilgelikle sağlanabilirdi. Saf ve doğru bilgiye vakıf olanlar insanlar arasında münakaşa ve anlaşmazlıkları giderebilir, böylelikle savaşlara ve nice hüzünlere engel olabilirdi. Hakikat uğrunda birleşen tüm ulusların kurduğu nihai medeniyetle diyar müreffeh bir yaşam sürebilirdi. Bu amaçla bilgeliğin temsili yılanın yer aldığı bayraklarıyla diyarın tüm ülkelerine ordular gidiyor, kalelerin ve şehirlerin kapılarına dayanıyor, halkların temsilcilerine “Ya bizimle birlik olun; ya da birliğe karşı gelerek kılıcınızı savurun!” diyerek meydan okuyordu.

Barış uğruna savaşmaya yanaşmayan bir kısım halk, gönülsüzce birliğe katıldı ve Hayyât’ın acımasız yönetimi altında hakikate varamadan zulme uğradı. Birçoğu ise siyah yılanların dalgalandığı devasa kara ordularla cenk etmeye karar verse de uzun süre dayanamadı ve toprağın altında bir bir yer aldı. Hayyât orduları diyarı gezdikçe gezdi, korkanları demir yumruğu ile ezdi, cesaret edenleri kılıçtan geçirdi ve Kaf Dağı’nın ulu görüntüsünü temaşa etti. Onlar için hakikate ulaşmaya az kalmıştı, dağın etekleri ve zirvesindeki “birlikten ayrı düşmüş” toprakların kazanılması ile gerçek bilgeliğe ulaşacaklar, adaleti sağlayacaklardı.

Konrul halkı tüm bu olanların haberini alıyordu elbette. Zümrüd-ü Anka’nın kutsalına bir kez daha elini sürmeye cüret edecek yeni bir topluluk geliyordu üzerlerine. Belki Anka’nın bereketi geri gelecekti bir gün, belki Konrul ömrü bunu görmeye yetmeyecekti, bilmiyorlardı. Ancak ne pahasına olursa olsun, Umman’ı, Hayat Ağacı’nı ve Anka’nın kutsal hatırasını kanlarının son damlasına kadar korumaya yemin ettiler.

Kara ordular kapılarına dayandığında Anka Savaşçıları çoktan hazırlanmış ve saf düzenine geçmişlerdi. Zırhları saf çelik tabakalardan; miğferleri altın ve pirinç yaldızlarla bezeli, Anka’nın gururlu başını simgeleyen bir korumalıkla, bıçaktan keskin pençe ve tırnaklarını simgeleyen sivri uçlarla çevriliydi. Anka’nın kırmızı parlak tüylerini simgeleyen, zırhlarının yer yer kırmızı ekleri ve korumaları vardı. Zırhlarının bazı kısımlarında Anka’nın zümrütvari gözlerini simgeleyen parlak yeşil taşlar bezenmişti. Kalkanları Anka’nın ihtişamlı kanatlarını andıran süslemelerle kaplı, parlak kırmızı renktendi. Kıdemli şövalyeler kırmızı atlastan uzun pelerinler giyer, pelerinleri altın yaldızlı Anka kuşu simgesiyle dalgalanırdı. Kılıç kınlarını ve mızraklarını altın saplı kırmızı kuş tüyleri ile süslerler, her gün mutlaka bileyerek keskinleştirirlerdi. Zırhları tüm vücutlarını kaplar, ellerinin üzerine Anka’nın pençelerini andıran altın renkli sivri ekler giyerlerdi ki; yeri geldiğinde silahsız kaldıklarında bu pençelerle düşmanlarıyla savaşırlardı.

O gün Konrulların nesilden nesile aralarından seçerek başa getirdikleri önderleri, 12. Semrük Tuğrul idi. Tuğrul, Anka bezeli miğferi altından sarkan iyice beyazlamış uzun sakalının gösterdiği yaşına rağmen hâlâ diriydi ve eski görkemini hâlâ çevresine hissettiriyordu. Beyazlaşmış saçları ve sakalı uzun yaşına yenik düşmüşse de kalın kaşlarında görülebilen yer yer kızıl tutamlardan gençliğinde aldığı “Kızıl Asker” lakabını anımsamak mümkündü. Şehir kapısına dayanan kara ordunun içinden gelen bir kısım atlıyla beraber yılanlı sancağı tutan ordunun komutanını karşılamak üzere kapı eşiğinde dikilirken, Konrul savaşçıları semrüklerini derin bir haşyet ve saygıyla süzüyorlardı. Tuğrul şehirde savaşamayacak tüm kadınların, çocukların, güçsüzlerin ve yaşlıların Kaf Dağı’nın iç kısımlarına doğru çekilmelerini talimat vermiş ve eli silah tutan erkekleri zırhla kuşandırarak şehrin çeşitli noktalarına yerleştirmişti.

Hayyâtlar’ın lideri sancağıyla birlikte atından indikten sonra yılanlı bayrağını az ötesine yere sertçe dikti ve birkaç adım daha ilerleyerek Tuğrul ve yanındaki savaşçılarının önünde kibirle gerildi.

“Bir efsanenin ardına saklanan, kızıl kuşun insanları!” diye seslendi kendini beğenmişçesine. “Şu arkanızdaki haşmetli dağın yamacında kurduğunuz bu ufacık diyarda az biraz aklınız varsa, diyarın ötesinde kalan tüm halkların bir araya geldiği tek bir hakikat ve sancağın altında, bizimle birleşmeyi ve tek bir halk olmayı kabul edersiniz.”

Tuğrul, Anka’ya basit bir kuş gibi seslenerek yaptığı saygısızlıktan ötürü öfkeyle gerildi; fakat savaşın eşiğinde olan halkını da düşünerek: “Buraya kadar boşuna zahmete girdiniz, bu halk ne yüce Zümrüd-ü Anka’sını terk eder, ne de zalimlerin çarpık hakikatine boyun eğer. Doğduğunuz toprağın derinliklerine, yuvanıza geri dönün, yılan insanlar!” diye bağırdı.

Bu sözlerle gelen tayfadaki askerler silahlarının kınlarına hamle yaparken, kara ordunun lideri yüzünü ekşittikçe ekşitti, içi tiksinme ve nefretle dolarak şunları söyledi: “Hakikate, adalete ve birliğe sırt çevirenler iflah olmaz, toprak dahi onları kabul etmez, Birlik ise asla onları affetmez.” Ardından hışımla döndü ve ordusuna doğru gerisingeri yürürken elleriyle askerlerine işaret verdi. Bunun üzerine arkasında yer alan devasa karanlıkta bir kıpırdanma başladı ve ordunun içinden kocaman mancınıklar peydahlanarak yerlerini almaya başladı.

Tuğrul karşısında gelişen yeni manzara karşısında ümitsizliğe kapılmak şöyle dursun, daha da cesaretlenerek “Konrul!” diye haykırdı. Civardaki tüm Anka Savaşçıları hep bir ağızdan bağırarak karşılık verdi. “Anka’yı savunmak üzere canınız pahasına! Yerlerinizi alın!” diye ikinci kez haykırdıktan sonra şehir kapısından içeri girdiler ve orduyu karşılamak üzere hazırlandılar.

Savaş acımasızdı. Mancınıkların gülleleri yanarak şehrin dört bir yanını dövüyor; Anka motifli binalar tuzla buz olurken ağaçları, pazar yerlerini, meydanlarını alevler içinde bırakıyordu. Şehirde toz toprak havaya uçuştuğu sırada kara ordunun neferleri ile Anka Savaşçıları her köşe başında, düzlükte, merdivenlerde ve yıkık binalar içinde göğüs göğse çarpışıyordu. Konrul askerleri kılıçta mahirdi; ancak düşman hem sayıca daha çoktu, hem de hunharca saldırmayı sürdürüyordu. Kılıçların çarpışma sesleri, kalkanlardan çıkan kıvılcımlar, savaş çığlıkları, acı içinde bağrışlar, yerleri sulayıp birbirine karışan dost ve düşman vücutlardan çıkan kanlar…

Tuğrul kara ordunun bitmek bilmeyen neferlerinin şehirdeki sayısının giderek arttığını görünce diğer askerlere emrini verdi: “Dağın içine doğru çekilin, kutsalımızı sonuna kadar koruyun. Halkı koruyun!”

Anka savaşçıları bir yandan savaşa devam ederken, bir kısmı dağın daha yukarı kısımlarına geçişe imkân veren dar yolları kullanarak, geçitler ve dehlizler üzerinden efsanevi Zümrüd-ü Anka’nın mekânına doğru yollandılar. Tuğrul geçitlere yollanan askerlerine zaman kazandırabilmek adına bir kısım askeriyle şehirde canhıraş mücadelesini sürdürse de neticede gücü sınırlı bir insandı. Çarpıştığı onca neferin ardından aldığı yaralarla yere yığılırken, alevler içinde yanan şehrin içinden kara ordunun neferleri dağın içlerine doğru hareketlerine devam ettiler.

Hayyât’ın lideri, Tuğrul’un yanına yaklaşarak kılıcının ucunu Kızıl Asker’in boynuna doğrulttu.

“Bu hayatta insanın karşısında dikildiğine inandığımız iki tane hakikat vardır.” diye söze başladı kara ordunun lideri. “Birincisi birliğin ve birlikten doğan mutlak adaletin, refahın ve mutluluğun getirdiği hakikat.” Kılıcının ucunu Tuğrul’un boynuna batırmaya başlarken, vücuduna aldığı yaralardan ötürü hareket edemeyen Tuğrul acıyla inledi.

“Diğeri ise biz insanları birbirine bağlayan ve birleştiren yegâne hakikat…” diye usulca söylendi. “Ölüm.”

Kılıcını yavaş yavaş batırmaya devam ederken Tuğrul kesik kesik de olsa şunları mırıldandı: “Anlamadığın… Asıl hakikat… Şu ki… Başa gelen onca… Zorluğa rağmen… Her şeyin imkânsız olduğu anda… Küllerinden yeniden… Doğmaya inanmak…”

Kara ordunun lideri sözlerin devamını dinlemeden kılıcı sapladı ve Konrulların son semrükü de hayatını kaybetti.

* * *

Dağın içlerine ulaşan Anka askerleri ise Umman ve Hayat Ağacı’nın olduğu dehlize ulaştığında korumaya yeminli olduklarının manzarasıyla karşılaştılar. Şehrin savaşamayan kadınları, çocukları ve yaşlıları gölün çevresinde çaresizce oturmuş, savaşın sonlanmasını bekliyorlardı. Askerler birbirlerine baktıklarında, çeşitli yerlerinden hafifçe yaralanmış, zırhları hırpalanmış, kimisinin kalkanı kırılmış, kılıcı körelmiş toplam otuz asker olduklarını fark ettiler. Korumaya yemin ettikleri kutsalları ve halkları ümitsiz bir bekleyiş içinde olsa da, askerlerin kahramanca çarpan yürekleri bir an için olsa bundan etkilenmedi. İçlerinden biri diğerlerine seslendi:

“Semrük nerede? Buraya çekilmemizi emretmişti; son savunmamızı burada yapacağız.”

“Artık semrük yok. Bu bizim yeminimizi yerine getirmemiz için verilen bir fırsat ve bize vaat edilen savaş. Canımıza mal olsa da burada savaşarak ölmek bizim boynumuza borç!” diye cevap verdi bir diğeri.

Askerler gölün çevresinde yarım daire oluşturacak şekilde dizildiler ve kılıçlarıyla kalkanlarını son bir çatışma için hazır tuttular. Geçidin girişinde kara ordunun neferleri birer ikişer görünmeye başladıklarında Konrul askerleri içlerinden gelen bir yiğitlik duygusuyla düşmanlarının üzerlerine atıldı. Gözler birbirini görmüyordu sanki; sadece kılıçlar inip kalkıyor, savunulacak olanlar için canlar hiçe sayılıyor, ölüme davet edecek bir sonraki mızrağın veya kılıcın önüne umarsızca ileri atılan zırhlar parlıyor, bedenler birer birer cansız yere düşüyordu.

Otuz Anka askeri öyle mertçe savaşıyordu ki, tek bir kayıp vermeden kara orduyu kutsallarına ayak basmadan uzak tutmayı başarıyordu. Hem birbirlerini kolluyor, hem de düşmana geçit vermiyorlardı. Savaş sürdükçe kara ordunun neferleri, karşılarında aslan kesilen savaşçılardan çekinmeye başladılar. Başta kılıçlarıyla koşturarak öne atılanlar, şimdi aralarına mesafe koymak adına kalkanlarını önlerine indirdiler. Mızraklar savaşçılara uzatılıyordu; ama bedenler geri geri gidiyordu. Anka savaşçıları başta düşmanın inadını kırdıklarını düşündüler, cenkte üstün olduklarını hissettirdiklerini sandılar. Halbuki birbirlerine göz attıklarında zırhlarının alev alev parladığını anladılar. Anka motifleriyle dolu zırhları ateşler içinde yanıyor gibiydi; fakat hiçbiri sıcaklık hissetmiyordu.

Etraflarına korku salan bir azametle geçidin girişinde dururlarken savaşçılar son bir gayretle kara orduya taarruza geçtiler ve savaş çığlıkları eşliğinde yalazlar içindeki zırhlarıyla ordunun içine daldılar. Kara ordunun neferleri neye uğradıklarını şaşırarak beceriksizce kılıçlarını sallamaya ve geçitten gerisingeri kaçışmaya başladı. Kalbinde bir nebze cesaretten iz kalanlar ise Anka askerlerine bakış attıklarında gözlerine inanamadılar. Kor gibi yanan zırhlardan buğu ve duman yükseliyor, geçidin içlerinde kalan görkemli Hayat Ağacı’na doğru giderek ağacın yaprak ve dallarını tutuşturuyordu. Ordu askerlerden kaçarken ağaç dalları alev almaya başladı ve gölün ortasında bir çıra gibi için için yandı.

Anka askerlerinin yürekleri heyecan ve kahramanca duygularla doluydu. Hissediyorlardı; yıllarca yüreklerinde besledikleri arzunun gerçekleşmekte olduğunu, çocukluklarından beri büyüklerinden işittikleri efsanelerin nihayet ortaya çıktığını, ölmek pahasına yaşarken mücadele ettikleri muştunun gün yüzüne geldiğini. Ağacın alevleri tüm geçidi kaplayacak kadar güçlendi ve yükseldi. Gölün çevresinde bulabildikleri bir köşeye sığınan şehrin sakinleri alevlerin heybetinden iyice çekindiler ve paniğe kapılarak yanmaktan korunmak için büzüştükçe büzüştüler. Ancak alevler arttıkça etrafa korkunç bir sıcaklık yayılmıyor, tersine görkemiyle birlikte bir huzur ve sükûnet duygusu bırakıyordu.

Derken alevler devasa boyutlarda iki kanat biçiminde her iki yana açıldı ve üzerinde diyar boyunca insanların bildiği ya da bilmediği, uçsuz bucaksız uzanan topraklar boyunca temaşa ettiği ya da etmediği, en gizli rüyalarında gördüğü veya görmediği bütün renkleri barındıran, muhteşem güzellikte, devasa bir kuşa dönüştü. İki kocaman kaya büyüklüğünde olan zümrüt yeşili gözleriyle etrafını süzen Anka kuşu dostlarda mutluluk ve rahatlık; düşmanlarda korku ve hicran duyguları uyandıran müthiş çığlığını attı ve ağacın tepesinden süzülerek şehir boyunca işgalini sürdüren kara ordunun üzerine doğru pike yaparak uçtu. Kara ordu efsanevi kuşun heybetinden öylesine dehşete düştü ki, haşereler gibi şehrin kapısına doğru kaçıştı.

Anka savaşçıları her bir düşmanı şehirden kovalarken nesiller boyu kutsalları bilip saygı duydukları Anka kuşunun üzerinden uçtuğu her bir şehir mahallinin yeniden eskisi gibi onarılıp güzelleştiğini, yitip giden silah arkadaşlarının canlanıp kendine geldiğini, yangınların sönüp şehrin eski güzelliğine kavuştuğunu gördüler. Anka kuşu kara orduyu diyarın ötesine doğru dağıtırken savaş sırasında düştüğü yerden kalkıp gelen Tuğrul göz yaşları içinde askerlerine fısıldadı:

“Yanan yürek asla yok edilemez.”

Mustafa Semih Elitok

1992 Ankara doğumludur. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamlamasının ardından, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden 2017 yılında mezun olmuştur. Çeşitli sağlık kuruluşlarında hekimlik hizmetini yerine getirirken, bir diğer tutkusu olan okumak ve yazmaktan bir an olsun vazgeçmemiştir. Akademik olarak genetik mühendisliği ve sentetik biyoloji konularına eğildiği gibi; edebi yönden de fantastik ve bilimkurgu edebiyatına özel bir ilgisi bulunmaktadır. Yerli Bilimkurgu Yükseliyor dergisinin düzenlediği 7. Kısa Öykü Yarışması’nda katıldığı öyküyle ikinciliğe layık görülmüştür.