Genç adam, daha yirmi yaşına yeni basmıştı. Bıyıkları terlemeden çıktığı yoldan genç bir erkek olarak, burulacak gür bıyıklarıyla obasına geri gelmişti. Azgın sularıyla akan sayısız nehirler geçmiş, kızgın kumlardan oluşan çölleri aşmıştı. Doğuda yerleşik medeniyetin geliştirdiği yüksek surların ardında muazzam kentler görmüştü. O kentlerde bilge kişilerle görüşmüş onlardan dersler almıştı. Sonra güneye inmiş adına Hindistan denilen ülkede dolanmıştı bir zaman. Sıcak denizleri aşmış arazisi çöllerle kaplı büyük bir ülkede, her şeyi silen, yepyeni bir dini temsil eden kişilerle görüşmüştü. Yolunun büyük bir kısmını yayan geçse de at, merkep katır, fil, deve bulabildiği her biniti kullanmıştı. Ve aklı yatmıştı bu yeni dinin temsilcilerinin anlattıklarına. O zaman yaşadıklarını öğrendiklerini, kendi insanına anlatmalıydı. İşte uzun bir dönüş yolculuğundan sonra bildiği bozkırlara varmıştı.
Bayat Boyun’un küçük bir obası Yüce Porsuk Dağı’nın eteğinde yurt tutmuşlardı. O Porsuk Dağı ki bozkırın kuzeyinde dimdik duruyordu. Öyle çok yüksek değildi belki ama bozkırın ortasında heybetli duruyordu. Bu dağ kendilerinin nişanıydı adeta. Kışın aşağıya bozkıra iniyorlar Porsuk Irmağı’nın kenarında kışlıyorlardı. Yazın yaylaya varıyorlardı. İşte delikanlı yazın bitmeye yüz tuttuğu ve insanların bozkıra inmeye hazırlandığı bu günlerde dönmüştü ata yurduna.
Genç adam köyüne, obasına döndüğünde ortalıkta bir olağanüstülüğün olduğunu fark etmişti. Nedenini anlamasa da bu durum hoşuna gitmemişti. Sen aylarca yıllarca gurbet ellerde dolaş, sonra obana geri döndüğünde kimseler seni umursamasın. Anası bile geldiğini doyasıya sevinmemişti. Birkaç dakika sonrasında nedeni anlamıştı.
“Kocaman bir yiğit olmuşsun Korkut.” Yıllar sonra gördüğü enine boyuna bir yiğit olan oğluyla gurur duyduğu her halinden belliydi. “Oğul, başımıza gelenleri sorma. Obamızın üzerine bir uğursuzluk çöktü,” demişti. Anlattıkları iyi şeyler değildi. Çobanlar garip olaylara rastlar olmuşlardı. Vahşi hayvanların vurulduğunu, kafalarının bedenlerinden ayrıldığını karınlarının yarıldığını görmüşlerdi. Sonra sıra sürülerine gelmişti; bir sabah kendi sürüsünden kaçan bir kuzunun telef olduğunu görmüştü yarın birinin dibinde. Genç çoban şamana danışmış ve korkmaya başlamıştı. Ve bir sabah giden çoban da geri gelmemişti. Uzun aramalardan sonra bir ağaca baş aşağı asılmış bedenini bulmuşlardı. Kafası ise yoktu.
Bey olan Baban Alka bu sabah genç yiğitlerden bir birlik çıkartmıştı. Başına da kıdemli yiğitlerden Emen’i verdi.” Korkut anasının elini öptü. İçeride bekleyen babasının elini öptü ve yiğitlerin peşinden yola çıktı.
Emen’in askerleri çevrelerini taramışlardı ama dikkatlerini çekecek bir şey bulamamışlardı. Sadece çevrede rakipleri olan Moğol uğrusunun izlerini görmüşlerdi. O zaman konunun ne olduğunu anlamışlardı. Yine de tecrübeli asker olan Yiğit Emen yakınlarına yerleşen Kereyitlerin bu kadar vahşi olacaklarına ihtimal vermiyordu.
Araştırma uzun sürmüştü. Bir ara Kereyit Obası’na iyice yaklaşmışlardı ama onlardan düşmanca bir tavır görmemişlerdi. Zaten uzun yıllardan beridir Moğol Obası’yla barış içindeydiler. Akşam saatleri yaklaştığında obalarından bir hayli uzaklaştıklarını fark etmişlerdi. Ortaya kocaman bir ateş yaktılar ve ateşin çevresinde bağdaş kurup oturdular. Herkes çıkınından çıkardığı erzağını yemeğe başlamıştı. Ve gece hakimiyetini iyice kurduğunda göz kapakları ağırlaşmaya başlamıştı. İçlerinden biri yakındaki bir ağacın üzerine çıkmıştı. Bu askerin arasına karışan genç delikanlı Talka’ydı. Kahkahalar atarak çok güzel bir yer bulduğunu söylemişti ağalarına. Gelişmesini tamamlayamamış bedeni yorgunluğu kaldıramamış erkenden uykuya dalmıştı.
Ateşin başında tilki uykusunda uyuklayan şefleri Emen, esen hafif yelle gözlerini araladı. Sönmeye yüz tutmuş ateşin zayıf alazında bir gölge gördüğünü sandı. Öyle bir gölge ki rüzgâr gibi hareket ediyordu. Ne olduklarını başlarına ne geldiğini anlamadan bütün yol arkadaşlarının kafaları yere yuvarlanmıştı. Sıranın kendisinde olduğunu anlayamadan bedenini ateş başında otururken görmüştü yabancı birini izler gibi. Gözlerinin feri sönmeden devasa bir albızı görmüştü hayal meyal… Göz kapakları inerken kendisine yaklaşan iğrenç bir yüz kalmıştı son ışık olarak göz bebeklerinde.
Saatler sonra genç adam olayın geçtiği yere sönmekte olan ateşin başına geldiğinde midesinde ne var ne yoksa boşalttı. Her yer kan gölüydü ve çakallar ortalığa saçılan ölü bedenlerden kendilerine bir ziyafet çekiyordu. Yerden aldığı taşlarla arsız yırtıcıları uzaklaştırma çalıştı. Önceleri dirense de belki de doymuş olan hayvanlar bir süre sonra dağıldılar. Obasının yiğitlerinden kalanları bir araya getirmeye çalıştı. Gözyaşlarını tutamıyordu artık. Uzun süre kaldığı kutsal topraklarda öğrendiği yeni dinin dualarını mırıldanıyordu bu işleri yaparken. İşte o ara ağacın üzerinde duran delikanlı aşağıya inmiş sessizce kendisine yaklaşmıştı. Çocuğu yanında görünce bir an şaşırsa da fark ettirmeğe çalışmıştı. Gözleri kan çanağına dönen çocuk adama yardım etmeğe başlamıştı. Hemen yakınlarda toprağın yumuşadığı yerde kocaman bir çukur açtılar. Ve ne olduğunu anlamadan ölen gariplerin başsız bedenlerini birlikte çukura koydular. Uyuyan sevdiğini taşıyan yiğit gibi özenle taşıdı Obasının gençlerini. Çukuru aynı özenle kapattılar. Bulabildikleri kayaları ve iri taşları mezarın üzerine döşediler. Bu sayede hayvanların mezarı eşmelerinin önüne geçmiş olacaklardı.
“Kimler olduğunu görebildin mi?” dedi fısıldar gibi bir ses tonuyla. Sabah olmuş hatta güneş tepeye yaklaşmıştı. Soluklanmak için bir kayanın üzerine oturmuşlardı.
“Karanlıkta göremedim. Diğerleri ateşin çevresindeydi. Ben biraz daha güvende olayım diye bu ağacın üzerine çıkmıştım.” Eliyle biraz ilerideki yeni serpilmeye başlayan Kayın ağacını gösteriyordu.
“Yorgunluktan olsa gerek hemen uyumuşum. Gecenin bir vaktinde soğuk bir yel esti ve uyandım. O zaman bir hayalet gördüm. Aslında görmedim desem de olur. Bir anda görünmeyen bir gölge belki de şamanın anlattığı Albız, tüm ağalarımın çevresinde dolandı ve her birinin başını aldı. Sonra kendini görünür kıldı. Bir ayı kadar uzun boylu bir cin ya da ifrit olmalıydı. Elinde nasıl bir bıçak varsa boyunları peynir keser gibi kolayca kesiyordu. Geldiği gibi hızla kayboldu.” Eliyle ağaçların sıklaştığı kuzeyi gösteriyordu. “Ağalarımın sallanan başlarını da yanında götürüyordu.” Hâlâ korktuğu belli oluyordu. Genç adam çocuğun sırtını sıvazlayarak güven vermeye çalıştı. Ardından yavaşça yağa kalktı, köylerine dönmek için yola koyuldular.
Birkaç saat sonra obalarına yaklaştıklarında nal seslerini duydular. Arkalarından gelen büyük bir grup kendilerini toz içerisinde bırakarak geçtiler. Çocuk, “Kuzeyde Katun tepesinde yerleşen Kereyitler,” dedi.
Öyle büyük bir oba değillerdi. Taş çatlasın yirmi otağı bulmazdı sayıları. Düşman değillerdi ama pek dost da sayılmazlar. “Acele etsek iyi olur.” Vardıklarında şaşırıp kalmışlardı. Grubun başındaki asker köy meydanında bağırıp çağırıyordu. Karşısına çıkan yaşlılar ve tabii babası yaşlı Alka alttan almaya çalışsalar da atının üzerinde daha da heybetli görünen adam bağırmaya devam ediyordu. Böyle bir anda girdiler köy meydanına.
“Ciğit böyle bağırma,” dedi sesinin duyurabileceği bir yere geldiğinde. Terli atlar kişnemeye devam ediyordu. Grubun lideri durumundaki adam, “Sen kimsin yabancı,” dediğinde, babası gururla “O benim oğlum,” dedi.
“Ben yabancı değilim. Uzun zaman dışarıda olduğumdan seninle tanışmamış olmalıyız. Adım Korkut.” Atlılar çevresini sarmışlardı genç adamın. “Obamıza obamızın ciğitlerine zarar verdiniz. Hesabı görmeye geldik” Genç adamın yanında bir adım gerisinde duran yaşlı adam araya girdi.
“Bak yiğidim, bizler barış içinde yaşayan küçük bir obayız. Bizden sizlere bir zarar gelmez. Aynı vahşi aynı şeytan bizimle de uğraşıyor.”
Yanında duran çocuk, “Ben gördüm, ne bizlerden nede sizlerden biri. Başta Emen olmak üzere bizim yiğitlerimizi bir hayalet gibi avladı.” Gözlerinden iki damla yaş geldi. “Bir rüzgâr gibi hiç görünmeden geldi ve orağıyla başlarını gövdelerinden ayırdı.” Kereyit yiğidi söylemedi ama arkadaşlarının da başlarına tam da bu gelmişti. Adamın duraladığını gören Alak Bey, “Hele inin atınızdan neler olduğunu anlatın,” dedi.
Sözlerine kendi kendine konuşur gibi devam etti. “Bana kalırsa her şey birkaç gün önce Porsuk Dağı’na düşen yıldırımdan sonra olmaya başladı.” Akşamın alacası düşmeye başladığında atlılar üzüntülü ve hatta korkulu bir şekilde obadan ayrıldılar. Atlarını o kadar hızlı sürüyorlardı ki birkaç saniye sonrasında gözden yittiler.
Saatler geçti ve tekrar gece hükmünü sürmeye başladı. Obayı sessizlik sarmıştı. Nöbetçi ateşin başında ayakta duruyor ve kapanmaya başlayan göz kapaklarını açmaya çalışıyordu. Bir ara hemen yakındaki büyük çadırdan yaşlı bir kadın başı gözüktü. “Oğlum, zaten yorgun geldin. Bir başkası alsın nöbeti de gel sen uyu.”
“Yok ana, ben yeni aldım nöbeti, zaten sabah olmasına az kaldı. Üstelik obada az kişiyiz.” Anasının kendisini düşünmesi hoşuna gitmişti. Kadınlar ve çocuklar reisin büyük çadırında toplanmıştı. Obanın diğer çadırları boş bırakılmıştı. Eli silah tutan gençler ise kadınların toplandığı çadırın hemen yanındaki şamanın otağındaydı.
Gölge sessizce hareket ederek karanlıklar arasından çıktı ve çadırların birine girmek istedi ama o anda çadırın içerisine konulan küpü devirdi. Canavarın geldiğini anlamışlardı. Nöbetçi hemen yanında duran ateşten tutuşturduğu meşaleyi yere değdirdi. Bir anda yerde alevler parlamaya başladı. Hazırladıkları yağ kanalları tutuşmuştu. Gençler çadırlarından çıktı. Önceden tembihlendiği gibi heyecanlıydılar ama ses çıkarmamaya gayret ediyorlardı. Korkut’un planı işliyordu. İşliyordu ama hâlâ ortalıkta bir şey görünmüyordu. Birden karanlıkların arasından ses geldi. Gerdikleri ipe bir şeyin çarptığını anlamışlardı. Genç yiğit sadağından bir ok çekti. Sesin geldiği yana savurdu. Onun okunun ıslığını izleyen diğer gençlerin okları yağmur gibi yağdı. Bütün oklar canlı ya da cansız hiçbir şeye çarpmadan yere saplandılar. Genç adam bir şey anlamamıştı. Çevreyi şaşkın bakışlarınla tararken biraz ötedeki meşe ağacının dallarının sallandığını gördü. Sakin tavırla sadağında ayrı bir yerde tuttuğu oku aldı. Bu ucu diğerlerinden daha iri bir oktu.
“Tanrım, gören gözüm senin gözün, yayı çeken el senin elin,” dedi ve bıraktı. Göz açıp kapamadan ok havayı yararak karanlığa daldı. Küçük bir patlama oldu ve acı bir çığlık bir hayvan böğürtüsü gecenin karanlığında yankılandı. Önce kendisi koştu ardından da diğer gençler. Görünmeyen bir şey yere atladı. Hızla koşmaya başladı. Genç adam bir an durdu. Yerde soluk bir şekilde parıldayan bir leke gördü. Albızı yaralamış olmalıydı. Kafasını kaldırıp canavarın gittiği yöne bakınca son zamanlarda uğursuz olduğu söylenmeye başlayan Porsuk Dağı’na gittiğini gördü. İzleri takip etmeye çalışıyordu. Bir an arkadan gelenleri beklemeyi düşündü ama hemen vazgeçti. Bu zaman kaybı olacaktı. Albız’ın nerede saklanmış olabileceğini biliyordu, Porsuk Dağı’nın içinde.
Nefes nefese bir takipti bu. Bir hayaleti, rüzgârı takip etmek gibiydi. Gözleri gördüğünü ayırt edecek kadar keskin olmasaydı toprağın üzerinde birbirini izleyen geniş izleri görmekte zorlanabilirdi. Birden ne yapacağını şaşırdı. Bir saattir üzerinde yürüdüğü toprak zemin bitmiş tepelerle birlikte kayalıklar başlamıştı. Durdu. Çevresine bakındı. İşte o zaman yirmi adım ötesindeki karanlık çukuru gördü. Hızla yaklaştı.
Çukur doluydu ama içinde ne olduğunu anlamak çok zordu. Önce su zannetti ama su bu kadar yoğun olamazdı. Gözünü kararttı ve içine daldı. İşte o zaman tüm bedenini bir kusma duygusu sardı. İrili ufaklı sayamayacağı kadar çok solucan bedeninin her yerinde kıpırdanmaya başladı. Ağzına burnuna giriyor her yerine sürtünüyordu. Bir saniye sonrasında bu yaşadığı duyguları bastırdı. Eğer o peşinden buralara kadar geldiği albız başardıysa kendisi de başarabilirdi. Tıpkı obasının soğuk çayında yüzer gibi derine daha derine gitmeye çalıştı. Ağzını açamıyordu ama burnundan, kulağından girmeye çalışan iğrenç mahlukları eliyle atmaya çalışıyordu. Dakikalar kadar uzun gelen bir süreden soluk alamamanın yüreğini sıkıştırdığı bir anda sonra ışıklar gördü. Bir kulaç bir kulaç daha derken kafası dışarıya çıktı. Karanlık bir mağaraya çıkmıştı. Bir an önce kusmak üzere olduğu çukurdan çıktı. Çığlık atmamak için kendisini zor tutuyordu. İstem dışı hareketlerle temizlendi ve kendisini sırtüstü yere attı.
Gözleri biraz daha karanlığa alışınca yukarıdaki yarı aydınlık boşluğu gördü. Dağın içerisindeydi. Soluk alması biraz olsun normalleşince mağaranın dibindeki kocaman karaltıyı fark etti. Taşkın anında Porsuk Irmağının getirdiği koca kayalardan iriceydi ve onlar gibi şekilsizdi. Derin nefesler alarak kendini kontrol etmeyi başardığında Albızın yuvasını bulduğunu anlamıştı. Yere dökülen izler devam ediyordu. Belli ki Albız’ı yaraladığı yerden akan kan durmamıştı. İçinden çıktığı geniş çukurun çevresinden dolandı. Birden karanlık boşluğu vızıldamalar kapladı. Onlarca kovan dolu arı çevrede dönüyordu sanki.
Çabuk adımlarla büyük karaltıya doğru yürüdü. Yuvanın içerisinden gelen soluk ışıklardan gizlenmeye çalıştı. Bakışlarını kocaman nesnenin içine yönelttiğinde çirkin kelimesinin bile az olacağı bir yaratığı gördü. Talka’nın tarifine uyuyordu ve bir ayı kadar büyüktü. İçeride yarasını tımar etmeye çalışan varlığı tanımlamakta zorlanıyordu. Balık gibiydi ama uzun bacakları vardı. Bedeni yılan gibi pulluydu ve sırtında bir sıra testerenin dişleri gibi dizilmiş diken vardı. Küçük kolları ve eller, kocaman uzun parmaklarla son buluyordu. Başı gövdesine göre daha kocamandı ve başının yanında gözleri vardı. Göze görünmekte zorlandığı Albız birkaç adım ötesinde tüm iğrençliğiyle duruyordu ve okun ucundaki kara madde bir yumruğun rahatlıkla girebileceği kadar çukur açmıştı. Bir saniye içerisinde bakışları şeytanın mağarasına kaydı. Duvarlarda sayısız kuru kafalar vardı. Kurt, çakal, ayı, insan ve bilmediği hayvanlara ait kuru kafalar. Bir kısmı işlenmiş ve parlatılmıştı. İçi ürperdi, korktu. Gözleri biraz aşağıya kıvrık bacakların arasına inince yerde duran insan kellelerini görünce çığlık atmamak için kendini zor tuttu. Sanki Komutan Emen’in gözleri kendisine bakıyordu. Kahramanımızın harekete geçmesi gerekiyordu.
Bir adım geri çekildi. Canavarın ininin hemen dibinde yere koydu yanında getirdiği küçük heybeyi. Bu kara tozu taa Hanbalık’tan almıştı. Aylar boyunca yanında kaldığı ustası ulusuna dönerken vermişti.
“Dikkat et, bu toz çok güçlüdür. İki üç damla su akıt ve oradan hızla uzaklaş,” demişti. “Su onu bir dakikada harekete geçirir ve bu büyülü toz düşmanlarının hepsini yok eder. Ve önemli kısım ise… Sadece düşmanların gerçek kötüler için kullan,” demişti. İçeride duran şeytandan daha kötüsü olabilir miydi? Bir yandan yakalanma korkusuyla yüreği güm güm atıyordu. Torbayı büzen ibrişimi titreyen parmaklarıyla açtı. Parmakları ince çöl kumunu andıran bu soğuk tozun içerisine daldırdı. Ürkütücü geliyordu kendisine. Su arandı, çevresine bakındı. Her yer kayalık ve taşlıktı. Suyu nereden bulacağını bilemedi. İşemek gelmişti aklına ama yapamazdı. Uzun uzun yutkundu. Tükürüğünü biriktirmeye çalıştı. Ağzında biriken sıvıyı torbanın içine atarken çıkardığı sese canavar uyandı. Bir anda kapının yanından içeri bıraktı gölgelerin içinden dolanıp ilgiyi kendisine çekmek için yerden aldığı avucuna zor sığan taşı içeriye yanan ışıkların olduğu duvara fırlattı. Karşılık olarak, parlak bir ışık ve ardından bir ses patlaması yaşadı. Omzunun üzerinden geçti ışık demeti. Kendini yere atmak zorunda kaldı. Bir sonraki ayaklarının dibine düştü ve o kadar yakındı ki ayağındaki çarıklar alev alacaktı sanki. Şimşek gibi yerinden doğruldu ve yaşayacaklarına hiç aldırmadan birkaç dakika önce içinden çıktığı çukura daldı. Bu defa nereye gideceğini biliyordu.
Dışarı çıktığında hava iyice aydınlanmaya başlamıştı. Gecenin siyahı laciverde dönüyordu. Yıldızların sadece parlak olanları kalmıştı. Fark etmemişti ama dağın yukarılarına kadar varmıştı. Aşağıdan gelenleri görünce rahatladı. Obasının gençleri ellerinde kılıçları yaklaşıyorlardı. Kendisinin yayan yola çıktığını görünce diğerleri de yayan gelmiş olmalıydı.
“Korkut Yegen, nerelerdesin?” Seslenen amcasıydı.
“Canavarın inini buldum.” Hâlâ az önce çıktığı kuyuya bakıyor ve ürperiyordu. “Şu solucan kuyusunun ötesinde, dağın içerisinde buldum onu.”
“Ne yaptın. Anlat hele.” demeye kalmamıştı ki birden anlaşılmaz bir ses duydular. Uğuldayan bir ırmak veya uzaklardan gelen gök gürültüsünü andırıyordu. Kalabalık arasına karışmış bir çocuk, Talka, “Yukarıya bakın,” dedi. Bütün başlar yukarıya göndü. Kocaman bir nesne dağın içerisinden çıkmış gökyüzüne yükseliyordu
“Kaçıyor,” dedi biri. “Korkut onu kaçırttı,” dedi bir diğeri. Dağın içerisinden çıkan canavar tüm gürültüsüyle yükselmeye devam ediyordu. Birden korkunç bir patlama oldu. Sanki, tanrının izniyle yıldızlarından biri patlamış gibiydi. Bir ışık seli kapladı tüm göğü. Sonra dağıldı her yana alevler içerisinde. “Gök Tanrı izin vermedi kaçıp gitmesine,” dedi biri. Kalabalık neşe içerisindeydi. Günlerdir kendilerine azap veren sorun çözülmüştü. Kahkahalar devam ederken yönlerini obalarına çevirdiler. Bir ara genç adamın amcası yanına yaklaştı.
“Bu işte senin parmağın var değil mi?” dediğinde, “Çin’den getirdiğim büyülü kara tozu kullandım,” dedi. Evet, yaşlı bilgenin dediği çıkmıştı. İki avuç kara toz koca canavarı öldürmeye yetmişti. Kalabalık yeni güne kayıplı ama umutlu başlıyordu…
Çadırının önünde oturup güneşlenen yaşlı adamın sözleri bitince kendisini dinleyen çocuklar dağıldılar. Yaşlı adam neşe içinde uzaklaşan çocuklardan birine seslendi: “Çalık bu anlattıkları mı bari sen yaz.” En arkada koşan toplu çocuk bir an durdu.
“Ben şimdi dereye yüzmeye gidiyorum,” dedi ve tekrar koşmaya başladı. Adını da “Korkut’un Albızı Tamu’ya Göndermesi” dersin dedi ama son cümleyi sadece kendisi duymuştu. Sözlerini bitirince kenarda kendisini dinleyen diğer yaşlı bilge ağır adımlarla yanına yaklaştı.
“Talka, sen adam olmayacaksın,” dedi uzun kır bıyıkları dudaklarını aşan yaşlı adam. Kendisinden daha genç olan Talka gülümsedi. “Bırak be Korkut Atam, biz de bir şeyler söyleyelim.”
“Söyle tabii. O günlerde sen de vardın olanları sen de yaşadın. Başlığın da iyi bir başlık olacakmış.” Talka bir an sessizleşti.
“Yazsak ne olacak. Nasıl saklayacağız… Saklasak kim okuyacak, okusalar kim inanacak. Öyle kocaman bir Albızın göğe yükseldiğine ve bir kese kara tozun koca albızı mağarasıyla havaya uçurduğuna kim inanacak?” Bir an durdu düşündü ardından, “Sahi ağam, nasıl yaraladın bir onla canavarı?”
“Bu bir Çinli sırrı. Sana basitçe şöyle diyeyim. Okun ucuna kara tozdan az bir miktar koydum. Ok değdiği anda patladı.”
“Senin bilge biri olacağın daha o zamanlardan belliydi.” Birden aklına gelmiş gibi “Belki yıllar yıllar sonra biri kaleme alır… Ne dersin?”
“Tanrı bilir. Belki de bu gece el ayak çekilince biri kendine iş edinir ve hemen başlar yazmaya.” Bıyık altından gülüyordu. “Yine de bin yıl geçse de senin hakkını verecek biri ortaya çıkabilir.” Ve Çalık’ın vermediği adı hikâyesinin başlığı olarak kullanabilir.” Yaşlı bilge cevabını verdikten sonra o zamanlar yeni yetme olan kardaşına bakarak gülümsedi.
O gece Talka, çadırına gittiğinde dışı bakır kaplı küçük meşe sandığında sakladığı ceylan derisini ortaya çıkardı. Uzak ülkelerden getirttiği mürekkebi ve tüyü de. Yazmaya başladı. Bitirdiğinde sandığa katacak ve sandığı sıkıca mühürledikten sonra derinlere gömecekti. “Tanrı adıyla,” dedi ve başladı yazmaya.
“Korkut’un Albızı Tamu’ya Göndermesi.”
Yazan, Korkut Ata’nın küçük karındaşı Talka Ata.
Genç adam, daha yirmi yaşına yeni basmıştı…
- Mürşit - 1 Eylül 2024
- Sarm’ın Sonu - 1 Temmuz 2024
- Maratondan Kopmamak - 23 Mayıs 2024
- Küpe Bağları - 1 Şubat 2024
- Garip Bir Rüya - 1 Kasım 2023
Öncelikle, gerek kullandıÄınız ögeler gerekse kurguda kullandıÄınız çevrenin kokusu, Dede Korkut temasının öykünün içine sinmesini saÄlamıÅ.
Birçok insan, Dede Korkut’u “tamlık” halinde öyküye dahil etmeyi akıl ederken siz farklı olanı yaparak genç halini, yani henüz kendine bile tam yetemeyen halini öyküye katmıÅsınız. Bu benim için artı puan.
Tek eleÅtirim Åu bölüme;
Burada, zaten görünmeyen bir yaratıÄın insan duyularına etkisini, görme duyusu deÄil de iÅitme ve koku gibi duyular üzerinden anlatırsanız daha etkili bir anlatım yakalamıŠolursunuz. Ayrıca, güneÅte bile ayak izi takip etmek zor iken, karanlıkta ateÅ yanarken bunu yapabilmek çok çok zor. Bu ayrıntıların hikayenin gerçeklik seviyesinin yükselmesine katkıda bulunacaÄına inanıyorum.
Yazılanlar, anlattıklarınız ve hissettiklerim beni, bunun bir kayıp Dede Korkut öyküsü olabileceÄine ikna etti. TeÅekkürlerimle.
Merhaba,
Barut, Rambo 2’deki ok ve predator’ü gördüm ben okurken. Belki bunları düşünmemişsinizdir ama ben büyük keyif aldım.
Bir origin story olmuş aynı zamanda.
Beğeniyle okudum. Teşekkür ederim.
Ellerinize sağlık…
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki Dede Korkut bizim edebiyatımızın işlenmemiş bir madeni. Eminim koca bir roman çıkar Dedem Korkut’un hayatından. Belki birileri bir kutsallık bir dokunulmazlık atfediyor olabilir ama yine de bir roman yazılabileceğini düşünüyorum. Bu nedenle bu konuyu 2. defa yıllık konusu yapanlara teşekkür borçluyuz.
Okuduğunuz için teşekkür ederim. Predetöre benzeme ihtimali aklıma geldi ama içten içe bir şaşırtma yaratmaya çalışmanın başka bir yolu yoktu sanırım. Çünkü bilirsiniz "Güneşin altında yeni bir şey yoktur. O nedenle araştırılsa Predetörün de daha önce yazılmış bir hikayeye veya destana benzediği araştırılırsa görülebilir. Beğendiğinize sevindim…
Gündüz yazdığım yazıya ek olarak ve uzun bir düşünme evresinden sonra şunu eklemek istiyorum. Keşke daha fazla zamanım olsaydı ve keşke yeterli kültürel birikimim olsaydı da yazdığım hikayeyi o döneme ait Oğuz Türkçesine çevirebilseydim…
Merhabalar,
Her zamanki gibi çok hoş bir öykü kaleme almışsınız. Özellikle Dede Korkut’u genç, savaşçı biri olarak betimlemeniz güzel bir ayrıntı olmuş. Kendisine hiç bu açıdan bakmamıştık Öykünün sonu da iyi bağlanmış, belki de öyküler gerçekten de böyle yazılmıştı Sonuç olarak birden çok yazar olduğu ya da pek çok kişinin anlattıklarını bir kişinin derlediği düşünülüyor. Elinize sağlık.
Sevgiler,
Teşekkür ederim yazdıklarınız için. Özellikle “Her zamanki gibi” demeniz kalbimi fethetmeye yetti. Beğendiğinize sevindim.