Öykü

Olay Yeri İnceleme

Telefon çalmıştı. Yine, yeni bir iş çıkmıştı. Bu şehrin her ilçesinde her gün en az bir cinayet işleniyor olması ne garip değil mi? Mesleki deformasyon diye bir şey var biliyorum ama ben bu duruma her gün şaşırmaya devam ediyorum.

Cinayetlerin ardından haber önce bize geliyor. Eşlerine, dostlarına, ailelerine değil, bize. Neler olup bittiğini çözebilmek için bizim eldiven, cımbız ve kulak çöpleriyle az önce kopan kıyamet sahnelerinde yerimizi almamız gerekiyor.

Çocukken biri bana büyüyünce tükürüklerle uğraşacaksın dese dişçi olacağım sanırdım. Saç kıllarını toplayacaksın dese berber, bir damla kan ve ter senin için hayati önem taşıyacak deseler bir laboratuvarda hayal ederdim herhalde kendimi, yerdeki kirli peçeteleri, sigara izmaritlerini toplayacağımı duysam çöpçü olacağım sanırdım. Şimdi bunların hepsini olay yeri inceleme ekibinin bir elemanı olarak yapıyorum. Tutkulu bir koleksiyoner gibi cinayet mahallinde bulduğum her şeyi küçük poşetlere koyup merkeze götürüyorum.

İşte o gün de telefon çalmıştı. Haber gelince ben yine üzülmüştüm. Maktulün neden ve nasıl öldüğünü bilmeden üzülürüm hep. Her ölüm bana da ölümlü olduğumu hatırlatır. O ince toprak yüzüme üflenmiş de her göz kırpışımda canımı yakıyormuş gibi ovuşturmaya başlarım kızaran gözlerimi. Ama o gün bilmiyordum ki bu seferki iş bana ölüme değil hayata dair bir kapı aralayacak.

Olay mahalline gelmiştik. Bir araba tamircisi. Paslı kepenk kapatılmaya çalışılmış ama yarıda kalmış. Mermi kovanları yağmur gibi yağmış anlaşılan, dört bir yana bir bakışta sayısı bilinemeyecek kadar saçılmış. İçeride bir ceset gördüm, filmlerde gördüğünüz gibi, hani tebeşirle etrafı çizilen, yüz üstü yatmış, bir bacağı düz, diğeri dizden bükülmüş duruyor. Etrafta yağ, mazot, barut ve kan kokusu, hepsi birbirine karışmış. Her cinayetin kendine has bir kokusu vardır bilir misiniz? Ama biz onları tutup da poşetlere koyamayız işte, onlar bizim hafızlarımıza mıh gibi kazınır.

“Mermi kovanlarını ben toplayıp işaretleri koyuyorum” dedi ekip arkadaşım. Ben cesede doğru yaklaştım. Boynundan sızan kan, yuvarlak bir hale gibi çevrelemişti başının etrafını. Kiliselerdeki ikonik resimlere benziyordu böyle. Yaşlı bir adamdı. Üzüntüm bir nebze azaldı bunu görünce. Yerdeki kandan, ağzından sızan salyadan bir miktar alıp ayırdım iş için. Henüz kendi DNA’mla muhatap olduğumu bilmediğimden o anlarda sadece işini yapan bir adamdım.

Gömleğinin cebinden parlayan bir şeyin ucu görünüyordu. Elimdeki cımbızla tutup çıkardım. İşte o andan itibaren ben yalnızca işini yapan bir adam değil, babasını yıllar sonra maktul olarak bulmuş biriydim de. Ben o anda otuz sekiz yıldır bir gömleğin sol cebinde taşınan bir fotoğraftım. Ben o anda annemin sol dizinde sararmış olan siyah beyaz çocukluğuma bakan bir adamdım.