Öğleden sonra saat iki sularında uyandı. Başı neredeyse kazan gibiydi. Bu kadar geç yatmasına ve deli gibi içmesine söylendi. Yataktan bir yılan gibi sürünerek ve tıslayarak kalktı, banyoya gitti. Yüzüne birkaç kez soğuk su çarptı. Biraz ayılır gibi olmuştu fakat başı zonklamaya devam ediyordu.
Aklındaki tek şey sert ve acı bir kahveydi. Doğruca mutfağa yöneldi, kahvenin suyunu ısıtıcıya koydu. Mutfak masasında hafta sonu gazetesini okuyan kocasına şöyle bir göz ucuyla bakmakla yetindi. Varlığını umursamadı. Adam da geldiğini görmesine rağmen hiç istifini bozmadan okumaya devam etti.
Meltem su kaynayana kadar mutfak tezgâhına sırtını dayadı, pencereden dışarıyı seyretti. Apartmanın en üst katında oturuyorlardı. Şehrin en büyük parkının çarpıcı manzarası ayaklarının altındaydı. Alabildiğine uzanan yeşillik, bakımlı çimenler, rengârenk çiçekler şehirden çok doğanın içindeymiş hissi uyandırırdı onda. Fakat bu bile içine bir parça huzur katmaya yetmezdi.
Hava kapalıydı ve kara kümülüs bulutları şehrin üzerinde toplanmaya başlamıştı. Karanlık yavaş yavaş gökyüzünü ele geçiriyordu. Uzaklardan gelen gök gürültüsü şiddetli fırtınanın habercisiydi.
“Fırtına geliyor,” dedi yavaşça.
Haldun sesini çıkarmadı. Su ısıtıcısının düğmesi attığında Meltem kaynayan suyu büyük bir kupaya boşalttı, içine bolca kahve koydu. Kahvenin yanına bir de sigara yaktı. Ayakta durmaya devam etti.
Kahvesini içerken ve sigarasının tüttürürken Haldun gazetesini sinirle indirdi:
“Kaç kere dedim sana, evde sigara içme diye! Kendini zehirliyorsun da benim suçum ne?”
Meltem bıkkınlıkla baktı kocasına, omuzlarını kaldırarak:
“Sen de durma burada, içeri git!” dedi kuru bir ses tonuyla.
Haldun kafasını sallayarak cık cık etti, bir şey diyecekmiş gibi ağzını açtı ama sustu.
Gazeteyi toparlayıp sertçe masaya fırlattı. Meltem onunla ilgilenmiyor, kafası pencereye dönük hafiften cama vurmakta olan yağmur damlalarını seyrediyordu.
Yirmi yıl geçti sonunda. Sigarasından derin bir nefes aldı, dudağını büzdü, kocasına inat halka halka havaya üfledi dumanını.
“Ne yapmayı düşünüyorsun onca parayla?”
Belki yıllardır aralarından gizli bir anlaşma varmışçasına bu konuyu konuşmamışlardı.
Haldun’un gözünde şeytani bir pırıltı belirdi. Ah, diye düşündü. Bu iğrenç kadın hayatında olmasaydı da bütün servete kendi konsaydı. Nasılsa artık tüm şartlar yerine gelmişti ve para bankaya ortak hesaplarına yatmıştı. Pazartesi bankalar açıldığında yeni bir hayat Haldun’u bekliyor olacaktı. Bir de şu lanet kadından kurtulsaydı. Böyle bir şey mümkün olabilir miydi? Artık paraya kavuştuğuna göre!
Ellerini oturduğu yerde birbirine kenetledi. Sol bacağı istemsizce titremeye, masaya çarpmaya başladı. Sağ eliyle bacağını tutmaya çalışırken Meltem’le göz göze geldi. Kadının bakışlarındaki alaycı ifade, dudaklarındaki aşağılayıcı gülümseme zoruna gitti.
“Hiç,” dedi gözlerini kaçırarak.
Onca sene, günleri bir bir sayarak bu anı bekleyen o değilmiş gibi sakince yanıt verdi:
“Düşünmedim!”
Meltem sigarasının külünü lavaboya silkeledi. Aşağılık herif, diye içinden geçirdi. Sadece ona ait olan koca serveti bu pislik, bayağı, üçkâğıtçı adamla paylaşacak olmasını bir türlü kabullenemiyordu.
Hepsi amcasının suçuydu. Ölmeden önce vasiyetnamesine son anda böyle saçma bir madde koymasaydı çoktan zengin olmuştu. Dilediği gibi özgürce yaşama hakkı elinden alınmıştı. Yirmi koca yıl!
Okul arkadaşıydılar Haldun’la. Farklı bölümlerde okuyorlardı. Ortak bir arkadaşları sayesinde tanışmışlardı. Başlarda Meltem oldukça hoşlanmıştı Haldun’dan. O ise pek oralı olmamıştı. Fakat daha sonra ne olduysa tavrı değişmiş, Meltem’in peşinden ayrılmaz olmuştu. Okul biter bitmez de evlenmişlerdi. Çok mutluydu Meltem. İlk yıllarda her şey hayal edemeyeceği kadar güzel gidiyordu, lakin zamanla kendi dünyasında yarattığı imgeye uydurmaya çalıştığı kocasını tanıdıkça ve niyetini anladıkça dondurucu gerçekle yüzleşmek zorunda kaldı.
Onca servetin tek varisi olduğunu bir sır gibi saklamasına rağmen öğrenmişti Haldun. Meltem’le evliliği bu yüzdendi elbet. Zerre kadar sevmedi beni. Gözleri doldu bir an. Ağlamamak için kendini zor tuttu.
Yirmi yıl bekleyecek olmasına nasıl da itiraz etmişti kocası. Çılgına dönmüş, her türlü hukuki yolu denemişti ama başarılı olamamıştı. Para, yirminci evlilik yıldönümlerinde her ikisi de sağ ise hesaplarına yatacaktı.
Bu kadar çok içki ve sigara içmesinin nedeni bu olsa gerekti. İçten içe Haldun’dan intikam alma duygusu. Her geçen gün ve yıl onu cezalandırdı kendince. Defalarca alkol komasına girdi sırf gözlerindeki kaybetme korkusunu tadabilmek için.
Yüzyıl gibi süren o bekleyiş süresince her ikisinin kalbinde büyüyen tek şey ise nefret oldu.
Gözlerini kapattı Meltem. Amcasının hasta yatağındaki alaycı yüzünü hatırladı birden. Neden böyle bir şey yaptığını her gün sorgulamıştı. Oysa kendisi ne evlenmiş, ne çocuğu olmuştu. Hayatını doyasıya, deli gibi arkasında tek bir pişmanlık kırıntısı bırakmadan yaşamıştı. Niçin onu bu adama mahkûm etmişti? Yaşadığı her gün amcasından tıpkı kocasından tiksindiği gibi tiksindi. Mutlu olduğu tek şeyse çocuğunun olmayışıydı.
Sigarasından bir nefes daha aldı. Ne yapıp edecek paranın tamamına sahip olacaktı. Yıllarca ertelediği ne varsa acısını çıkaracak, doyasıya gönlünce yaşayacaktı. Gözleri masanın kenarında duran Haldun’un bulmaca çözmek için kullandığı tükenmez kaleme takıldı. Şu kalemi alsa kendisini her fırsatta saklamaya bile gerek görmeden aldatan kocasının gözüne saplasa, yıllarca aldatıldığının, sevgisizliğinin intikamını alsa! Sonra boynuna indirse oradan kalbine… Yüzünde bir gülümseme belirdi. Haldun:
“Ne o, hayal kurmaya başladın galiba. Sen ne yapacaksın peki, ha?”
Cevap vermedi Meltem.
Domuz kadın. Surata bak! Meltem’in gözlerinin altındaki mor halkalara iğrenerek baktı. Tezgâhta duran bıçak cezbetti onu bir an. Bıçağı kadına sapladığını hayal etti. En az yirmi kere olmalı, diye geçirdi içinden. Her senenin acısı ancak böyle çıkardı.
Fırtınanın sesi mutfağın içinde yankılanıyordu artık. Haldun oturduğu yerden ağır ağır kalktı, pencereye yaklaştı. Hava iyice kararmış, ardı ardına çakan neredeyse bir havai fişek gösterisini andıran şimşekler şehri ele geçirmişti. İnsan doğa karşısında her zaman çaresizdi aslında.
“Ne güzel değil mi?” diye sordu Haldun, Meltem’in koluna dokunarak.
Kadın yüzünü buruşturdu, kolunu ani bir hareketle geri çekti.
“Ne dersin, şöyle güzel bir açık hava gezintisi fena olmaz mı? Arabayla sahile insek, şu şovu orada izlesek, ha?”
Hain bir ifade geldi geçti yüzünden. Meltem, kendisinden beklenmedik bir şekilde başını kaldırdı, sigarasını söndürdü, kararlı bir ses tonuyla:
“Neden olmasın?” dedi.
O dakikadan itibaren oldukça hızlı hareket ettiler, hazırlanıp dışarı çıktılar.
Arabaya ulaşana kadar iyice ıslanmışlardı. Tek kelime etmediler yol boyunca. Zihinleri kendi planlarıyla öylesine meşguldü ki! Günün sonunda bir kazananın olacağı ölümcül bir tuzağa doğru sürükleniyorlardı.
Arabayı son sürat sürüyordu adam. Islak yollarda birkaç kez sağa sola savruldular, şans eseri yoldan çıkmadılar. Meltem o kadar rahattı ki, sakince oturuyordu hiçbir şey olmamış gibi. Başka zaman olsaydı ortalığı birbirine katardı.
Sahile vardılar. Ani bir frenle durdu Haldun. Meltem, kararlı adımlarla arabadan indi. Denize doğru yürümeye başladı. Simsiyah hırçın deniz karayı nefretle dövüyordu. Tanrı Zeus sanki asırlardır biriktirdiği yıldırımları nefes almadan durmaksızın yeryüzüne fırlatıyordu.
Islak kumda ayak izlerini bırakarak denizin ucuna kadar geldi. Kulağı arkasından sinsice yaklaşan adımlardaydı. Ayaklarının ıslanmasına aldırmadı. Sessiz bekleyişini sürdürdü. Etrafta onlardan başka kimsecikler yoktu. Yağmurun, rüzgârın, şimşeklerin, denizin sesi bütün sesleri yutmuştu adeta. Doğa her şeye hâkimdi.
Bundan sonra olacakları her ikisi de çok iyi biliyorlardı. Haldun’un durduğunu duydu. Adam tam arkasındaydı. İki eliyle ve var gücüyle kadını denize doğru ittirirken, bu anı kollayan Meltem kuvvetli bir refleksle Haldun’u montundan yakaladı. Beraberce denize düştüler. Meltem debelenirken Haldun kadını saçından yakalamış diplere çekmeye çalışıyordu. Yaşama dürtüsüyle ellerini bir pençe gibi kullanan kadın adamın boğazına defalarca tırnaklarını geçirdi. Birkaç kez suya batıp çıktılar. Birbirleriyle boğuşmaktan sürüklendiklerinin farkında bile değillerdi. Dalgalar kendilerine kurban bulmanın verdiği keyifle kabarıyordu. Zeus hırsla bir şimşek daha gönderdi. Bu seferki en güçlüsüydü. Deniz onu seve seve kabul etti. Yüzeyi bembeyaz bir ışıkla aydınlandı. Yağmur şiddetini arttırarak onu selamladı.
Bir kaç saat sonra, bulutlar dağılmaya güneş kendini göstermeye başladı. Hava aydınlandı, sanki o kadar patırtı hiç yaşanamamıştı. Deniz kabaran o değilmiş gibi uysal ve mutluydu. Rüzgâr elini çekmişti üzerinden.
İnsanlar evlerinden çıktılar. Hafta sonunun son saatlerini keyifle geçirme telaşına düşmüşlerdi. Sokaklar canlandı, sahil kalabalıklaştı. O saate kadar evde olan çocuklar kıyıda coşkuyla koşuyorlardı. İskelenin ayağında iki karartı görünce korkuyla durdular. Büyükçe bir oğlan cesaretini ispat etme arzusuyla, kalbi küt küt atarak yaklaştı yanlarına.
Ondan sonra bir koşuşturma başladı sahilde. Sağdan soldan bir sürü insan toplandı cesetlerin yanına. Yetkililere haber verildi. İri yarı birkaç adam kıyıya çekti onları. Haldun’un sıyrılan montunu çıkarıp yüzlerini örttüler. Birkaç soru sordu insanlar birbirlerine. Her kafadan bir ses çıktı. Herkesin anlatacak en az bir hikâyesi vardı. Kim neye inanmak istiyorsa ona inandı.
Güneş batmaya başladığında kalabalık çözüldü yanlarından. Ayak sesleri çekildi sahilden. Yemek vakti geldi. Üç beş haberci de ayrıldı oradan.
Ertesi gün birkaç satır yazdı gazeteler bu olay hakkında. Haberler iki üç kare gösterdi. Ah, vah etti insanlar birkaç saniye ve hayat devam etti…
elline sağlık didem ilginç bir öykü.
Teşekkürler..