Öykü

Dasitan-i Mastafar

Bereketi dört bir yana yayılmış diyarın ötesinde,

Yetmiş nesil gelip geçmiş, daha nicesi beklerken kapısında

Çıplak atlar süren yiğitler nam salmıştı diyara

Yetişmek için imdada düçar kalan kimsesize, mazluma.

Düşkünü kaldırıp çaresizi korumak adı olmuş cengaverlerin,

İyiye ve güzele, erdeme dair ne varsa yüceltmek işiydi bu erlerin.

Böyle şanları yürümüş, dosta güven düşmana korku salmışlar,

Ama bunlardan çok evvel şimdi; diyarda onları duymamışlar.

Günlerden bir gün; boylu poslu bir genç sakince uzanmış bayırın beline,

Elinde tütün, önünde sürüsü, ufka bakarken, dalmış ötelerin yüzüne.

Ahşap sopasıyla dürter, sactan kavzasıyla örter yüzlerini, güder durur,

Sabahtan gelir yamacın yeşiline, akşama kadar yayılıp kurulur.

Babası baytar, anası yörük, belde belde gezmişler zamanında,

Orası kovmuş, berisi sövmüş, çektikçe çekmişler kışında baharında.

Yamandağlar derler, çetin mi çetin, zorlu topraklara varmışlar,

Adı gibi yaman, kabul; lakin özgürlüğü burada tatmışlar.

Memleket bilmişler yüce dağları, gütmüşler halkın koyununu,

Yarlarda, kayalıklarda, uçurumların sırtında bulmuşlar hayat yolunu.

Adına Mastafar demişler gencin, eskilerin yitip gitmiş dilinde,

İlk memleketlerden takılmış dillerine, “Yiğit Erkek” yerine.

Biri yün eğirir, biri su toplar, Mastafar ise sürü güdermiş,

Günler diyarın gölgesinde böyle böyle sürüp gidermiş.

Ama o gün bir başkaydı; kader mucizelere gebe, karnı burnunda,

Ya bir yiğit doğacak, ya da vermeyecek diyara hiçbir fayda.

Genç duydu kişnemeyi, dört bir yanı acıyla inletti,

Attı tütününü, ürküttü sürüsünü, kaptığı kavzasıyla seğirtti.

Bir azman kükrer, bir mazlum inler, sesler gelirken;

Mastafar içinden titrer, “Yamandağ, eteğinde ne dehşet gizler?”

Derken görür gaileyi, bir güzelle bir canavarın azim cengini,

Güzel ki ne güzel, öylesine muhteşem , öylesine narin, diyarda yok sanki benzeri.

Ak bir yılkıydı bu, çevik, gösterişli ve heybetli,

Sivri dişli bir arslanla güreşiyordu av olmadan besbelli.

Azman kükreyip pençe attıkça döküldü kanı yılkının,

Ak cidarına dökülür al al; ama hiç düşürmez başın.

Toynaklar havada, pençeler saldırıda, dişler korkunç,

Böylesi bir güzelliğe bu denli bir kötülüğü almıyor bilinç.

Mastafar hiç düşünmedi atıldı birden öne hemen,

Kavzayı kaldırdı, pençeyi savuşturdu yılkının yelesine gelmeden.

Diyarın canavarı sarsıldı, açtı iyice ağzını, delirdi öfkeyle,

Yılkı huzursuz kıpırdandı, Mastafar kavradı kavzayı azimle.

Var güç ayrıldı azman dişler öldürmek için en önde,

Mastafar düşmedi, güzeli korumak için yaptı son bir hamle.

Yamandağlar işitmedi öyle bir patırtı, gürledi kayalar, çınladı etraf,

Hiddetle sebatin çarpışmasıydı bu, bir yan iyiyken kötüydü diğer taraf.

Dişler geçmişti kavzaya, azman çırpınırken pençelerini savurdu,

Yiğit genç ansızın çevirdi kalkanını kırdı dişlerin boynunu.

Avcıyken av oldu canavar acıyla inledi kanlar içinde,

Döndü dağların ta içine yılkının şahlanışı düşünce önüne.

Elinde bir çift dişle kavzasını yere indirince genç Mastafar,

Yılkıyla bakıştı öylece, yaklaştı ona azar azar.

Cenkte metin duran, güzeller güzeli allı bereli yılkı,

Birden yığılıverdi ayaklar dibine, acıyla kişnedi, yıldı.

İçi parçalandı gencin, sürüsünden bildiği ne varsa yaptı,

Ondu yaraların bir kısmını, bazısını babasına bıraktı.

Yılkıyı tekrar kaldırdı, okşadı, yüreklendirdi yürümeye,

“Az öteye kadar sabret; değecek bunca acı ve kedere!”

Bayırdan indiler güç bela, adı Yamandağlar zaten bir kere,

Bir beladan kurtulmuşken bir diğeri bekler ötede.

Aniden bir çığlık bastırdı etrafı, gözler uğradı yerinden,

Seri bir gölge geçip durdu; korku saldı üzerlerinden.

Fezadan bir canavar tepelerinde dönerken tehditle,

Bir adama göz gezdirdi, bir de yanındaki yaralı bedene.

Birden pike yaptı doğan, daldı, baş üstünden uçtu,

Yılkının sırtına konduğu gibi etinden de uçurdu.

Atın çığlığı yüreği dağlarken, genç ne yapacağını tarttı,

Ayağının dibinde olan birkaç çer çöp ve dikenli otlardı.

Kavzayı yeniden denemek istedi; ama düşman yukarıda,

Kollardaki derman yetmezdi; hem de tehdit havada.

Neden sonra kavradı, kavzadaki dişleri hatırladı,

Giysisinin söküğünden uzunca bir ip koparıp çıkardı.

Uçan azman her dalış yaptıkça at çırpındı çaresizce,

Mastafar bağlarken ipi dişlere, gözünü dikti merhametsizce.

Yerden topladı bulabildiği en sivri dikenleri,

Kavzasını hazırladı, şevkle gerdi ipini.

Fezanın canavarı son bir hamleyle bitirecekken avını,

Mastafar yılkının yanında, hazırladı heyecanla yayını.

Kanatlar açık, pençeler hazır, ölüm vuruşu yoldayken,

Keskin gözler acıyla kapandı, diken tam başından vururken.

Azman yere çakıldı, acıyla çırpındı ama nafile,

Mastafar ve yılkı hızla yollandı yeniden, yaralı bir kafile.

Yılkının takati bitecekti, olduğu yere yığılıverecekti,

Mastafar “Ha gayret” diye diye yollarda sürükleyecekti.

Dağın eteğine doğru gürül bir çaydan geçerken,

Yılkı suya gömüldü, acıyla çırpındı birden.

Bacakları kanıyordu, bembeyaz at oldu al al,

Genç hemen çekip çıkardı atı, neydi bu çaydaki hal?

Sonradan seçti gözü, kıvrım kıvrım kımıldayan bir şeydi,

Ayağı yoktu belki ama dişleri kesin sivriydi.

O anda yerdeki bir oyuktan fırladı bu sefer dehşet,

Yılkıya yeniden saldırdı, manzara tam bir vahşet.

Yeraltının ve ummanın canavarıydı bu da herhalde,

Daha kaç imtihan gerekti Yamandağlar’ın eteğinde?

Mastafar yine hamle etti kavzayla; ama bu düşman çetindi,

Korkak savaşıyordu; bir arazideydi bir yerin dibindeydi.

Ne zaman koysa kalkanı korumak için birden,

Azman fırlıyordu hemen başka bir yerden, aniden.

Yılkı kan içinde kaldı, genç terden sırılsıklam,

Bu beladan bir kurtuluş yok muydu, bir deva, bir aman!

Mastafar direndi, kurtaracaktı bu atı pahası ne olursa olsun,

Bunca zulümden sonra, varsın düşmanın boynu kopsun.

Kavzayı taşa çaldı, ucunu keskin kıldı, artık hazırdı, anı bekledi,

Vücudu gerildi, gözü kulağı tetikteydi, öylece toprağı izledi.

Tekrar başını çıkarınca alçak düşman yerdeki deliğinden,

Kavzayı fırlattı tüm gücüyle yiğit yılana dosdoğru birden,

Başı gövdeden ayrıldı, öylece serilip yerde kaldı,

Tehlike geçti, evet doğru; ama yılkıda da derman kalmadı.

Genç üşüştü başına güzelim atın, yalvardı, yakardı, ağladı bile,

Yılkının gözü kapandı kapanacak, ışığı solmaya başladı gide gide.

Çare yoktu, başaracaktı, zorundaydı, “Vaktidir artık!” dedi yiğit,

Sırtına vurdu heybetli yılkıyı, başta zorlandı ama ayağa kalktı o vakit.

Beli kırıldı, damarları çatladı, acıyla kıvrandı; fakat vazgeçmedi yine de,

O atı kurtaracaktı, neye mal olursa varacaktı beldeye.

Derken ulaştı babasının yanına yılkıyı yatırdı, kendi yığıldı,

Babası önce oğluna baktı, iyiydi, sonra atın yanına vardı.

Günler sürdü iyileşmesi, ama sonu iyi bitti ya, kurtuldu ikisi de,

Amansız mücadeleden iki dost çıktılar, biri sahip, atı diğeri de.

Ata isim vermek babasına düştü, eskinin yitik dilinden “Müjde” denilen,

Arada mırıldanır dururdu, çocukken bellemişti “Şavkur” olarak bilinen.

Kendi seslenirken “Şavk!” diye çığırınca gelmeyi öğretti ona,

Yamandağlar’da koştukça koştu her tarafa dörtnala.

Mastafar o gün yemin etti, her kim zalimden çekerse önünde,

Ölümüne de olsa yardım edecekti, atını sürecekti erdemin peşinde.

Diyarın, fezanın ve yeraltının, ummanın canavarlarını alt etti ya o zaman,

Onun anısına dövdükçe dövdü silahını bir kılıç, bir yay ve bir kalkan.

Adını tözkavuz koydu sol koluna takarken heybetlice kavzayı,

Onun hem koruyucusu, hem uyarıcısı hem de can alan azmankıranıydı.

Şavk, kendi zaten güzel, tüm çıplaklığıyla ve heybetiyle altında,

Atını kutsal bilen yiğit, yelesinin bir benzerini dalgalandırır sırtında.

Sol kolunda silahı, sağında koruyucu matrağı sürer doludizgin atını,

Uçardı adeta yeryüzünde, yoktu ondan hızlısı, çeviği, atağı.

Diyarda hem dolaştı, hem yaydı namını iyi ve güzel ne varsa,

Erdem bildi bunu, onu korumaya yemin etti dünya duyarsa.

İlkin bir fukaraya rastladı gezerken köylerde telaşsız,

Bir eşkıya çalmıştı elinde avucunda, kalmıştı ellerde yardımsız.

Şavk’ı atılmıştı bile öne, diyarı sorup soruşturdu “Bu kalleş kimdir?”

“Kimin haddine haksızca almak birinin hakkını, neyine güvenir?”

Halkın ekserisi korkardı eşkıyadan, onun tayfasından ve acımasızlığından,

Sadece bir ikisi işaret etti, bozkırın az ötesine doğru, o da ima yoluylan.

Atıldı Mastafar doğrudan çıktı karşısına kalleş eşkıyanın,

Narasını attı, “Güçsüzden çalacak korkak karşıma çıkmaya hazır mı?”

Eşkıya ve adamları hiddetle gözleri dönmüş belirdiler,

“Sen kimsin, deli ya da divane, besbelli belanı istersin.” dediler.

Mastafar attı ilk okunu tözkavzundan eşkıyanın beline,

Kuşağı sıyrıldı, silahı düştü, mecbur siper etti göbeğine.

Adamlar atıldı, bazısı yayan, bazısı at üstünde yiğide doğru,

Mastafar için kolaydı bu cenk, kiminden sıyrıldı, kimine vurdu.

Öyle atik ve hızlıydı ki Şavk, yakalayana aşk olsun,

Eli boşta kalan, kalkandan okkalı bir dayak bulsun.

Bazısına arka arkaya sapladı okları yerinde kalsın dursun,

Çok şımaran olursa, kılıncı kırılıp kolu da bedeninden kopsun.

Eşkıyaları dize getirdi yiğit elbet, başlarını esir aldı, parayı da kaptı,

Fukaranın yanına varınca eksizsiz verdi, eşkıyayı meydana bağladı.

“Bu artık sizindir, dilediğinizi yapın, ama erdemden ayrılmayın” dedi,

Köyün delikanlıları hayranlıkla izlerken, bir güzel de vaaz etti.

Belde belde gezdikçe Mastafar arıyordu gönlünde bir eksik, arıyordu,

Adını koyamasa da, onu en büyük erdem sayıyordu.

Acısı olan, yarası olan, sorunu olan varsa eli uzanıyordu sürekli,

Arkasında mutlu gözler bırakıyordu, bir de hayranlar, bileği kuvvetli.

Gel zaman git zaman, atlı yiğitler türedi kadınından erkeğine,

Mastafar’ın etrafını sardılar, biat etmek için erdeme dair töresine,

“İyi olan neyse onun için savaşmaya hazırız, aynı senin gibi”

“Bize de öğret, yol göster, rehberimiz ol dilediğin gibi”

Böyle böyle çoğaldı diyarda kahramanların sayısı; yalnız bir husus var,

Kahramanlar arttıkça belalar da zamanla elbette artar.

Mazlumların azalması asla zalimlerin işine gelmez ki hiç,

Bir yolunu bulur, uğraştıkça uğraşır kendine kalana kadar sevinç.

Diyarın da bir sahibi, bir şahı, bir padişahı vardı elbette, olanlardan habersiz,

Ta ki, bukalemun gibi şekilden şekil beğenen dört suratı birbirinden meymenetsiz,

İşi bozulan zalim huzuruna çıkıp da hükümdarın, en içten,

“Yüce, soylu hünkarım, ah bir bilsen, ne olduğu bir bilsen!”

“Bir eşkıya türedi topraklarında, kendinden büyük kanun bilmeyen”

“Astığı astık, kestiği kestik, neyi gönlü beğenirse onu benimseyen”

“Töre bilmez, hak hukuk bilmez, hükümdarı asla tanımaz bir gafil”

“Gafletten de öte, bilerek yapıyor, düpedüz tam bir kafir!”

Hükümdar hiddetlendi, çağırdı vezirlerini, “Hemen bulun bu deyyusu!”

“Tebaanın bir hükmü, kanunu varken, caka satmak neymiş görsün, getirin namussuzu”

Askerler toplandı, komutanları atandı, en hızlı atlarına binip dağıldılar diyara,

Köy köy sorup soruşturdular, tartakladılar, hatta saldırdılar bile halka.

“Garip gureba bir isim” dediler “belki yabancı diyardan bir casustur.”

“Belki halkı kandırıp oyuna getiren, garabet bir büyücüye mahsustur.”

Biri Akova’ya yolladı onları, öbürü Servetelgün Koyu’na, bir kısmı da dağlara,

Askerler dağıldı dört bir yana, tabii ulaştı hadiseler Mastafar ve cünuduna.

“Karşılarız hepsini yiğidim” dediler hepsi “Üstlerinde geliriz”

“Zalim hükümdar bile olsa, erdem için gerekirse toprağın altına gireriz”

Mastafar asla razı olmadı, uyardı onları, anlattı tane tane,

Bir kişi için yitmemeli erdem adına savaşan askerler yek pare.

Yamandağlar’da karşılayacağını belirti askerleri “Sakın izlemeyin beni!”

“Onların istediği bir Mastafar, halkın kalanı kurtulsun bari”

Adam yollattı, çığırtkan çınladı, haber ettiler derhal ordugaha,

Aradıkları deyyus dağlarda imiş, beklermiş onları sabaha.

Askerler hınçla sürdüler atlarını Yamandağlar’ın yalvan eteklerine,

Bazısı alışkın değil, sürttü orada beride, bir kısmı çıkamadı bile.

Sonunda dağın beline vardıklarında tepede gördüler aradıklarını nihayet,

Tüm görkemiyle şaha kalkmış Şavk ile Mastafar çığırdı orduya, o nasıl heybet!

“Ey Erat! Sizler ve ben topu topu bir ana ve babadan türeyerek gelmişiz, hakikattir”

“Kolumuz, bacağımız, dilimiz, kulağımız, yüreğimiz benzerdir, hemen hemen birdir”

“Güzele birlikte güzel deriz, iyiyi tanırız, kötülüğü hep birlikte sevmeyiz”

“O halde erdemli olanı, doğru olanı beraber koruyup gözetmeliyiz.”

“İyi bellidir, kötü de öyle; erdemi koruyup kollasanız benden öte yoktur size kardeş!”

“Lakin haddi aşar kötüye ulaşırsanız sizden ala da yoktur en kalleş”

“Bugün burada sözünüz beri gelsin, ya devlet başa, ya kuzgun leşe!”

“Bizim de bir yeminimiz var, dönersek namert anılalım şuradaki üçe beşe!”

Bu sözler üzerine askerler kılıçlarını çekti, atlarını sürdüler üzerine,

Şavk kişnedi ve atıldı, Mastafar kaldırdı kollarını varırken önlerine.

Can pazarıydı adeta; fakat nasıl savaşıyordu tek başına kalkan kılıç çınlarken,

Birini savurup ötekini deviriyor, okunu sallayıp kalkanla biçiyordu dövüşürken.

Bir ara takati kalmadı yiğidin, yaralar derinleşti kanı aktı gitti yılkının üzerine,

O anda yetti öbür leventleri naralar içinde girerken savaş meydanına birdenbire.

Askerler şaştı kaldı, kılıçlar kalkanları karşıladı, tözkavuzlar indi kalktı,

Atlar atıldı, atlar düştü, yaralandı; cesetler yığıldı, kalanlar kaçıştı.

“Düştü deyyus, bu bize yeter!” dediler “Kalanı zaten dağılır gider”

“Koşun haber verin, dağın eteklerine dahasını gönderin” diyip gittiler.

Yiğitler Mastafar’ın etrafını sardı, Şavk’ın bacakları kopmuştu, yerde cansız kaldı,

Mastafar tebessümle karşıladı, “İyi ve doğru olanı koruyun, size mirasımdır”, bayıldı.

En cesur olanı oraya gömdüler, atını da yanına eklediler, sükun ettiler, üzüldüler,

Yüreklerine taş bağladılar, atlarını binip yeminleri için sürüp gittiler.

Hükümdara haber tez ulaştı, kuruldu, gerindi, iştahla kabardı,

“Benden gayri başka kanun yoktur, olamaz, hainlere ölüm” dedi kaldı.

“Benzerlerine ders olsun, kalanlara bu acı yeter, öylece kalırlar.”

“Derman olmadığını anlayınca boynu bükük bana yalvarırlar.”

Oysa düşündüğü gibi olmadı asla, yiğitlerin namı coştukça coştu,

Kendilerine mastafar diyenler ezilenlerin yardımına durmadan koştu.

Hükümdarlar geldi geçti, diyarlar yıkıldı, kuruldu, devran değişti,

Erdem aynı kaldığı gibi, erdemin koruyucuları da gelişti.

Sayıları arttı, töreleri oturdu, silahları kuvvetlendi, yürekleri hep har,

Fakat, asla dönmediler ne o sözlerinden, ne de yeminlerinden zinhar.

O gün bu zamandır mastafar süvarileri ne zaman gözükse ufukta,

Destanı hatırlanır, gönülleri rahat, korkuyla birlikte vardır hep umut da.

Mustafa Semih Elitok

1992 Ankara doğumludur. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamlamasının ardından, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden 2017 yılında mezun olmuştur. Çeşitli sağlık kuruluşlarında hekimlik hizmetini yerine getirirken, bir diğer tutkusu olan okumak ve yazmaktan bir an olsun vazgeçmemiştir. Akademik olarak genetik mühendisliği ve sentetik biyoloji konularına eğildiği gibi; edebi yönden de fantastik ve bilimkurgu edebiyatına özel bir ilgisi bulunmaktadır. Yerli Bilimkurgu Yükseliyor dergisinin düzenlediği 7. Kısa Öykü Yarışması’nda katıldığı öyküyle ikinciliğe layık görülmüştür.