Öykü

Kuzgun Kral

Binlerce senedir, usul usul açtığı vadiyi umursamadan akıyordu ırmak. Yönü, kabaca gün doğusundan gün batısına doğruydu. Vadinin genişliği yer yer değişse de ortalama yirmi fersahtı. İşte olayların geliştiği Afsay köyü, bu vadinin ortasında, sessiz sakin akan ırmağın hemen yanındaydı. Vadinin kuzey yamacı serindi, sisliydi, gür ormanlarla kaplıydı. Yukarılara doğru çıktıkça kayalıklardan ve zirvelerde her mevsim erimeyen karlarla kaplıydı.

Güney yamacıysa her mevsim vuran güneş ışınlarıyla nispeten ılımandı, daha seyrek yapıda ağaçlıklarla döşenmiş gibiydi.

Adam, yamaçtaki kulübesinden gece yarısından sonra yola çıkmıştı, yokuş aşağı iniyordu. Durdu, etrafına bakındı, sabah daha yeni oluyordu. Güneş ortalarda görünmese de kısa bir zaman sonra serin sabahı aydınlatacağı belli oluyordu. Kafasını çevirip geldiği yöne baktı. Kuzeyde duvar gibi yükselen dağın yamacında şimdi göremediği bir yerlerde küçük bir düzlükte iki aydır yattığı kulübesi vardı. Birden durdu, bir yerlerde kendisini çeken bir tehlike vardı. Tehlikeyi hissediyordu ama nerde olduğu hakkında fikri yoktu. Belki yakınlarda göz erimi bir mesafe de belki de saatler sürecek yolların ötesinde olabilirdi. Bitirmesi gereken bir görevi olmasaydı şu an burada olmazdı. İki ayı aşan uzun bir uykudan uyanmış gibiydi. Üzerindeki mahmurluğu atınca kendisine geleceğini hücrelerinde depolanan enerjiye kavuşacağını biliyordu. Üstünü başını kontrol etti. Belindeki uzun kılıcını sıyırdı. Kınında sıyrılan çelik melodiyi andıran bir tını çıkardı. Maviye çalan beyaz soğuk madenin keskin tarafına dokundu. Kılıcın keskin kenarının başparmağında bıraktığı derin izle, yüzünde memnuniyet gülümsemesi yayıldı. Kılıcı, kendisine ve dostlarına zarar verecek her düşmanı doğrayacak keskinlikteydi. Yürümeye devam etti.

Beklediği gibi de olmuştu. Yürüdü… Yürüdü, sırtını geldiği yöne çevirerek güneye yürüdü. Güneş yüzünü gösterince, sis dağılmış sabah serinliği, yerini insanın kemiklerini ısıtan sıcaklığa bırakmıştı. Saatlerce yürüse aşamayacağı topraklardı yürüdüğü, kendisini bekleyen kaderin vereceği işareti görmek için yürümeye devam etti. Güneş enerjisini, tam tepesinden yaydığı saatlerde ayaklarına biraz olsun dinlenme fırsatı vermesi gerektiğini düşündüğünde, ağaçların arasında geniş bir kaya gördü. İki insan boyundaki granitin üzerinde uzanarak bir mola vermesi gerektiğini düşünmüştü Acıkmıştı ve nefes almak çevresine bakmak için üzerine çıktığı kaya neredeyse vadinin tam ortasındaydı. Bu ağaçların arasından dikilen granitin tamda aradığı yer olduğunu düşündü. Güvende olacaktı ve çevresini yaklaşabilecek tehlikeleri görebilecekti.

Çevik hareketlerle tırmandı kayaya, boynuna asılı deri çantasını indirdi. Kurutulmuş etten bir parça aldı ağzına. Uzun uzun çiğnedi ve bir parça daha aldı. Çavdar ekmeğinden de birkaç lokma aldı. Bu besleyici ama bir o kadar sert ve çiğnenmesi zor yemeği yemek zorunda değildi, çevresinde taze et çok vardı. Kendisini uykudan uyandıran, gecenin bir vakti yollara düşüren nedenin ne olduğunu, neler olup bittiğini anlamadan avlanmayı düşünmüyordu. Atıştırmadan sonra, sırtını güneşin kucaklayan ışınlarına bırakarak kolunun üzerine uzandı.

Bir dakika geçmemişti ki havada keskin bir ıslık sesi duyuldu. Akabinde de korku dolu bir hafif çığlık yükseldi. Sessiz yaklaşmaya çalışan ayaklar, bir adım daha atma cesareti gösterince, ıslık sesi tekrar duyuldu. Ok, bu defa yumuşak deri ayakkabıların çevrelediği ayağın, hemen yanına saplandı.

“Eğer durmazsan, üçüncüsü tam kalbine saplanacak bilmiş ol” dedi nerden geldiği belli olmayan ses. O zaman çalıların arasından orta boylu, en az kırk kış gördüğü yüzünden belli olan biri çıktı.

“Aman Beyim dur hele” Kim olduğunu göstermek için ağaçların arasından meydanlığa çıktı. “Üzerimde hiç silah yok, üstelik düşman değilim” Bir yandan da kayanın üzerini kontrol ediyordu göz ucuyla. Birkaç metre önce kayanın üzerinde duran yiğit kaybolmuştu. Arandı ama göremedi. Bir yandan da sözlerine devam ediyordu. “Keşişin söylediği yiğit şövalye sen olmalısın” Karşıdan bir cevap gelmeyince kollarını iyice kaldırdı ve çevresinde döndü.

“Bak, üzerimde hiç silah yok” Sonra durumunu bilen biri olarak “Sence ben bir silahşora benziyor muyum” dedi. Haklıydı. Kısa boyu, kocaman göbeği ve üzerindeki eski elbiseler yoksulluğunu belli ediyordu. Tıknaz beden, olsa olsa bir çoban ya da çiftçi olduğunu haykırıyordu. Beş dakika sonra kayanın dibinde oturuyorlardı. Ama çiftçi hayal kırıklığı yaşıyor gibiydi. Kendilerine yardım edecek kahramanı uzun boylu, iri cüsseli biri olarak hayal etmişti. Şimdi ise karşısında, ensesine kadar saçları olan, kendisinden az uzunca, zayıf sayılabilecek yapıda biri vardı.

Benim adım Ba-La, pancar Ba-La derler dostlarım, sözlerine açıklık getirme ihtiyacı duydu “Her yıl pancar ektiğim için böyle derler.” Eliyle gün batısında bir yerleri işaret ederek “Af-Sa köyünde oturuyorum. Sözlerini desteklemek için “birkaç saatlik yolda benim köyüm” dedi. “Verimli topraklarımız, besili hayvanlarımız vardı. Şimdiki kralımız Al-Ka’nın dedesi Kral Ke-Ta bu vadiyi dedelerimize, uzaklardan, Afsay Irmağının kaynağının da ötesinden, Mavi dağların ardından gelen zorbalara karşı kazanılan savaştan sonra armağan etmiş. Kendi yağımızla kavruluyor, mutlu mesut yaşayıp gidiyorduk” O zaman, kendisini dinleyen şövalye, uzaklarda yamacın yukarısında otururken zaman zaman ayaklarının altında uzanan ovadaki kulübeleri ve düzensiz sürülen tarlaları hayal meyal seçtiğini anımsadı. Yağmur sonrası havanın iyice temizlendiği anlarda iyice belirgin oluyordu gördükleri. Kafasındaki uyandığında ve yola çıkması gerektiğini hissettiği zamanki belirsizliği ortadan kalkmaya başlamıştı. Karşısında bağdaş kurup oturan yoksul köylünün söylediklerini daha dikkatli dinlemeye başlamıştı.

Atalarımız ilk geldiklerinde, buralar çorak araziymiş. Çalışmışlar, çabalamışlar, o zamanlar herkesin burun kıvırdığı bu vadiyi, cennet bahçesi haline getirmişler. İşten ondan sonra birilerinin hevesi olmuş Cennet vadi. Bir gün, bir zorba, çıktı geldi köyümüze. Çam yarması gibi biriydi, yanında kendisi gibi haydut görünüşlü birkaç zebani daha vardı. Önce Tanrı misafiri dedik evimizi aşımızı paylaştık. Yiyip içtiler arsızca ve gittiler sabahına, teşekkür bile etmeden. Birkaç gün sonra tekrar geldiler ve daha çok yediler, içtiler. Köylümüz biraz direndi ama olmadı. Onlar güçlüydü ve savaşçı tiplerdi. Bizimse tek savaşımız topraklaydı; yenildik. İsteklerine boyun eğmek zorunda kaldık. Ama onlar azıttılar, nerede duracağını bilemediler. Hep daha çok istemeye başladılar. Köyümüze geliyorlar alacaklarını alıyorlar ve kaybolup gidiyorlardı.

“Nereye gittiklerini öğrenemediniz mi?”

“Köyün gençleri birkaç defa izlemeye kalktı ama aç Kuzgun sürüsü bizleri yolumuzdan çevirdi. Nah şu tepelerde bir yerlerde yaşıyorlar ama yaklaşamadan kara kara kargalar yolumuza çıkıyor.” Konu, aşağı yukarı anlaşılmıştı. Köyün başına musallat olan bu asalakları temizlemek gerekiyordu. Genç adam köylünün gösterdiği yöne baktığında üç dört saatlik bir yoldan sonra başlayan dağ silsilesi, mavi bir duvar gibi yükseliyordu.

“Lordunuza haber vermediniz mi?”

“Biz bu unutulmuş vadide, bir başımızayız Beyim” dedi. “Ne saygı duyabileceğimiz ne de bizi koruması için sığınabileceğimiz Lordumuz yok. Kralımızın sarayıysa çok uzakta ve onun koruyucu kanatlarından mahrumuz”

“Ama yinede haber verebilirdiniz. Kral Ke-Ta , en azından topraklarında kimlerin yaşadığını bilmeli. Üstelik tebaasını korumak ve gözetmek bir kralın en birinci görevidir.” Başı önünde bir suçlu gibi duran adam bir an bakışlarını hemen karşısında oturan yiğide doğru kaldırdı.

“Denemedik mi sanıyorsunuz. Köyümüzdeki en görmüş geçirmiş kişi olan ve sizin geleceğinizi müjdeleyen bilge keşiş gitti başkente. Bir hafta sonra döndüğünde, getirdiği haberler hiç iyi değildi. Haşmetli kralın hısımı ve gizliden gizliye hasmı, uzaktan kuzeni olan bir general bizim köyün civarına yerleşmek istiyormuş. Kral pek sevmediği bu adamdan kurtulmak için ‘Oralar boş olsaydı sana seve seve verirdim ama orada yaşayan tebaam var’ demişmiş. İşte o generalin ta kendisiymiş bize aylar önce tanrı misafiri olarak gelen. Köyü boşaltmak, köylüyü kaçırmak istiyor. İstiyor ki o zaman boş olan bu toprakları ele geçirebilsin. Şimdi, kraliyet merkezinden çok uzaklardaydı yiğit adam ve köylüler; Ne kral ne de kralın ordusu yardımlarına gelemezdi. Anlaşılan yaşlı kralda, bu belaya bulaşmak istemiyor, bir yandan hımsı, akrabası bir yandan da hasımı olan Generalinin, krallık merkezinden uzaklarda yaşamasını istiyor gibiydi.

Peki, ücret olarak ne istersin” dedi köylü. Çok zengin insanlar değiliz ama kendi aramızda bir şeyler toplayabiliriz” Evet macera yaşayacaktı, ün kazanacaktı ve bunlara ek olarak ücret alacaktı. “Paraya gerek yok zaten komşu sayılırız” demedi. Bütün bunarlı hazırlayan yazgısı kendisi içinde bir şeyler düşünüyor olmalıydı.

“Peki” dedi. “Size, o kuzgun sürüsünün kralının leşini getireceğim.” Yerinden doğruldu, ayağa kalktığında hala yerde oturan adam gizli bir gurur duydu. Hasır şapkası elinde olan köylünün yüzünde gülümseme belirdi. Keşişleri haklı olabilirdi, uzak komşuları sayılabilecek bu yabancı aradıkları kurtarıcı olabilirdi. Elini uzatarak köylünün kalkmasına yardım etti. “Beyim adınızı bağışlamadınız” dediğinde “Hiçkimse” dedi. Anlamamış gibi yüzüne bakan adama adını tekrarladı “Benim adım Hiçkimse… Bir an durdu İsminin başında söylediği namını tekrarlamaya utanmıştı. “Ejder savaşçısı Hiçkimse” diyemedi. Torbasını düzeltti, geyik derisi çizmelerinin konçunda sakladığı hançerinin varlığını hissetmek için sağ ayak bileğini oynattı. “Birkaç gün içerisinde köyünüze geleceğim” dedi.

Tahmininde yanılmamıştı. Hızlı bir yürüyüşle akşamın alacasında vardı mavi dağların eteklerine. Uzayan gölgelerin arasında yeşillerin azalıp, çıplak kayalıkların çoğaldığı yerlere gelmişti. Aramaya nereden başlayacağını bilemiyordu. Birkaç kere durdu ve çevresini dinledi. Tabiatın kendisine ait olmayan ses yoktu. Tamda duymak istediği sesi duyduğunda kılavuzunu da bulduğunu anlamıştı. Gün doğusu yönünde yalçın kayaların başladığı yerde kara kanatlı bir gölge ötüyordu.

Ba-La, adamdan ayrıldıktan sonra köyüne doğru yola çıkmıştı. Her zaman yorgun ama neşeli gittiği yollarda bu defa dalgın ve endişeli yol alıyordu. Yukarıda, yükseklerde mavi gökyüzünün dinginliğinde uçan, kara kanatların varlığını, ancak köyüne yaklaştığında fark etti. Adımlarını sıklaştırdı. General casuslarını göndermiş olmalıydı. Köye vardığında çevresini sessiz ve üzgün bir kalabalık kaplamıştı. Kötü bir şeyler olduğunun farkındaydı ama bunu kendisine söyleyebilecek cesarette biri yoktu. Doğrudan ak sakallı keşişe yöneldi. Biraz üstelemeyle yaşlı adam o köyde yokken olanları anlattı. Öğleden sonra belki de Hiçkimse’yle oturup konuşurken Generalin adamları köye gelmişler ve köyün lideri sayılabilecek kişi olan Ba-La’nın kızını yanlarında götürmüşlerdi.

Adam, bir zaman yeşillik içinde yürüdükten sonra yolun çoraklaşmaya başladığını fark etti. Geçiş keskin bir şekilde değil de yavaş yavaştı. Önce yeşillerin arasında kuru dallar görülmeye başlamıştı. Ardından kuru dallar, çalılar çoğalmış, arasında yeşillikler tek tük göze çarpar olmuştu. Yolun eğimi de vadinin sonuna yaklaştıkça hissedilir biçimde artmaya başlamıştı. Güneş ufka yaklaştıkça eğim yokuş denecek kadar artmıştı. O zaman yeşillerin sınırına da varmıştı. Üstelik kurumuş ağaçların üzerlerinde kara lekelerde görülüyordu. Biraz dikkatli bakınca adam kara lekelerin kendisini gözleyen kara kargalar olduğunu görebiliyordu. Bir dakika sonrasında Kurumuş ağaç yolunun üzerinde korku anıtı gibi diliyordu.

Bir sınır taşı gibi vadinin sonunda dikilmişti ağaç, devasaydı ve yer yer yanmıştı. Hiçkimse, öğleden beri tempolu bir şekilde yol alıyordu. Bu yüzden yorulduğunu hissetmeye başlamıştı, bu kuru ağacın dibinde mola vermek ve çantasındaki kurutulmuş etten birkaç lokma almak aklından geçti. O yaklaştıkça nereden geldiği belli olmayan kapkara kuşlar gelip ağacın dallarına konmaya başlamıştı. Biraz daha yaklaşınca kuşlardan dallar ve ağaç görünmez hale gelmişti. Fikrini değiştirdi, dinlenecek vakti de yoktu. Üstelik Generalin varlığına hatta bir insanın varlığına dair bir işaret bulamamıştı. Yoluna devam etmeye karar verdi.

Arazinin eğimi o kadar artmıştı ki tırmanmakta zorlanıyordu. Geriye baktığında solgun güneş ışıkları ovanın yeşillikleri üzerinde parıldıyordu. Güzelim manzarayı izleyecek zamanı yoktu, tırmanmaya devam etti. Her adımda biraz daha yukarıya çıkıyordu. Ara sıra duruyor hem çevreyi dinliyor hem de olabilecek insan izlerini arıyordu. Dikkatli olmak, çevrede iz aramak, üstelikte bunları olabildiğince sessiz yapmak adamı iyice germişti. O kısa molaların birinde aradığı işareti, o sesleri duydu. Olduğu yere çömeldi, seslerin hangi yönden geldiği anlamaya çalışıyordu. Yüz adım ötesinde kendisine paralel yürüyen küçük gurubu gördü. Aradığı izi bulmuştu. Koca ağacın yanına kadar kendisini tepeden bakan kapkara kuşlar, ilgisini yeni gelen guruba yöneltmişlerdi. Olduğu yerden gurubu incelemeye başladı.

Üç dört kişilik bir guruptu onca sesi, gürültüyü yapan. Aralarındaki asıl gürültüyü saymazsanız askeri manga gibi düzenli ve sessiz hareket ediyorlardı. Gürültü de kafiledeki zorunlu konuktan geliyordu. İri yarı birinin omzundaki biri -bir kız olsa gerekti-sürekli bağırıyor şikayet ediyordu. Belli ki adamlar taşıdıkları kıza zarar vermek istemiyorlardı bu yüzden yumruklamalara ve bağırışlara seslerini çıkarmıyorlardı. Uzaktan izlemeye başladı. Ama kendisini de uzaktan izleyen kuzgunu varlığından haberdar değildi.

Yirmi dakikayı aşkın bir süre yukarı doğru tırmandılar. Ayaklarının altındaki taşlar kocaman kayalar haline gelmişti. Birden önünde yürüyen seslerin kaybolduğunu fark etti. Adımlarını sıklaştırdı. Üç dört kişi birden nasıl kaybolmuştu. Şaşkınlıkla, onları kaybettiği yer olduğunu düşündüğü yerde durdu. Nereye gitmiş olabilirlerdi. Çevresinde yalnızca kayalar ve kayalar vardı. Bir ot, bir çalı bile yoktu. Bir tuzağa düşüp düşmediğini düşündü bir an. İzlediği adamlar birini kaçırmışlardı besbelli ve muhtemelen kendisine gelip yardım isteyen adamın köyünden biriydi. Sekiz on adım yukarısında duran beyaz kayanın üzerine tırmanıp, çevresine bakmak aklına geldi. İşte o zaman gidenlerin nereye kaybolduklarını anlamıştı.

Kaya ile dağın yamacı arasında bir kişinin zorlukla geçebileceği bir boşluk vardı. Kayanın arkası, küçük bir girişin ardından genişleyen, kocaman bir mağaranın girişiydi. Kulak kabartınca içeriden derinlerde bir yerden kaçırılan kızın ağlayışları ve bağırışları duyuluyordu. Doğru yolda olduğuna karar verdi. Birkaç saniye bekledi gözlerinin içerisinin karanlığına alışması için, ardından yürümeye başladı.

Sesleri kaybetmek istemiyordu bu nedenle biraz hızlandı. Kendisini nelerin beklediğini tam olarak bilemediği için oldukça dikkatli yürümeliydi. Birkaç adım sonra geri dönüp baktığında girdiği aralık küçük bir delik gibi hayal meyal arkasında duruyordu. Birkaç dakika sonrasındaysa o beyaz lekeyi de göremez olmuştu. İçerisi, hafif bir aydınlıkla kaplanmıştı sanki ve ilerledikçe bu loşluğun arttığını gördü. Kafasını kaldırıp baktığında tavanda kırmızı kor gibi parıldayan noktalar gördü. Onlarca yüzlerce kızıl nokta en azından karanlık tavanın nerede başlayıp nerede bittiğini gösteriyordu. Kızıllık ileriye doğru uzayıp gidiyordu. Birden kaynağı belli olmayan tiz bir ıslık duyuldu. Krak sesleri yankılandı kayalar boyunca, boşluk soğuk bir hava akımıyla doldu. Çırpınan Kızıl noktalar kanatlandı, mağaranın derinliklerine doğru uçup gitti. Yolcu, kendini yere atmak, olabildiğince yere yapışmak zorunda kalmıştı korunmak için. Adamı yol boyunca izleyen ve izlemeyen kuzgunlar kendisini çağıran ıslığa, efendilerine doğru uçup gitmişlerdi.

Yolu belliydi artık adamın, yürüdü… Yürüdü… Yolunun, aşağıya derinliklere doğru olmasına, yerin dibine doğru yürümenin kendisini ürkütmesine aldırmadan yürüdü. Önünde yürüyenlerin seslerini duymaz olmuştu ama aldırmadan yürümeye devam etti. Uzayıp giden geniş mağarada yolunu şaşırmasına imkan yoktu. Sadece yürüyordu, yolun kendisini hangi karanlıklara nasıl tehlikelere götürdüğüne aldırmadan. Yalnızca zaman zaman elini kılıcının kabzasına atıyordu, soğuk çeliği elinde hissedince içi rahatlıyordu. Beş on adımdan sonra tekrar durmak zorunda kaldı. Keskin kulakları bu defa ardından gelen ayak sesleri fark etmişti. Yana duvara doğru çekildi, beklemesi birkaç saniye sürdü. Kulakları kendisini yanıltmıyordu, ardında sinsice yaklaşan biri vardı. Şimdi daha da dikkatli olması arkasını da kollaması lazımdı.

Gergin yürüyüşü bir dakika daha sürdü. Mağaranın tavanı yükselmeye, yan duvarlar genişlemeye başlamıştı. Birkaç adım sonrasında, geniş bir sahanlığın önünde duruyordu. Birkaç basamakla inilen alan, küçük bir köyü içine alabilecek bir boşluktu. Göremediği duvarlar ve yüksek tavan kırmızı tonlarında aydınlanıyordu. Önce eğildi, kendisini neyin beklediğini bilmiyordu ve açık hedef olmak istemiyordu. Arkasına saklanabileceği bir kaya buldu, yere uzandı, kızıl aydınlığın kapladığı meydanlıkta neler olduğunu anlamaya çalıştı. Meraklı gözleri gördükleri karşısında faltaşı gibi açılmıştı.

Sanki özellikle düzleştirilmiş gibi duran taban vardı aşağıda uzanan. Koca bir bölük asker sığardı boşluğa ve hepsi, bir diğerine dokunmadan talim yapabilirdi. Ama o alanın zemini, bir bölük askerden misli misli daha kalabalık kuzgunlarla doluydu. Sayılamayacak kadar çok kara gölgeler yerde duruyorlardı. Sesleri insanı çıldırtacak kadar kötüydü. Kıpırdanıyorlar, kanatlarını çırpıyorlar, sabırsızlanıyorlar ve daha çok bağırıyorlardı. Alanın diğer ucunda yerde açılan geniş çukurda yanan bir ateş vardı. Alevler aydınlatıyordu mağarayı lal rengi dilleriyle. Birden dakikalar öncesinde duyduğu ıslık –ki bu defa daha doğru tanımlayabilirdi ve bu duyduğu bir çığlıktı- sesi duyuldu. Mağara ölüm sessizliğine büründü bir zaman; yalnızca iki kocaman kuş, diğerlerinden daha alımlı, daha iri, iki kuzgun hepsinin üzerinden alçaktan uçuyordu. İkinci çığlıktan sonra onlarda, kendilerini gölgelerin arasından izleyen adamın ancak fark ettiği koca bir taşın üzerine kondular. Kahramanımız, o zaman, sunağın hemen yanında duran nesneyi gördü. Tören için hazırlandığı belli olan işlem görmüş bir kaya olmalıydı bu. Biçimi oval, yüzeyi pürüzsüzdü, bembeyazdı, belki üç kişi anca kucaklayabilirdi. Yerde, çukurda yanan ateşin alevlerinde al al parıldıyordu. Gözlerini kıstı bir daha baktı, neye benziyordu, tanıdık bir şeye benziyordu… Ama neye…

“O bir yumurta ” yanı başında duyduğu sesten dolayı genç adam birden irkildi. Gördüğü manzara karşısında şaşkınlığı o dereceye varmıştı ki hemen yanına kadar sokulan yabancıyı fark etmemişti bile. Şaşkınlığı geçince, adamın doğru söylediğini anladı. Oval yapısıyla, kırışıksız yüzeyiyle, kızıl alevleri yansıtmasıyla olağanüstü ölçülerde büyük bir yakut gibi ateşin arkasında duruyordu. En öndeyse ak mermerden bir sunak vardı. Sunağın üzerinde boylu boyunca uzanmış kurban duruyordu. Kurbanın kim olduğunu anlamak için zor zeki olmaya gerek yoktu. Parçalar yerine oturmuş, resim tamamlanmıştı.

“Eğer tören tamamlanırsa neler olacağını tahmin etmek istemiyorum, ama iyi şeyler olmayacağı kesin” Adam, neden burada olduğunu ve kendisine biçilen rolün ne olduğunu anlamıştı. Yanında uzanan kendisiyle konuşanın kim olduğunu bilmiyordu. Sorgulayıcı bakışlarını anlayan yabancı kendisini tanıttı.

“Benim adım Ka-De; Çiftçi Ba-La’nın sözünü ettiği bilge keşiş benim.” Kahramanımız kısa, beyaz saçlı ve bıyıksız, sakalsız yüze baktı. Güven veren sesi vardı ve isteseydi az önce kendisine rahatlıkla zarar verebilirdi. Bu şartlar altında, yanında duran yere uzanmış, yaşananları yorumlayan yabancıya inanmaktan ve güvenmekten başka bir seçeneği yoktu.

“Siz nereden biliyorsunuz” dedi.

“Benim yaşım senin tahmininden fazla. Bu gözler çok şey gördü, bu saçlar boşuna ağarmadı” Genç adamın hala tereddütte olduğunu sezince “İkimizde aynı cephedeyiz, iyilerin yanında. Sunakta yatan kurbanı kurtarmalıyız ve yanda duran kadim zamanlardan kalan yumurtadan nasıl bir sürpriz çıkacağını beklemeliyiz. O yumurtadan iyi bir melek çıkacağını düşünemem, olsa olsa şeytanın piçi çıkacaktır. Cennet vadisi ve krallık hatta dünya, yumurtadan çıkacak iblis dölünün esiri olmamalı, o karanlık çağlara geri dönmemeli” dedi. Fısıltıyla konuşuyorlardı ama sesi mağaranın tavanında yankılanıyor gibiydi.

Gerilerden, gölgelerin arasından, maskeli bir adam çıktı. Üzerinde kapkara tüylerden bir giysi vardı. Kollarını açtığında tüyler kanat gibi uzanıyordu yerlere kadar. Kahramanımızın yanındaki adam “Kuzgun Kral” dedi fısıltıyla. Sessiz olmasını isteyen bakışlardan korkmasaydı “Aradığımız General O” diyecekti. “Eğer bu tören gerçekleşirse ve o kan yumurtanın üzerine damlarsa yumurtadan çıkanla birlikte, bütün bu kargalar, Kuzgun kralın emrinde vahşi askerler olacak” diye sözlerini tamamlayacaktı. Adamın sert bakışları bunları söylemesine engel oldu. Yiğidimiz, bu olacakları tahmin ediyor da olabilirdi veya heyecanla gelişmeleri bekliyor da olabilirdi. İkisinin de bakışları aşağıya, törene odaklandı, bir yandan da ne yapılması gerektiğini düşünüyorlardı. General yüksek sesle, unutulan dillerin biriyle, unutulan bir dua okumaya başlamıştı. Gür sesi sükunet denizi haline gelmiş mağarada yankılanıyordu. Beyaz bir tunik giydirilmiş kurban ise öylece yatıyordu soğuk zeminin üzerinde

General, sunağın önünde öylece durdu bir zaman. Ellerini birleştirmiş, geniş kol yenlerine sokmuştu, bir şeyi veya bir zamanı bekliyordu. Derin yas yaşayan insanlar gibi meydanı dolduran kapkara kargalar, başları önünde bekliyorlardı. Bekledikleri işaret, kanıksadıkları çığlık, daha güçlü bir şekilde duyuldu. Bu defa acı çeken biri gibi değil de sevinç içinde bekleyen birinin çığlığı gibiydi. Az sonra hediye paketi açılacak ve içinde sevimli oyuncağı çıkacak olan çocuk havasındaydı. Sunağın önünde duran maskeli adam, gür sesiyle dualarına tekrar başlamıştı. Gelecek olanı kutsuyordu besbelli. Farklı bir dilde olsa da duyulan kelimelerin, gizli ve yasak bir dinin ilahisi olduğunu anlamak çok zor değildi. Sesin volümü dakikalar geçtikçe arttı, ses arttıkça bekleşen kargaların gaklamaları da çoğaldı. Dua uzadı heyecanlı bekleyiş arttı ve sonunda rahibin elinde parıldayan bir hançer belirdi.

Genç adam, ne yapacağını bilemeyecek durumdaydı. Kendisine ait bir davanın içinde değildi. Ne aşağıda olanları tanıyordu ne de kendisinden yardım isteyenleri. Kimseye verilmiş bir sözü yoktu. Arkasını dönüp mağaradan geldiği gibi sessizce çıkabilirdi. O ana kadar varlığını unuttuğu, yanında uzanan adamın fısıltısını duydu “Ne yapmayı düşünüyorsun” Omuzunu silkti umursamaz bir şekilde. Fısıltı tekrar sordu. O mermer taşta yatan sevgilin olsaydı” dedi. Karanlıkta, uzaklardan yansıyıp, uzandıkları boşluğun tavanında oynaşan kırmızı dalgaların soluk ışığında göz göze geldiler. Adam bir kere daha baktı sunakta yatan zarif bedene. Ellerinde ve ayaklarından sunağa bağlanmış bedenin sarı saçlı kafası oldukları yöne döndü. Sanki onlarca adım mesafeden genç adamın gözlerine bakıyor ve yardım istiyor gibiydi. Hiçkimse, tekrar köyün rahibine baktığında kararını vermişti. İşte o zaman rahip bir yay ve bir ok uzattı kendisine.

Ayinin sonuna gelinmişti, kargaların bağrışları çılgın bir hal almıştı. Maskeli adam hançerini kaldırdı. Havayı yaran bir ıslık sesi duyuldu ve rahibin haykırışı yankılandı mağarada. Uzun bir ok, kara tüylerin içinde kaybolmuş, adamın göğsüne saplanmıştı. Onun vurulduğunu gören kara sürüsü korkunç seslerle bağırışmaya başladılar. Yumurtanın üzerinde tüneyen iki kuzgun aynı anda havalandı. Az önce üzerlerine gelen ok gibi fırladılar. Okun atıldığı yerdeki genç adam, ne zaman çektiği anlaşılmayan kılıcıyla aşağıya atlamıştı. Kargalar düşmanlarını kim olduğunu anlamışlar gibi çevresini sarmışlardı. Sarmışlardı ama bir fırtına gibi aralarına dalan cengaveri durduramadılar. Havada, bir o yana bir bu yana savrulan kılıcı, kan, tüy, kafa, kanat doğruyordu. Bir dakika içinde kendine kanlı bir yol açmış, sunağın önüne gelmişti.

Kralın ordusunun kahraman ama dışlanmış generali, nereden geldiğini anlayamadığı okla yaralanmış, zorlukla yerinden doğrulmaya çalışıyordu. Ritüeli tamamlamalıydı. Eğer yarım kalırsa işler çok daha berbat hale gelirdi, kendisine şan zafer sağlayacak, ülkeler fethetmesine aracı olacak bu durumun tamamen tersine dönebileceğini çok iyi biliyordu. Elini yarasına attığında bedeninden akan kanı gördü. Kan uzun tüylerden yukarı çıktığına göre, tahmininden daha kötü yaralanmış olmalıydı. Sunağa tutundu, dizleri titriyor, kan kaybediyordu. O an, elinin boş olduğunu hançerini kaybettiğini fark etti. Çevresine bakındı, birkaç adım ileride yerde duruyordu kıvrımlı çelik.

Evde günlük işlerini tamamlamaya çalışan kız kapının çalındığını duymuştu. Kapıda kapkara ve heybetli bir adam duruyordu ve sonra kendisini burada soğuk taşın üzerinde, sımsıkı bağlı bulmuştu. Uzakta, karanlığın içinde duran ve kaderinin bir parçası olduğunu hissettiği bir çift gözle buluşmuştu korku dolu mavi gözleri. Şimdiyse kapkara tüyler içinde başında dikilen ölüm, yarım kalan işini tamamlamaya çalışıyordu. Bir daha çırpındı kendisini saran bağlardan kurtulmak için, bir daha, bir daha. Kurtulamıyordu narin bedenini saran yalpı iplerden.

Yaşlı adam, aşağıya atlayan adamın bıraktığı yayı aldı hızla. Yerde duran oku alıp yaya takması ve yayı bir daha çekip hedefine bırakması, bulunduğu yere yaklaşan dev kuşlardan daha hızlı oldu. Bir rahip için çok iyi bir atıştı ve vınlayan ok, kurşuni renkli, kanatlı ölümün boynuna saplandı bir anda. Ama ikinci kuşun pençelerinin acısını bedeninde hissetmişti bile. Canı yandı, çığlık attı. Çığlığı mağarayı dolduran gürültü içerisinde kayboldu. Vahşi hayvanın iki pençesi iki kolunu kavramıştı. Ustura gibi gagası, bir karış ötesinde duruyor, kara gözleriyle bakıyordu en ölümcül biçimde rakibine.

Kese kese bitiremiyordu önüne çıkan kara gölgeleri. Bir an önce sunağa varıp kurbanı serbest bırakması ve kaçırması lazımdı. Uzun zamandır kınında duran kılıcı ölüm saçıyordu. Yeme saldıran aç tavuklar gibi çevresini saran kargalar, acımasızca her yerini didikliyorlardı. Sert gagaları, değdiği her yerde yara açıyorlardı. Her yaraya on misli bedel ödeseler de bitip tükenecek gibi değildi düşmanları. Yinede yolun büyük bir kısmını aşmış sunağa iyice yaklaşmıştı. Zafer, bedelini ağır ödeyecek olsa da birkaç metre ötesinde kendisini bekliyordu.

Kuzgun Kral, sürünerek ulaştı hançere. Yine sürünerek kurbanına yaklaştı. Dudakları kıpır kıpırdı, KızılAna’yı çağıracak duaları okuyordu içinden. Derinlerden geldi yakarışlarına yanıt. Herkes, kanatlı veya kollu olan herkes, sabırsızlanan çığlığı duymuştu. Adam, tekrar sunağa tutundu. Gözleri kararıyordu ama hala kolunu kaldıracak gücü vardı, sesi daha canlı çıkmaya başlamıştı. Sağ eli yükseldi, duaları, kedi mırıltısından daha yüksek tona ulaşmıştı. Kurbanıyla, kendisine dünyalar bağışlayacak zavallı bedenle göz göze geldi bir an. Sonsuz genişlikteki gökyüzünü andıran gözler, emellerine engel olamazdı. Bir saniye sonra her şey değişecekti. Haşmetli günlerine dönmesine, muzaffer bir kral olmasına, bir kol inimi mesafe kalmıştı. O an bir çığlık koptu bütün hengamedeki sesleri bastıracak bir çığlık.

Kır saçlı adam, kendinden beklenmeyecek bir güçle gözgöze geldiği başı uzak tutuyordu. Leşle beslenen kuşun nefesi, iğrenç kokuyordu. Sanki, hayvanın bütün yedikleri kursağında kalmış ve orada çürümüştü. Kollarını kavrayan pençeler her saniye daha derine batıyordu. Boyun ve gaga santim santim yaklaşıyordu ecel gibi. Bir şeyler yapmalı, Hain generalin has adamından kurtulmalıydı. Daha insan olduğu zamanlarda iki adamı vardı Kuzgun Kralın. Uzun boylu, geniş omuzlu, komutanları için canını verecek iyi, yiğit savaşçılardı. Ne zaman general, hırsına yenik düşüp, kralına, ülkesine ihanet etmişti, o zaman o iki yiğitte geleceklerini komutanlarıyla bir tutmuştu. Şimdi biri, aşağıda bir yerlerde cansız yatıyordu diğeri de hemen gözlerinin önündeydi.

Bir adım daha attı kılıcının kanla açtığı yolda. Yamaçtaki kulübesinden o sabah vadiye inerken bütün bunların olacağı aklına gelir miydi? Hayır. Kolunu her savrulması o bitmek tükenmek bilmeyen sürüde bir boşluk açıyor o boşluğa adımını atıyordu boşluk hemen kapanıyordu. Sonra kolu öte yana bir daha savruluyordu. Diğer kolu da boş durmuyor kendisine yönelen boyunları koparıyor, kanatları yoluyordu. İşte o açtığı boşlukların birinde onca akan tüyün arasında gördü, havaya kalkan kolu. Aklına, çizmesindeki küçük bıçağı geldi. Şimşek gibi elini attı, bıçağı çıkardı ve fırlattı. Ok atmadaki ve kılıç savurmadaki ustalığı bıçak atmada da belli olmuştu, hedefe tam isabet sağlamıştı…

Kuzgun kralın kolu havada kalmıştı. Acı içerisindeki feryadı çarpışmanın tüm seslerini bastırmıştı bir an. Bileğine saplanan bıçak, elindeki parıldayan çeliğin sunağın üstüne düşmesine ve kendisinin yere yuvarlanmasına yol açmıştı. Nereden çıktığı belli olmayan bir adam, her şeyi mahvediyordu. Bir seçenek kalmıştı işleri yoluna koymak için. Sürünerek yumurtaya doğru yol almaya başladı. Belki bakire kanına gerek yoktu, kendi kanı da yumurtaya can verebilirdi. Gücünün yettiği kadar süründü, başını kaldırdığında kadim yumurta hemen önündeydi. Tek sorun ayağa kalmasıydı. Yavaşça, sanki dünyanın en zor işini yapıyormuş gibi önce dizlerinin üzerine kalktı, kaideye tutundu. Bir adım daha attı ve kanlı elini soğuk ve pürüzsüz yüzeye dokundurdu. Ama dokunması o kadar kısa sürmüştü ki…

Derin bir nefes aldı, tüm gücünü kollarına verdi. Kollarını kavrayan pençelerin canını yakmasına aldırmadan koca kuşu duvara çaldı. Yediği darbenin şiddetiyle afallayan tüylü yaratığın, kendine gelmesine fırsat vermeden boğazına sarıldı. Yerde duran yayı kavradı ve kirişiyle hayvanı boğmaya başladı. Dev kuş kanatlarını can havliyle çırparak kurtulmaya çabalıyordu ama adamda kendisini bırakmaya niyetli görünmüyordu. Kaslar ve iradeler sonuna kadar kullanılacaktı bu çarpışmada ama kazanan zorda olsa yorgunda olsa daha rahat nefes alan taraf olmuştu. Soluk alamayan hayvanın kalp çarpıntılarını duyuyordu. Geçen her saniye gücü tükendi, tükendi… Ve sonunda cansız beden adamın ayaklarının dibine yığıldı. Nefes nefese kalan rahip ilk başlarda yapmayı planladığı işi yapabilirdi, elini cebine attı ve kısa bir kamış çıkardı.

General yerde kanlar içerisinde yatıyordu, bir kolunu kesip atan kılıca baktı birde kılıcı tutan kola. Adını, kim olduğunu bilmediği bir yabancı her şeyin sonun getirmişti. Kesik bileğinden oluk oluk kan akıyordu. Bedeni iflas etmiş, iskeletini kaplayan kasları, sahibini ayakta tutacak gücü bulamıyordu. “Kimsin sen” dedi son bir gayretle. “Hiçkimse” dedi ama verdiği yanıtın şaka gibi algılanacağını düşünerek sıfatını ekledi. “Ejderha savaşçısı Hiçkimse” dedi. Sözünü, yanlarındaki dev yumurtadan gelen ses böldü. Hafif bir çizgi belirmişti yukarıdan aşağıya doğru. Ardından ikinci bir çizgi daha oluştu ve çizgiler, belirgin çatlaklar haline dönüşmeye başladılar. Hiçkimse, oradan çıkmaları gerektiğini düşündü ama hala hayatta olan ve onca öldürmeye karşı sayıları hiç eksilmemiş gibi çevresini saran sürüden fırsat bulabilirse tabii.

Yaşlı Keşiş derin bir soluk aldı ve kamış parçasını ağzına götürdü. Ciğerlerindeki hava boşalasıya kadar üfledi. Kulağa gelen bir ses duyulmuyordu ama mağarayı dolduran kargalar şaşkınlığa düşmüşlerdi. Bir daha üflediğinde kuşlar çılgınca sağa sola kaçışmaya başladılar. Kah birbirlerine kah mağaranın duvarlarına çarpıyorlardı. Yolu bulabilenlerse mağaradan kaçıyorlardı. Birkaç dakika içerisinde havada uçan kara kanatlı kalmamıştı. Yerde yatanların üzerine basmadan da yürümek mümkün değildi

Kurbana yaklaştı Hiçkimse. Kestane saçları bukleli bir genç kızdı sunakta yatan. Kurtulmak için çırpınmayı bırakmış kurtarıcısının gelip kendisini çözmesini bekliyordu. Şövalye elindeki kılıcıyla ipleri kesti. Genç kızın göğsü, hala heyecanla ve korkuyla inip kalkıyordu. Genç adam, kızın kolunu tuttu, orada işleri kalmamıştı. Yavaş yavaş dışarı çıkacaklardı. Az önce kuşları kaçıran rahipte yanlarına geliyordu. Yaşlı adam kızdan önce yerde yatan kanlı cesede yöneldi. Maskeyi çıkarıp yüze baktığında hiç şaşırmamıştı. Bir zamanlar yanında savaştığı komutanı, ihtiraslarının kurbanı olarak yerde yatıyordu. Herşeyi öylece bırakıp dışarıya geldikleri geçidin girişine yöneldiler. Daha birkaç adım atmamışlardı ki yumurtanın içerisinde gelen sesler unuttukları gerçeği kendilerine hatırlattı.

Kendisini çevreleyen kabuk parçalanınca, içindeki, zar kanatlı iri bir kuş yavrusu gibi kaidenin üzerinde kalakalmıştı. Katlanmışta olsa zar kanatları, ben bir ejderha yavrusuyum diyordu. Gelişmemiş ön ayakları kıvrıktı ama arka ayakları için aynı şey söylenemezdi. Vücudu az önce içinde olduğu yumurtanın sıvısıyla yapış yapıştı. Gece boyunca birkaç defa duydukları ıslığı andırır sesin daha zayıfını çıkartıyordu. Yeni uyanan bir bebek gibi kanatlarını açıp kendine gelmek üzereydi ki rahip kılıcından hala kan damlayan savaşçıya mermer kaidenin üzerindeki yavruyu gösterdi. Hiçkimse, önce önemsemedi gördüğünü. Yılan irisi canavar dölü, üzerlerine atılmayı deneyince hayvanın kafasını kopardı. İşte o zaman, derinlerden gelen, ortalığı yıkan, keskin ses, mağaranın tavanında yankılandı.

Yapabilecekleri fazla bir şey yoktu kaçmaktan başka. Uzun saçlı kahramanımız Rahibi ve Kurbanı ileri doğru itti. Bu tabanı kapkara tüylerle kaplanmış mağarada koşmaya başladılar. Birkaç adım atmamışlardı ki az önce duydukları ses daha yakından duyuldu. Yumurtanın sahibi geliyordu anlaşılan. Koşmaya başladılar ama mağarayı yerde yatan karga leşlerinden dolayı geçmekte zorlanıyorlardı. Düşe kalka yol alırlarken devasa bir alev topu duvar dibinden uçarak önlerine kondu. Ölümün cismani haliydi karşılarında dikilen. Alevlerin içinden çıkıp gelmişti pulları zar kanatları içinden geçtiği alevlerin izlerini taşıyordu. Karnındaki sarı pullar sırtına doğru kırmızı bir renk alıyorlardı. Olduğu yerde silkindi, az önce içinden geçtiği kutsal ateşin izlerini yere döktü. Ortalığı yanık tüy ve et kokusu sardı. Canavarın gözleri az önce yavrusunu yitirmiş bir annenin öfke dolu gözleriydi. Nefes alıp verdikçe burnundan alevler çıkıyordu. Çelikten yapılmış pençelerin yine çelik bir zemine sürtmesini andıran bir ses kulaklarının zarını yırtacaktı adeta. Önce kıza baktı, bebeğini öldürenin o olmadığını anlamıştı. Sonra yaşlı adama kaydı kanlı gözleri. Her ikisi de yanlara doğru açılmıştı istem dışı olarak. Sanki başaracaklarmış gibi ejderin çevresinden dolanmayı hesaplıyorlardı. Ejderhanın bakışlarıysa elinde uzun keskin kılıcını tutan kahramanımıza kilitlenmişti. Adam önce fısıltıyla “Gidin” dedi. Yanındakiler anlamadı biraz daha yüksek bir sesle seslendi “Gidin” diye. Ardından da elinde tuttuğu soğuk çeliği sımsıkı kavrayıp hasmına atılırken tüm gücüyle bağırdı “GİDİN” diye.

Bir baca büyüklüğündeki iki burundan fışkıran alevlerden kaçmak için, adam kendini hızla yana attı ve parendeyle uzaklaştı. Yerden kalkar kalmaz az önce öldürdüğü yavru ejdere doğru koştu. Bir kılıç darbesiyle yerde cansız yatan hayvanın kanatlarından birini kopardı. Kanadın ortasından geçen kemiği yakaladı, bu kendisine iyi bir kalkan olacaktı. Kısa bir uçuşla yanına gelen kanatlı yılan bir kez daha kustu alevlerini yavrusunun canını alan yabancıya. Tamda tahmin ettiği gibi kanat üzerine gelen alevleri geri püskürtmüştü. Püskürtmüştü ama yine de fazla dayanacak gibi görünmüyordu. Kılıcını savurdu, bir başka düşmanın kafasını koparacak darbe hayvanın pullarını yerinden kopartmıştı sadece. Bir daha savurdu ama etki daha fazla olmadı. Soluna dönen yeraltının kralı, uzunkuyruğuyla yiğidi savurdu attı.

Hızla, tüm gücüyle koştu Hiçkimse, adını hak etmenin zamanı gelmişti. Sırtı kendine dönük olan ejderin üzerine atıldı. Sırtının dikenlerini yakaladı, ellerinin acısına aldırmadan. Hayvan üzerindeki yabancıyı atmak için bir o yana bir bu yana savuruyordu kendisini. Yavaş yavaş ilerleyip, boynuna ulaşmaya çalışıyordu ki ne olduğunu anlamadan kendini yerde buldu. Eğer, bir fıçı gibi yuvarlanıp, ezilme pahasına da olsa koca direkler gibi dikilen ayakların arasına kaçmasaydı alevler içinde kalacaktı. Bu hamle kendisini, kılıcından ve zar kalkanından ayrı yerlere düşürmüştü. Kuyruğa doğru yöneldi ama o kuyruk kendisini bir kere daha uzaklara savurdu. Bu son darbe yerde yığılıp kalmasına neden oldu.

Zafer kazanan komutan edasıyla, adım adım yaklaşıyordu kızıl yaratık yerde yatan düşmanına. Adam, sürüne sürüne çekilmeye çalıştı ama saatlerdir verdiği uğraşın acısı şimdi çıkıyordu. Az sonra kendini yakacak olan alevleri düşündü. Ölümün, ne anlama geldiğini düşündü, üstelik bir adı bile olmadan ölecekti. Sırtı soğuk ve sert bir nesneye dayandığında, yolun gerçek anlamıyla da sonuna geldiğini anlamıştı. Savaştığı mahluk her biri bir zırh gibi kalın ve üstüste binmiş pullar kaplıydı. Yalnızca, uzun dikenli boynunun, göğsüyle birleştiği yerin az aşağısında daha ince bir perde gibi duran bir yer vardı sanki. Yürek, ejderin yüreği, alevleri pompalayan merkezi burası olmalıydı. Üzerine adım adım yaklaşan Celladıyla göz göze gelmeye çalıştı. İşte o an talihinin dönebileceği konusunda bir işaret gördü, keskin kılıcı birkaç metre ötesinde duruyordu. Tek sorun ayaklarının dibinden o kılıcı alabileceği bir an bulmasıydı ve kaslarının tüm gücüyle o yöne fırlaması gerekiyordu. Gözgöze geldiler. Sivri dikenlerle kaplı uzun yüzde iki alev topuydu kızıl ejderin gözleri. Öfkeyi, nefreti, kızgınlığı, hıncı görebiliyordu. Çok derinlerde yavrusunu yitirmiş annenin olduğunu biliyordu. Bir saniye, yüzyıllar kadar uzun bir saniye bakıştılar. Hayvan derin bir nefes aldı ölüm kusmadan önce işte o an beklediği mucize gerçekleşti.

Birkaç dakika öncesine kadar sunağın buz gibi taşı üzerinde yatan kurban, elinde bir hançerle yaratığa meydan okuyordu. Yattığı yerde yeteri kadar dinlenmiş gücüne tekrar kavuşmuş gibiydi. Zırh içindeki kızıl kafa sesin nereden geldiğini görmek için sağa çevrilince Hiçkimse ok gibi fırladı yerinden. Kılıcını kaptı ve hayvanın boynunun altında, az önce gözlerinin takıldığı yere sapladı. En zayıf halkayı bulmuşu, keskin kılıç zorlansa da kabzanın siperine kadar gömülmüştü, tam isabet sağlamıştı. Bütün gece duyulan bağırışların, çığlıkların toplamından fazla bir ses yankılandı. Koca gövde, büyük bir gürültüyle yıkıldı. Mağaranın tavanından kopan taşlar düşmeye başladı, Canavar ölüyordu. İşini sağlama alması gerekiyordu Hiçkimse’nin. Kılıcını iki eliyle kavradı, tüm gücüyle geri çekti. Deldiği kalbin kapakçıklarından fışkıran kan, üzerini boyamıştı adeta. Zafer çığlığıyla güç alarak yerde yatan acı içinde kıvranan Kızıl canavarın boynuna savurdu ve bir daha, bir daha vurdu. Yerde yuvarlanan kafa kimseye alev kusamayacaktı artık.

İşte o zaman mağarada bir şeyler olmaya başlamıştı. Tavandan düşen taşlar çoğalmış, yağmur gibi yağmaya başlamıştı. O yeraltı dünyası, kendisini ayakta tutan sahibi ölünce, yok olmaya başlamıştı. Çok çabuk çıkmaları gerekiyordu bu mezardan. Koşmaya başladılar geldikleri dehlize doğru. Düşen kayalar altında ezilmemek için bir sağa bir sola doğru koşuyorlardı. Zorlukla karanlık tünele girdiklerinde, tavan tamamen çökmüş, yıkım sırası içinde oldukları tünele gelmişti. Binlerce karga leşi, Kuzgun Kral ve Kızıl Ejder tarih olmuştu adeta. Zaman zaman önlerine küçük kaya parçaları düşse de sakınmasını biliyorlardı. Dışarı adım attıklarından birkaç dakika sonrasında mağaranın girişi kapanmıştı. Yıldızların altında, temiz havayı içlerine çektiklerinde, dışarıda hala gece olduğunu fark etmişlerdi.

Uzun bir yürüyüş, böyle bir maceranın sonuna yakışmasa da bitkin adımları köye vardığında, güneş yüzünü ancak göstermeye başlamıştı vadinin ucundan. Çiftçi Ba-La’nın kapısını çaldıklarında, ev halkının şaşkınlıklarını ve kızını karşısında gören annenin sevincini anlatmaya kelimeler yetmezdi. Birkaç dakika içerisinde bütün köy Ba-La’nın bahçesinde toplanmıştı. Olanları Rahip anlattı, sözleri yiğitlikle, zaferle ve övgülerle doluydu. Bin bir zahmetle bu hale getirdikleri vadilerini, ellerinden kimse alamayacaktı. Yemekler yenildi, içkiler içildi, neşeli kahkahalar kuşların cıvıltıları gibi çevreye yayılıyordu. Akşam üzerine doğru veda zamanı gelmişti. Ev sahibi ve kaçırılan kızın babası olan Ba-La diğerlerinin seslerini kesmelerini sağlamak için bir iki öksürdükten sonra sözlerine başladı.

“Hani sizinle ilk karşılaştığımızda ‘Lordumuz olup olmadığını’ sormuştunuz. Bende ‘Ne saygı duyabileceğimiz ne de bizi koruyacak Lordumuz yok.’demiştim.” Hiçkimse kafasını salladı, öğle güneşinin altında konuşulanları anımsamıştı. “Bizim Lordumuz olur musunuz?” dedi Ba-La sözlerine devamla.

“Sizler, kendinizi ancak kendiniz koruyabilirsiniz. Bu gücü bu kuvveti elde etmelisiniz. Ama yine de gücünüzü aşacak bir düşmanla karşılaşırsanız ben oralarda bir yerlerde olacağım” dedi eliyle vadinin güney yamaçlarını göstererek. Çevresindekilerle tek tek vedalaştı. Bahçeden çıktılar. Hiçkimse köylülere bir daha teşekkür edip evlerine dönmelerini istedi. Kalabalık kendisiyle yürümeye başlamıştı. Rahibe dönerek

“Anlat bakalım Rahip Efendi” dedi. Köyün dışına doğru yürümeye başladılar. Kalabalıkta ağır adımlarla arkalarından geliyordu.

“Ne anlatmamı bekliyorsun Beyim”

“Bu olanların ne kadarı senin eserin, Bir mağara, bir mağara dolusu aç karga, Kuzgun Kral, Kızıl ejder, daha sayayım mı? Nereden çıktı bütün bunlar” Rahip güldü. “İkimizde, tüm saydıklarında hatta burada var olan herkes her şey O’nun eseri. O ve diğerleri uzaklarda başka bir evrende yaşıyorlar. Geçen defa seninle konuştuğunu anımsa. O zamanda şimdi de tüm amacı, seni herkesin seveceği, saygı duyacağı bir yiğit, bir savaşçı yapmaktı. Sonuç olarak öncekilerden daha iyi bir şeyler ortaya çıkardığını düşünüyor. Seni bir kahraman yapmak istedi ve istedi ki sen sihir olmadan da kazanabilesin. Kendi bilginle ve bileğinin gücüyle var olasın istedi.”

“Sence oldum mu bari”

“Buna, diğerleri karar verecek. Kabul etseler de etmeseler de sen varsın ve senin yaptıklarını okuyup değerlendirecek diğerleri için küçümsenmeyecek bir zaferin var.” Birkaç saniye sözlerine ara verdi. “Üstelik yalnız değilsin artık.” Rahip, belki kendisini kastediyordu ama Hiçkimse’nin aklına birkaç saat önce kurtardığı ince belli, kumral saçlı ve beyaz tenli, zarif ama bir o kadar da korkusuz kurban geldi. Aradığı kişiyi bulmuş olabilirdi. Herkesle bir kere daha vedalaştı. Adımlarını sıklaştırıp dağa uzanan yola koyuldu. İyi bir dinlenmeye ihtiyacı vardı.

Uzaklarda, dağların derinliklerindeki mağaradaysa hala atan yürekler vardı…

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *