Öykü

Konserve Tamircisi

Çocukluğumdan beri kambur insanlardan korkarım ve bu korkumun boyutu kamburluğa oranla şiddetlenir. Bu düşüncem ilk kez yağmurlu bir Pazar sabahında başladı. Derme çatma evlerle süslenmiş yıkıntı mahallemizde korkunç bir söylenti dolaşıyordu. Bodrum katında yaşayan kambur bir ihtiyarın ölümü… Üstelik söylentileri destekleyen bir de günlük bulunmuştu. Kamburun kendi eliyle yazmaya başladığı ve son sayfasını kızının tamamladığı o günlüğü okuduğumda korkularım başlamıştı. Bir çocuğun kanını donduran yazılar şunlardı:

AÇLIK KRİZİNİN DÖRDÜNCÜ HAFTASI

“Durum: Organ kaybına bağlı halüsinasyonlar, kas spazmı ve kasılmalar.”

Kestane kabuklarının ayakucumdan uzaklaşıp, zemine dökülmüş küllü izmaritlerin sevişmesini izlemeye gittiklerini görüyorum. Kabuklar adım attıkça arkalarında ufak kırıntılar kalıyor. Sonra çıtırdıyorlar ve bu görsel şölene beni de davet ediyorlar. Ardından ayaklarım da benden uzaklaşıyor, gidişlerini izliyorum. Küflü ekmeklere benziyorlar ve çarpıklar. Dert etmiyorum, benim yaşıma geldiğinizde çarpık ayak ve sönük penisten daha büyük dertleriniz oluyor.
Şu sıralar ayaklarımla ilgili tek sorun, gece olduğunda solucanların parmak aralarımı kemirmesi; bundan nefret ediyorum. Ancak bugün onlar da gidiyor ve acılarım bitiyor. Sevinemiyorum duyguları aforoz edilmiş Nazi askerleri gibiyim.
İzmaritler orta yerde sevişiyor; insanlık için kısırlaştırılacak bir bakirenin tattığı ilk ve son seks arzusu gibi. Tavandan yere kadar uzanan örümcek ağlarının arkasından onların ateşli fantezilerini izliyoruz. Ben, kestane kabukları ve solucanlar.

Küflü mantar kokan odam da alelade bir fuhuş oluyor ve biz bunu soluksuz izliyoruz. Yere küller dökülüyor. Biliyorum ki odası zencefil ve tarçın kokan o sürtük yine bizi dinliyor. Elinde, günde sayısız defa deterjan tahrişine uğrattığı o cam bardakla üst duvarımı muayene ediyor. Böylesine titiz bir kadın için en büyük tehdit, giderek bakteri yuvasına dönen bu bodrum katı. Ancak hiçbir zaman beni buradan atmaya yeltenemeyecek. Kapımı açmaya bile cesareti yok. Bu yüzden tek yapabildiği üst duvarıma on santimlik bir çay bardağı dayayarak olan biteni dinlemek.

Yıkıntı duvarın hastalığı biziz. Duvar; bizi o yumuşak etli komşuma, üzerine her bardak dayandığında anlatıyor. Kahpe kılıklı tuğlalar, şu saplandığım yataktan kalkıp sizi yıkmak için her şeyi verirdim. Ne yazık ki ben ihtiyar bir yatalağım. Üstelik. kıçımdan dökülenleri bile temizleyemeyecek kadar acizim Bu yüzden şu iki adım ötemde birbirini beceren izmaritler, benim için Yunan Tanrılarından farksız.

Her şeyin bu kadar fantastik olduğu bu oda da, tek gerçek şu ki: sonum bu kadar gösterişli olmayacak. İçine; on tane, yüzer kiloluk adamın sığabileceği bu tek göz oda, ağzına kadar bokla dolacak ve ben kendi pisliğimi tadarak gebereceğim. Yaşamak için umudum kalmadı.

BEŞİNCİ HAFTA

“Durum: Bağışıklık noksanlığı, kronik ishal ve zayıflık…”

Artık bana arada bir soğan getiren küçük kız da çekip gitti. Odama yarısı kurtlu bir konserve bıraktı; ağız kenarıma, dakika başı su damlatan bir hortum sabitledi ve s*ktirip gitti. Annesi kılıklı o da günün birinde sara nöbetinden ölecek biliyorum. Oysaki bir zamanlar, bana baba derdi. Bu kelimeyi içten söylemediğini ikimizde iyi bilirdik ama yine de duymak hoşuma giderdi. Şüphesiz aramızdaki bu soğukluğun tek nedeni; Bu kelimenin onun için iki kavramdan meydana gelmesiydi. Bana her seslenişinde, ‘Üvey’ kelimesini içinden mırıldandığını bilirdim Baba kavram onun için hiçbir zaman tek olmamıştır.

Tam beş hafta oldu onu görmeyeli. Giderken üzerindeki kahverengi kazağın sökülen ucunu sıkıca tutmamı söyledi ve koşarak odamdan çıktı. Küçük kız koşuyordu ve kazak sökülüyordu, uzun seneler sonra ilk kez odamdan dışarısını bu kadar canlı hissedebilmiştim. Havaya usulca karışan mikrobik canlılar gibiydim. Yere inemeyecek kadar hafiftim ve kahverengi kazağın peşi sıra savruluyordum. Bahçeyi gördüm, ışık huzmeleri vardı. Önceden ışıkta yaşadığımı hatırladım. Duvarlarda tablolar vardı, karmaşık silüetlere benzeyen renk tonajları. Yüzümde morfin bağımlılarının sergilediği türden bir mutluluk asılıyken elimdeki gerginlik kesildi ve yatağıma geri dönüm. Pencerelerine, ışığı kovması için çakılmış tahtalarla dolu pis mabedime…
İşte o gün benim çıldırışlarımın başlangıcıydı. Ağzım köpürdü ve gözlerim akıntılandı. Ölmeye meylettim ama başaramadım. Ağzımdaki hortumu bile söküp atamadım. Ölemeyecek kadar acizdim.

Altıncı hafta olduğunda kapımın önünde bir gölge belirdi ve bir vakit duraksayıp kapıyı açmaya yeltendi ama yapmadı. Çekip gitti. Arkasından seslenmek için yatağımda debelendim ama yarıdan fazlama sıçrayan felç yüzünden ağzım yamuk ve ben konuşamıyorum. Bu yüzden çırpınışlarım bir işe yaramadı.

Parmaklarım kasılmış halde ve içe dönük, sağ elimi ve yarı işler haldeki boynumu saymazsak çoktan ölmüş durumdayım. Birinin gelip bu işi bitirmesi gerek. Tek beklediğim şey bu; ancak ileri yaşlarda bir ihtiyarsanız, yaşıtlarınız çoktan böcek olduysa ve üstelik semtin kuytuluğunda bir bodrum katında kilitliyseniz sizi bulmaları imkânsıza yakın ihtimaldir.

Canlı çürüyüşlerimin ve bu psikolojik hezeyanların sebebine inmek istediğimde gözümde geçmişim parlıyor. Açlığın getirdiği sanrılarla birlikte onlarda şuurumda beliriyorlar. Sonra şeffaf duvarları aşıp yeryüzüne iniyorlar. Eski karım nefret dolu bakışlarını üzerimde gezdiriyor ve oda da tur atıyor. Bir müddet sonra arkasını dönüyor ve tekrar göz göze geldiğimizde ince sesi kulaklarımın desibel sınırını zorluyor:

– Bizi o eve neden kilitledin ihtiyar?

Boynumu kımıldatmak için uğraşıyorum ancak tek oynatabildiğim organım gözlerim oluyor. Ağız kenarımdan akan tükürükler boynuma doğru ilerliyor ve ben konuşamıyorum. İçimden, ‘ Sizi öldüreceklerdi çünkü diyorum.’

Karımın göz damarları belirginleşiyor. Dişlerini gıcırdatarak saçımı kavrıyor. Kırmızı dudaklarını kulağıma yaklaştırarak bağırmaya devam ediyor:

— Sana ilaçlarını yut dememiş miydim? En azından bunu kızım için yapmalıydın.

— Ben deli değildim.

Karım saçlarımı sıkmayı bırakıyor ve yüzündeki kızgın ifade onu terk ediyor. Sonra gözleri doluyor ve sesine hüzün karışıyor:

– Sen bir katilsin, beni ölüme terk ettin.

Dudaklarım üzüntüden titriyor ve gözlerim doluyor. ‘Seni öldürmek istememiştim diye geçiriyorum içimden.’ Kısa bir sessizlik oluyor. Ardından karım ansız bir çığlık daha koparıyor:

— Yalan! Elbet nöbet geçirebileceğimi biliyordun. Yine de kapıyı üzerimize kilitledin.

Bu sözlerin ardından odadan çıkıyor ve çok geçmeden kucağında bir gramofonla tekrar içeri giriyor. Bu defa yüzünde yersiz bir gülümseme asılı. Paslı gramofonun ince telini aşağıya indiriyor:

— Artık senin sonunda benimkiyle aynı olacak. Diyor ve silueti kayboluyor.

Geriye sadece oda da gezinen notalar kalıyor. İzmaritler ve kestane kabukları dans edip şarkı söylüyorlar; gramofondan yayılan gıcırtılı sesler artıyor…

***

Katilsin ihtiyar bu bir gerçek

Belki bir gün kızın geri dönecek

Deli değilsin elbet bunun adı şizofreni

Haydi, öldür kendini bitir artık şu işi “

***

Her şey bir musiki yumuşaklığında sürüp giderken kapı ansızın kırılıyor ve müzik kesilip notalar tavan arasına gizleniyor.

İçeriye dört tekeri, tam tur atabilen sedyeyle biri giriyor. Saçları üç numara, orta boylu bir oğlan çocuğu… Sakalları varla yok arası… Duyduğu ağır koku sebebiyle yüzü ekşiyor. Dışkıya bulanmış bedenimi yattığım yerden kaldırıyor ve sedyeye yatırıyor. Birkaç kemiğimin kırıldığını hissedebiliyorum. Kaburgalarım ciğerlerime batıyor. Genç çocuk suratıma bakıyor ve sanki yolun sonuna gelmemişim gibi konuşuyor:

— Hadi s*ktirip gidelim buradan.’ Tepki vermiyorum.

Suratımıza vuran ağır koku içeride kalıp bodrumdan dışarı çıktığımızda göğsümde garip bir kıpırtı hissediyorum. 1900 model bir hurda arabaya bakım yapmışsınız gibi… Sanki motorum yeniden canlanmak istiyor.

Sedyenin tekerlekli bacakları tıpkı, tıp konulu filmlerin klişe kadrajı gibi oynuyor. Oğlan beni arkadan ittirdikçe tekerlekler sağa sola doğru yamuluyor ve titriyor. Garip olan kısım ise, buna rağmen düz gidiyoruz.

Rüzgâr yağlı saçlarımı birbirinden ayırıyor ve birkaç tel havada savrulmaya başlıyor. Ardından burun deliklerim açılıyor ve daha rahat nefes alabildiğimi hissediyorum; öncesinde ciğerlerim büzüşmüş poşetler gibiydi onları temiz havayla dolduruyorum ve sarkık testislere benzemesini sağlıyorum.

Saçları üç numaraya kazınmış oğlan çocuğunun çenesi ansızın kımıldıyor ve bana, şuan kendimi nasıl hissettiğimi soruyor. Cevap veremiyorum; ancak onun yerine sağlam olan sağ elimle çocuğun elini tutuyorum. Bunun üzerine oğlan daha da hızlanıyor ve bir kez daha konuşuyor:

— Ah be ihtiyar! Ne vardı sanki ilaçlarını yutsaydın, hiç olmazsa sanrıların azalırdı.

Ben şizofren değildim diye düşünüyorum ancak çocuk düşüncelerimi duyamıyor.

Dört teker durmaksızın dönüyor ve sarıya çalan toprak yüzeyden daha fazla toz havaya kalkıyor. Her şey aylar öncesinde nasılsa hala aynı… Civarda pek insan yok, sağa sola birkaç külüstür araba serpiştirilmiş, evler yüksek katlı değil ve çöp poşetlerini hala kediler karıştırıyor.

Nice zaman sonra bunlar da geride kalıyor, saçları tıraşlı oğlanın soluğu kesiliyor ve kenara çekiyoruz. Beni eski model bir kamyonet gibi itinayla duvar kenarına park ediyor, ardından yanı başıma çömeliyor ve konuşuyor:

— Biliyor musun? Kızın pişman. Seni o bodruma hapsettiği için pişmanlık duyuyor. Ne zaman seni hatırlasa başını omzuma yaslıyor ve bir ağlama nöbetine tutuluyor. Susmasına yakın, ‘ Sana bunu yapmak zorundaydım baba.’ Diyor.

Bu duyduğum sözlerin ardından çenem titriyor ve dilim çözülüyor, konuşmaya yelteniyorum ve kelimeler belirli belirsiz ağzımdan dökülmeyi başarıyor:

— Üvey demiyor mu?

Oğlan önce şaşırıyor sonra eski sakinliğine bürünüp elini cebine götürüyor ve bir sigara yakıp uzaklaşıyor. Giderken başını iki yana sallıyor ve:

— Hayır, ihtiyar, üvey olduğundan bahsetmiyor. Sadece baba diyor.

Felçli bedenim sızlarken ve gözlerim parlak gökyüzüne takılı kalmışken, göz kenarlarımdan akan damlalar boynumu serinletiyor. Ardından bir el, dört tekerlekli sedyeyi itekliyor ve ince bir ses ‘Baba’ diyor. Duyduğum sese doğru başımı çevirmek isterken, neredeyse hareket edebileceğime inanıyorum. Bedenim titriyor ancak kımıldayamıyorum.

– Kızım?

– Evet, baba benim. Beni göremediğini biliyorum ve görmen içinde bir şey yapmayacağım. Sadece şunu bil ki büyüdüm. Bize yaşattıklarının cezasını çektiğini düşünüyorum, artık mutlu ölmeyi hak ediyorsun.

Söylediği son sözde dilinin sürçtüğünü düşünüyordum. Mutlu olmayı hak ettiğimi söylemek istediğini umuyordum. Ancak kısa süre sonra bunun böyle olmadığını anladım.

Sedyenin oynak ayakları titremeye başladı ve iyice hızlandık. Ortalık tekrar sarı toza bulandı, kızımın soluk alış verişi derinleştiğinde beni iten narin elleri sedyeyi bıraktı ve pembe dudaklarından dökülen kelimeler giderek benden uzaklaştı:

—Seni seviyorum baba!

Onu görmeden önce son duyduğum ses bu olmuştu. Sonra sedyenin ön ayakları bir taş parçasına takıldı ve uzun zaman sonra ilk kez ayağa kalktım. Neredeyse normal insanlar gibi dimdik ayaktaydım sadece yere basmıyor, dört tekerlekli bir sedyeyle birlikte havada süzülüyordum. Gözlerim, diklemesine inen uçurumu gördüğünde can havliyle bir refleks gerçekleştirdim. Bir anlığına vücudumu oynatmayı başardım ve boynumu çevirdim.

Uzun kıvırcık saçlarıyla kızım bana bakıyordu. Yeşil gözlerindeki bulanıklık buradan bile görülebiliyordu. Üzüntüden dudakları titriyordu. Elini hafifçe yukarı kaldırdı ve vedalaşır gibi yana salladı. Buna karşılık vermek istedim ancak o kadar vaktim yoktu. Tek yapabildiğim acı bir şekilde gülümseyebilmek oldu.

Sonra kızımın bacaklarının yerini sararmış çalılar aldı ve bu görüntü yukarıya doğru tırmandı. Gözlerimin ekranını taşlar ve kayalar kaplamadan önce onun yüzüne son kez baktım ve gözlerimi kapadım. Bilincimin her hücresi kızımın yüzüyle doldu. Gözlerimin açık olduğundaki kadar net… Ardından rüzgâr etimi bıçak gibi kesmeye başladı ve ben hikâyenin sonuna geldiğimi anladım. İçimde hoş bir duygu peydahlandı, mutlu oldum. Yahut kızımın deyişiyle: ‘Mutlu öldüm.’

İşte hikâye böyle bitiyordu ve ihtiyar kamburun bodrum katından çıktıktan sonraki her sözünü onun adına kızı yazmıştı. Şimdiden sırtı kamburlaşmaya başlamış olan katil kızı!

Konserve Tamircisi” için 7 Yorum Var

  1. Selamlar; öncelikle siteminde çok haklı olduğunu belirtmek istiyorum. Ne yazık ki Kayıp Rıhtım’ın öykü seçkisine katılım çok olsa da öyküler yorumlanmıyor. Okunmuyor demiyorum, sadece yorumlanmıyor. Çünkü okunduğuna inanıyorum. Ben de geçen sene yazdığım bir öyküye hiç yorum yapılmamasına içerlemiş ve yazdığın yorumun bir benzerini kendi öyküme yazmıştım. Okurlardan birinden gelen cevap; öykünün çok uzun olduğun, bu yüzden yorum almadığına dairdi ancak senin öykün gayet kısa. Bu konuda benim sana söyleyebileceğim tek şey, yorum gelmemesine içerleyip öykü yazmayı bırakmaman..

    Gelelim öyküne: Bence gerçekten çok hoş ve hissederek yazılmış. Ölmeyi bekleyen bir ihtiyar neler anlatabilecekse ben onları okudum öyküde. Ancak birçok -de bağlacını hatalı yazmışsın. Bu gibi hataları; öykünü yazmayı bitirdikten sonra paragraf paragraf okuyarak düzeltebilirsin. Birçok hatayı görüp düzeltsen bile gözden kaçırdıkların illa ki olacaktır; yine de bunu yapmanı öneririm.

    Başka bir önerim konuşmalarınla ilgili. Konuşmaları kısa çizgi ile değil de şu (“….”) kesme işareti ile yapsan bence daha hoş olur. Kesme işaretlerinin içine aldığın konuşmalar bittiği zaman, sonraki açıklamanın anlaşılabilmesi açısından çok yararlı oluyor. Bir de çok sık gördüğüm ve benim de önceden yaptığım bir hata, -ki bu senin öykün için değil, benim sana tavsiye ettiğim konuyla alakalı ve muhtemelen gözünden kaçacaktır, şimdiden hatırlatayım dedim- kesme işaretine aldığın konuşmalar bittiğinde cümleyi nokta ile değil virgülle bitirmen. Bu, “……,” dedi. Yazdığın zaman “dedi” açıklamasının büyük harfle başlamamasını ve okurken gözümüzün yorulmamasını sağlar.

    Anlatım tarzı açısından benim tarzım olan bir anlatımın var. Hem öykünün ruhunu hissedebiliyorum hem de samimi bir hava var anlatım tarzında. Tek eksikliğin teknik bakımdan. Teknik sorunları da giderdiğin zaman rahat ve zevkle okunabilecek öyküler yazacaksındır. Ellerine sağlık kardeşim..

  2. Adil Öztürk arkadaşım duyarlılığından dolayı teşekkür ediyorum. Eleştirilerin içinse ayrıca minnet duydum. Öykü yazma hususunda ise bu sitede yayın yapmama kararı aldım zira duyarsız insanlara bir şeyler anlatmak mümkün değildir.

  3. Elbette her yazar adayı öyküsünün okunmasını ister fakat seçkinin “Nedir?” kısmında “Öyküleriniz mutlaka okunur ve yorumlanır” gibi bir ibare bulunmamaktadır. Sen de bunun bilincindesindir diye umuyorum. Gereksiz yere tatsızlık çıkarmak hoş bir durum değil.

    Sevgiler.

    1. Açıkça söylemek gerekirse burası bu zamana kadar rastladığım en güzel sitelerden birisi. Yanlış anlaşılmaya müsait bi yorum yazmışım size hak veriyorum. Ama sözüm site kurucularına yahut benzeri duruma karşı değil. Yanlış anlaşılmasın. Bu tarz sosyal ortamlarda hatır gönüle dönüyor bu işler objektifliği yakalamak zordur ona nazaran bi laf ettim saygılarımla.

  4. Şu an öykünü okudum ve çok beğendim. Anlatımda bir Barış Bıçakçı havası sezer oldum. Finali etkiledi beni. Tek bir sıkıntın var. O da, -de bağlaçlarının yanlış kullanımı. Ama zamanla düzelecektir elbette.

    Kalemine sağlık.

    Ha bir de, bence seçkiye öykü göndermeye devam etmelisin. Ben uygun bir dille tutumunun yanlış olduğunu söylemeye çalıştım sadece. Hem daha bu seçkideki ilk öykün, diğer öykülerinde bol bol yorum alacağından eminim.

  5. Eline sağlık, zevkle okudum. Anlatımı ilginç bir öyküydü. Bana David Lynch filmlerini hatırlattı. Özellikle adamın başlattığı günlüğün daha sonra kızın yazdıklarına dönüşmesi vs.

    Yorumlarım:

    1- Hikayenin adı neden konserve tamircisi? Bunu anlamadım.

    2- Baştaki intro kısmı yazarın ya da başka bir 3. şahsın gözlemi gibi. Doğrudan adamın anlattıklarıyla hikayeye girebilirdik. Sondaki sürprizi daha rahat verebilmek için tercih edilmiş sanırım. Diğer türlü daha zor olurdu ancak bir yol bulunsaydı etkileyiciliği de artardı. Ama bu şekilde de olabilir tabii ki.

    3- 4. hafta kısmı bence atılabilirdi. Çok uzun mekan tasvirleri ve aslında hikayemizde bir işlevi olmayan evi dinleyen kadın yer almış.
    Bu kısımda kullanılan bazı cümlelerle ilgili olarak Stephen King’in Yazma Sanatı kitabına bakmanı (eğer önceden okuduysan yeniden bir göz atabilirsin) tavsiye ediyorum.
    Hikaye 5. hafta kısmından başlasa çok daha iyi olurmuş bence.

    4- De ve da’lar birkaç yerde yanlış yazılmış.

    Yukarıda yazdıklarım bence zamanla gelişecek olan ufak tefek ayrıntılar. Çoğu kısım sahneyi görüyormuşçasına kafamızda canlandırabileceğimiz şekilde, ustaca yazılmış. Anlatımı ustalık isteyen bir hikaye büyük oranda başarılı bir şekilde anlatılmış. Tekrar eline sağlık.
    Diğer öykülerini de okumak isterim.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *