Öykü

Özgür Ruhlar Malikânesi

“Olsun, en azından güvendeyim ve ailemleyim.”

O yaz tatilini büyükannesinin bu kasvetli evinde geçirmek zorunda kalmak açıkçası genç kızın da yaz planları listesinde ilk yirmiye girmezdi. Şimdi hasta anneannesine bakmak zorunda kaldığı için büyüdüğü eve dönüş yapan annesiyle koca bir yaz geçirecekti genç kız. Annesi buradayken, şehirdeki evlerinde tek başına kalmak için izin alamamıştı; halbuki on altı yaşındaydı ve artık çocuk değildi. Bunu ebeveynlere anlatmak çok zordu, hele ki bu ebeveyn onun annesi gibi biri ise…

“Bir kardeşim olsaydı bari.” diye diledi içinden; bunu bu yaşa kadar hiç istememiş olduğunu fark etti. Aslında kendisi genele göre yalnız bir çocuktu, yaz tatilinde şehirde de kalsa pek bir sosyal aktivitede bulunmayacaktı, zaten hali hazırda bir elin parmağını bile geçmeyen arkadaşları da farklı farklı yerlere gidecekti hem. Kendisi gibi yaz ayında bile sisli, rüzgârın eksik olmadığı bir yere giden yoktu aslında fakat bunları bir an düşünürken krizi fırsata çevirebilir miyim olasılığını da göz ardı edemedi.

Kendisine çatı katında bir oda verilmişti, üç katlı kocaman bir evdi burası. “Belki büyükannemin annesinden bile yaşlıdır bu ev!” diye düşündü. Koca bir evde bir sürü oda varken çatı katını seçmesi kendi tercihiydi. Evin hizmetçileri odayı kendi için temizlemişti. “Koca yaz için küçük bir oda burası!” dedi herkes fakat genç kız aldırmadı, böyle bir ortamda kendisiyle baş başa kalmak belki ona da iyi gelecekti. Hem artık on altı yaşındaydı, yalnız kalmaya eskisinden daha çok ihtiyacı vardı; bu sene lisede yaşadığı her olay onu biraz daha melankoliye itmişti, kendi iç dünyası ile baş başa kalacak bir sürü sebebi vardı şimdiden.

Aklından bunları geçirirken salondaki pencereden dışarıya baktı. Annesi bir hışımla büyükannesinin odasından çıkmıştı, arkasında da hizmetçilerden biri annesinin peşi sıra mutfağa girmişti. “Bizim ne işimiz var ki, büyükannem zaten varlıklı ve peşinde dönüp duran hizmetçilere sahip.” diye düşündü fakat daha sonra aynı duruma kendi annesi düşse onu yalnız bırakır mıydı diye düşündü. Bir anlığına kendisini çok bencil hissetti ve bu düşüncedeki hali gibi olsaydı kötü bir evlat olurdu diye düşündü. Bu düşüncelerden memnun olmamış olacak, hepsini kafasından def etmeye çalıştı ve bir süre daha orada oturarak dışarıyı incelemeye devam etti. Dışarıda inanılmaz bir rüzgâr vardı, öyle ki bu antika evi yıkabilirdi bile. Daha sonra bu fikrine kendisi bile güldü çünkü bu tarihi ev ne fırtınalar ne rüzgarlar görmüş geçirmiştir! Annesi her zaman buranın inanılmaz rüzgarlı olduğundan bahsederdi. Genç kız da tabii ki ilk kez gelmemişti buraya ama çocukken hep yazın ortalarında geldikleri için daha bu kadar serin günlerini görmemişti yaz mevsiminin. Muhtemelen iki üç haftaya o eski çocukluk günlerindeki buraya geldiği zamanlar gibi olacaktı her şey.

Dışarıyı izleyerek saatler geçirdi. Annesi bu süre zarfında bir anneannesinin odasına bir mutfağa mekik dokuyordu. Pişen yemeği ilk onun odasına götürüp ona yediriyorlardı. Anneannesi neredeyse yatalak bir hastaydı ve bu durumda özel bir ilgiye ihtiyacı vardı. “Biz gidince ne olacak?” diye düşündü genç kız. “Hizmetçilerle bir süre daha devam edecek büyükannem ve eğer yaşarsa seneye yine kendimi burada bulacağım.” diye iç geçirdi. Bu düşüncelerinden annesinin kendini yemeğe çağırması ile kurtuldu.

Yemekte bugün, geldikleri günlerdekinden çok da farklı bir şey yoktu. Haşlanmış birkaç sebze, patates püresi ve sıcak soğan çorbası. Tatlı bile yoktu üstelik. Pek de iştahı olmadığı için ağzının kenarıyla birkaç lokma yedi ve sofradan kalkıp kendisini kütüphane odasına attı.

Kitaplar… Onun hayal dünyasını şekillendiren en güçlü objeler. Bu zamana kadar en yakın arkadaşları hep onlar olmuştu. Bu evin belki de en sevdiği özelliği böyle büyük bir kütüphaneye sahip olmasıydı belki de. Büyükbabasından kalma bir sürü kitaplar, çeşit çeşit resimli sözlükler, ansiklopediler, dünya klasikleri, Fransızca ve İtalyanca çevirisi olan farklı farklı kitaplar. “Büyükbabama çekmişim belki de.” diye düşündü. Annesine imrendi, böyle bir evde büyüdüğü için çok şanslı olmalıydı. Gel gelelim annesi hiç de kitapları seven biri değildi, yani en azından kitap kurdu sayılmazdı. “O halde kesin büyükbabama çektim!” diye düşündü. Kitaplıkları sanki onlara ilk kez bakıyormuş gibi bir süre daha karıştırdı ve saat neredeyse akşam ona kadar orada oturdu, eline birkaç gün önce alıp bir daha okumadığı masa üstünde duran kitabı aldı ve kanepelerden birine geçip okumaya koyuldu.

Bir süre daha bu şekilde zaman geçirdi bu kütüphanede. Saat on iki olduğunu belli eden bir şekilde çaldı. Din dan, din dan. Tıpkı eski filmlerdeki gibi sarkaçlı bir saat vardı kocaman evin birçok odasında, kütüphanede de öyle. Hala çalışıyor olmalarına şaşırmıştı bunların genç kız. Saat sesiyle kafasını kaldırdığında saatin on iki değil de bir buçuk olduğunu fark etti. Şaşırmıştı, kitap o kadar da sürükleyici değildi fakat bu kadar saat nasıl okumuştu bu kitabı? Ayrıca bu saat on ikide değil de neden bir buçukta çalmıştı? Tam on ikide çalmışsa da duymamıştı belli ki sesini saatin, uykulu gözler ile yerinden kalktı ve kitapta kaldığı sayfaya ayracını koyarak odayı terk etmek üzere kapıya yöneldi. Dışarıdaki fırtına etkisini arttırmış olacak, rüzgâr evin önündeki koca kavak ağaçlarıyla resmen senfonik bir orkestrada beraber çeşitli ezgiler söylüyordu. “Aman ne hoş!” diye düşündü genç kız ve kapının koluna elini koydu. Tam o sırada çatı katından şiddetli bir ses geldi. Ses ile yerinden sıçradı, gündüz düşündüğü şey başına gelmiş olabilir miydi? Rüzgâr bu evi yıkmaya başlamıştı işte! Bu düşüncesine güldü ve kapıyı açtı. Holdeydi artık, odasına doğru çıkıp yatmak için uykulu gözlerini birkaç defa kaşıdı. Az önce yukarıdaki o gümbürtü yerini şiddetli sayacak tıkırtılara bıraktı. Tık tık tık, tuhaf ve rahatsız edicilerdi. “Bir faremiz eksikti!” diye düşündü. Öyle bir şey varsa o odada uyuyamazdı asla. Böyle büyük, kırsalda olan kasvetli bir evde tabii ki de fare olması anormal bir durum değildi ama kendisinin koca yaz tatilinde zamanının büyük çoğunluğunu geçireceği bir odada olması onun için kabul edilebilir değildi. Odaya çıkıp bir kontrol etmek istedi, ya da annesine mi söyleme gereği duymalıydı, karar veremedi. İki türlü de huzursuzdu. Gecenin bu yarısında annesini rahatsız etmek istemedi ve cesaretini toplayarak merdivenlere yöneldi.

Odasının kapısına geldiğinde tıkırtılar alt kattakinden bile daha fazla gelmeye başladı. “Fareler parti veriyor!” diye düşündü. Şimdi kapıyı açacaktı ve belki de hepsi kendisine hücum ederek kapıdan kaçıp evin dört bir yanına yayılacaktı bu yaramaz farelerin. Buna hazır olmalıydı; derin bir nefes alıp kapıyı açtı ve odasını bomboş bir şekilde karşıladı. Dışarıdaki rüzgârın uğultusu hariç tek bir tık bile yoktu odada. “Acaba rüzgârın sesinden dolayı mı böyle duydum?” diye düşündü. Yine de içi rahat etmedi; fareleri korkutmak için değişik sesler çıkardı, kedi olduğunu düşünüp güldü bir anlığına. Eğilip bazı eşyaların altına, yanına baktı. Hiçbir şey yoktu. “Muhtemelen rüzgâr yaptı bu tıkırtıları.” diye düşündü ve kendini geceliğini bile giymeden yatağa attı. Enerjisi hiç kalmamıştı, direkt olarak uyumaya koyuldu.

Uykuya dalıp dalmadığından emin değilken tüm akşamki tıkırtılardan çok daha büyük bir gürültüyle yerinden sıçradı. Yataktan kalkıp doğrulması sadece iki saniyesini aldı. Kapısı ardına kadar açıktı ve dışarıda şimdi rüzgarla karışık feci şekilde bir yağmur yağıyordu. Öyle ki gök gürültüsünden dolayı ayaktayken bir kez daha yerinde sıçradı. Kapkaranlık odayı adeta ışığa boğan şimşeklerin ışıltısı ortama ürkütücü bir hava katıyordu. Odanın içinde yavaş adımlarla yürüdü, kapıya yaklaşırken sanki odanın büyüdüğünü hissetti. Az önce uzansa elleyebileceği kapı koluna şu an neredeyse üç boy uzaktaydı. Bir daha yürüdü, aynı şeyi tekrar yaşadı. Tekrar ve tekrar. Dönüp arkasına baktığında yatağı neredeyse görülmemeye başlamıştı. Sanki o adım attıkça oda büyüyordu. O an tam ayağının üstünden bir şeyin geçtiğini fark etti ve çığlığı bastı. O sırada omzunda bir el hissetti.

Kan ter içinde uyandı. Gördüklerinin rüya olduğunu anlaması çok vaktini almadı fakat oldukça gerçekçiydi her şey. “Gördüğüm en gerçekçi rüyaydı neredeyse!” diye düşündü kalbi hızlı hızlı atarken; sonra bu cümleyi daha önceki rüyalarında da muhtemelen en az yirmi defa kurmuş olduğunu düşünüp üstünde çok da durmadan, yüzünü duvara dönerek uykusuna kaldığı yerden devam etti. Rüyasındaki gibiydi tıpkı her şey, yağmur şiddetliydi ve rüzgarla karışık bir şekilde kaldığı yerden devam ediyordu.

Yine uykuya dalıp dalmadığını anlamadığı anda bir ağlama sesi duydu, bir çocuk sesiydi bu. Genç kız arkasını döndüğünde, çatıdaki en büyük gardırobun yanına iki büklüm oturmuş; yedi sekiz yaşlarında bir kız çocuğu gördü. Dizlerini omuzlarına kadar çekmiş, kafasını ise dizlerinin üstüne koyup, kolları yardımıyla kapanmış küçük bir kız. Onu ilk gördüğünde irkildi fakat küçücük bir kızdı bu, belli ki yardıma ihtiyacı vardı. Nereden geldiğini ve kimin nesi olduğunu bilmeden yatağından kalkıp ona doğru gitti. Küçük kızın, kendisinin yanına geldiğinden haberi olmayacak, aynı pozisyonda ağlamasını sürdürdü. Ta ki genç kız onun koluna dokunana kadar. Şimdi bu küçük kızın koluna dokunmuştu ama sanki havaya dokunuyor gibiydi. Boşluktan başka bir şey hissetmedi. Fakat aynısı küçük kız için geçerli değildi belli ki. Genç kızın dokunuşuyla birlikte kafasını kaldırdı ve ağzından ağlamaklı bir şekilde tek bir cümle çıktı.

“Beni özgür bırak!”

Kızın yalnız kalmaya ihtiyacı olduğunu düşünüp bir adım geri attı. Sonra ise nerden geldiğini bilmediği bu küçük kızın kendi odasında yalnız kalma gibi bir lüksü olmadığını düşündü ve kızın yanına geri gidip koluna tekrar dokundu. Kız bu sefer az öncekinden daha yüksek bir sesle aynı cümleyi tekrarladı.

“Beni özgür bırak!”

Rahat bırak, yalnız bırak dememişti ama; özgür bırak demişti. Bu ne demekti ki? Ona ne demek istediğini sordu ve cevap alamadı, küçük kız kendisinin suratına bakıp yüksek sesle ağlamaya devam etti, şimdi oda kendi çevresinde dönmeye başladı genç kızın. Ağlama sesleri, beni yalnız bırak cümleleri ile karışmış bir kaosun içindeydi şu an; sesler gittikçe artıyordu, uğultuya dönmeye başlamıştı bir süre sonra. Seslerle beraber kendisi de döndü odada. Döndü ve durdu, dönerken karşısında dikilmiş kızı gördü; artık ağlamıyor gibiydi ama yüzü oldukça mutsuz bir ifadeyle kaplıydı. Kıza tam dokunmaya çalışmıştı ki kendisini bir boşluktan düşüyormuş gibi hissetti. Başta şiddetli olan bu düşüş, belini yatağında hissettiği anda bir rahatlamaya dönmüştü. “Kasvetli gecede başka bir kâbus!” diye düşündü fakat bu seferki ilkinden daha ürkütücüydü. Bir daha uyuyabilir miydi bilmiyordu, kol saatine baktı; dörde beş vardı. Neredeyse sabah olmuştu ama onun inanılmaz bir şekilde uykusu vardı. Biraz pencereyi inceledi, az öncekine göre yağmur daha az yağıyordu. Belki de sabaha güneş açacaktı. Tıkırtılar yine gelmeye devam etti, bu sefer onlara aldırmadı ve kafasını koydu yatağa. Koymasıyla birlikte sanki izleniyormuş gibi bir his ile gözlerini geri açtı. Hissettiği gibiydi, baş ucunda bekleyen bir kız çocuğu vardı. “Az önceki kız mı bu?” diye düşündüğü anda irkildi, yerinden sıçradı. Kız gözlerine bakıp yine o tanıdık cümleyi kurdu:

“Beni özgür bırak!”

Kalbi güm güm atarken yüksek bir ses tonu ile “İyi de nasıl?” Diye bağırdı genç kız. Ama sesi çıkmadı. Kendi sesini kendi bile duyamadı, kız nasıl duyabilirdi? Tekrar söylemeye çalıştı, söyleyemedi yine. Belki de bir karabasandır diye düşündü. Kızın gözleri kendi gözlerinden ayrılmadı. Aynı cümleyi tekrar duydu ondan, tekrar cevap vermeyi denedi; yine olmadı. Tekrar ve tekrar. En sonunda cümleyi söyleyip kendi bağırtısını duydu fakat kız çoktan gitmişti. Saatine baktı, saat gecenin üçüydü. “Nasıl?” diye düşündü, daha az önce dörde beş vardı. “Zamanda geriye mi gittim?” diye düşünüp o telaşın arasında durumunu tiye aldı. Artık uyuması mümkün değildi, aşağı inmek ve mutfağa gidip bir bardak su içmek istedi. Merdivenlerden hızlı hızlı indi. Kalbi hala şiddetle atıyordu. Mutfağa doğru gittiğinde büyükannesinin odasından inleme sesini duydu. Büyükannesinin odasının kapısı ise aralıktı. Onu öyle görmeye dayanamasa da belki de bir şey istiyordur diye düşünüp odanın aralık kapısını daha da açtı ve büyükannesini görmek için içeri girdi. Gittiğinde karanlık odada büyükannesini yatağında göremedi. Neredeyse yatağa bağlı derecede hasta olan bu kadını yatağından farklı bir yerde görmek çok alışılageldik bir durum değildi son zamanlarda. Yatağın yanındaki komodinin üstünde yarısı dolu su bardağı ve birkaç paket ilacı gördü. Dağınık yatağa baktı ve banyoya doğru gidip onu kontrol etmek istedi. Fakat tekerlekli sandalye de odanın bir ucundaydı. Arkasını dönüp odadan çıkmak istedi fakat odanın kapısının önünde anneannesini ayakta dikilirken gördü. Şok olmuş bir şekilde ona baktı.

“Büyükanne, sen… Nasıl?” diye sordu.

Büyükannesini ayakta görmeyeli iki yıl kadar olmuştu belki de. Bir an acaba rol mü yapıyordu diye sorguladı ve aynı anda bu düşüncesi yüzünden kendisinden nefret etti. Büyükannesi dünyadaki en tatlı insanlardandı, böyle bir şey yapmazdı. İyileşmiş olabilir miydi peki?

Ona doğru bir adım attı, büyükannesi yerinden hiç kıpırdamadı. Sonra bir adım ve bir adım daha. Büyükannesi hala donmuş gibi genç kıza bakıyordu. Hiç hareket etmiyordu yaşlı kadın. Yaşlı kadına bir adım daha yaklaştı ve kendisine artık çok da yabancı olmayan o cümleyi bu sefer de büyükannesinden duydu.

“Beni özgür bırak!”

Bu cümleyi büyükannesinin ağzından duyacağına kendisi de pek ihtimal vermezdi açıkçası, fakat duymuştu işte.

“Büyükanne, sen nasıl… Ne?”

Bu sefer kendi cümlelerini duyabiliyordu. Büyükannesi torununa bakmaya devam ederek aynı cümleyi tekrar kurdu. Genç kız, büyükannesine doğru yürüdü ve yaşlı kadının koluna dokundu, az önceki hissin aynısını hissetti. Sanki boşluğa dokunuyor gibiydi yine. Kafasını kaldırıp yaşlı kadının yüzüne baktığında büyükannesi çoktan gitmişti. Arkasını döndüğünde ise kadını yatağında mışıl mışıl uyurken buldu. Korkudan artık kan ter içinde kalmış bir şekilde annesinin yanına koştu. Annesi mutfaktaydı galiba, mutfağın lambaları yanıyordu. Telaşla içeri girdiğinde ise mutfakta kimse yoktu. Büyük bir hayal kırıklığı ile annesinin odasına gitmek için yol aldı. Annesinin odasına girdiğinde annesini de odasında bulamayacağını düşündü, düşündüğü gibi olmadı. Annesi odasında huzurla uyuyordu. Onu uyandırmak istedi ama sonra vazgeçti, sabaha zaten her şeyi anlatırdı. Şimdi odasına çıkıp pencereden dışarıyı izlemek en mantıklısıydı onun için. Zaten daha fazla yaptığı bir şey yoktu bu evde. Sadece sabah olmasını istiyordu çünkü kâbusları kendisini rahat bırakmıyordu. Odasına çıkmak için yol aldığında ilk akşamdaki tıkırtıları tekrar ve tekrar duydu. Bu sefer aldırış etmedi çünkü bu gece gördüğü kabusların yanında bu en az ürkütücü olanıydı. Odasına çıkmaya devam etti ve kapıyı açtığında nihayet odası huzurlu bir ortam gibi görünüyordu, normalde olduğu gibiydi her şey. Sanki az önce kâbusları gördüğü oda burası değildi genç kızın. Bu kasvetli evin belki de en huzurlu odasıydı zira bura, bu orijinalliğini de şimdi korumaya başlamıştı bir kez daha. Yatağına doğru ilerlemek istese de uyuyamayacağı çok belliydi, bunun yerine pencerenin yanındaki tekli koltuğa oturdu ve dışarıyı izledi. Yağan yağmuru izledi, rüzgârın ürkütücü sesini dinledi. Huzur bulmaya başlamıştı bile. Oturduğu yerde gözleri kapanıyordu. Dışarıdaki atmosfer ile mest olmuştu ama uyumamalıydı, uyursa yine kâbus görecekti ve rahatsız olacaktı. Uyumamalıydı, uyuyamazdı. Gözlerinden uyku akmasına rağmen direnmek zorundaydı. Bir kez daha benzer bir şey yaşamak istemiyordu.

Gözleri yarı baygın halde uykuya direnirken fısıltılar duymaya başladı. Oturduğu yerden doğrulup kapıya doğru baktığında biri büyük biri küçük iki insan silueti gördü. “Yine başlıyoruz!” diye düşünmeye başladı, koltuktan kalkıp siluetlere doğru cesurca yürüdü. Bu geceki gördüğü kabuslar onu artık cesaretlendirmişti. Siluetlere yaklaştıkça onların kim olduğunu seçmeye başladı. İkinci kabusundaki ağlayan küçük kız ve kendi büyükannesiydi bunlar! İkisi de yan yana duruyordu ve ikisinin de yüzleri genç kıza kenetlenmişti. Genç kız bir adım daha attı onlara ve şimşeklerin aydınlattığı odada artık onların yüzünü net bir şekilde görmeye başlamıştı. Yine ikisi de ayakta durmuş ve heykel gibi duruyorlardı. En ufak bir kıpırdama yok, yüzleri genç kıza kilitlenmiş vaziyette duruyorlardı. Bir hamleyle onları dürtmek istedi ama havayı ellemekten farkı olmayacağını artık biliyordu bu eyleminin. Yine de vazgeçmedi bu durumdan ve gidip onlara dokunmak istedi, dokundu da. Bu sefer yanıldı. Büyükannesinin omzuna dokunduğunda o dokunuşu hissetti. Tam o an kolunda bir ağırlık fark etti. Büyükannesi torununun kolunu var gücüyle sıktı ve yaşlı kadının ağzından kızın artık duymaktan bıktığı o cümle tekrar çıktı:

“Beni özgür bırak!”

Büyükannesinin yüzüne korkuyla baktı. Torununa bakmaya devam ediyordu yaşlı kadın. Yüzünde en ufak bir duygu değişimi yoktu ama kendi torununun kolunu acıtıyordu bu kavrayışıyla. Kadın tekrar ve tekrar aynı cümleyi kurdu. Genç kız bakışlarını küçük kıza çevirdi. Boştaki eliyle ona dokunmayı denedi. Dokundu, aynı büyükannesindeki gibi onda da bu sefer boşluk hissetmedi. Gayet bir küçük çocuk omzuydu dokunduğu. Bu sefer sol kolunda farklı bir kavrayış hissetti. Küçük kız kendi cüssesinden beklenmeyen bir performansla aynı kızın büyükannesinin yaptığı gibi genç kızın kolunu sıkıyordu. Bu üç farklı yaştaki insan birbirine kenetlenmiş gibiydi. Genç kız ne kollarını onların ellerinden kurtarabildi ne de onların omzuna dokunduğu ellerini onlardan çekebildi. Bu sefer o cümleyi küçük kız kurdu:

“Beni özgür bırak!”

Büyükannesi aynı cümleyi kurdu. Sonra küçük kız. Sonra büyükannesi ve sonra küçük kız…

Bir büyükannesine bir küçük kıza bakıp durdu. İkisinin sesleri birbirine karıştı, uğultu aldı başını gitti. Oda yine kendi etrafında dönmeye başladı. Bu sefer bu üç farklı yaş grubundaki insan birlikte döndü bu odanın içinde, sanki bir ayin yapıyor gibiydiler. Ortamın kaosu midesini bulandırdı genç kızın. Artık bu kâbusun bitmesini istedi, bitmeye yaklaştı gibi oldu ama bitmedi. Çok daha şiddetli oldu her şey. Bu sefer cümle değişmişti:

“Bizi özgür bırak!”

Küçük kız ve kendi büyükannesi aynı anda bu cümleyi kurmaya başladılar.

“Bizi özgür bırak!”

Artık biz olmuştu bu ikili. “Nasıl?” diye seslendi genç kız var gücüyle onlara. “Nasıl, nasıl?”

Defalarca söyledi ama kendi sesini kendisi bile duymadı. Uğultu içinde yok olup gitti kendi sesi. Kısa bir zaman sonra her şey bir anda durdu. Artık dönmüyordu genç kız, dönmüyorlardı birlikte. Kafasını kaldırıp tekrar ikiliye baktı. Durmuştu, hepsi sabit duruyordu önceki olduğu gibi odanın içinde.

Bu sefer yalvaran bir ses duydu ikisinden de aynı anda:

“Bizi özgür bırak!”

“Nasıl?” diye haykırdı genç kız tekrar.

Aynı anda ikisi de genç kızın kollarını bıraktı. Bunu fark eder etmez, vücudunun kontrolü kendine geri gelmiş gibi onların omuzlarındaki elini geri çekti genç kız.

Şimdi ayakta duran büyükannesi ve küçük kız senkronize bir şekilde aynı yönü gösterdi ellerini uzatarak.

Pencereyi.

Onların gösterdiği yöne dönüp baktı ve ilk olarak anlam veremedi bu duruma. Arkasını döndüğünde bir şey göreceğini şaşırdı. Fakat gösterdiği yönde pencereden başka bir şey yoktu bu ikilinin. Anlam veremeyen bakışlarla onlara baktı. Tekrar arkasını dönüp pencereye baktı. Pencereyi açması mı gerekiyordu? Aklına başka bir şey gelmedi o an. Aklına ilk gelen şey buydu, pencereyi açıp ne yapacaktı ki ama? Odaya temiz hava mı girecekti, pencereden uçup gidecekler miydi? Oda yağmur suları ile mi dolacaktı, dışarıdaki fırtına her şeyi uçuracak mıydı? Ne istiyorlardı? O an bu durumdan kurtulmayı ve başka da bir şey istemediğini anladı ve aceleyle pencereye koştu, aklına ilk gelen şeyi yaptı. Gidip pencereyi açtı. Pencereyi açmasıyla dışarıda kopan fırtına içeriye daldı, yağmurun damlaları da yüzüne aynı anda dokunuşlar sergilemeye başladı. Pencerenin perdeleri uçuşuyordu. Arkasını dönüp onlara baktığında dışarıda inanılmaz şiddetli bir şekilde gök gürledi ve şimşek çaktı. Yerinden sıçradı ve onlara baktı. Az önce put gibi duran bu ikili yavaş adımlarla pencereye doğru yürüdü. Bu sefer normal bir yürüyüşle geldiler. Büyükannesi sağlığındaki gibiydi, küçük kız ise yaşına uygun davranıyordu. İkilinin üstlerine geldiğini görünce geriye çekilip onlara pencereye bakmaları için fırsat verdi. Pencerenin önüne geldiklerinde bu yaşlı kadın ve kız çocuğu birbirlerine gülümser gibi baktılar ve el ele tutuştular. Bu duruma anlam veremeyen genç kız, kaşlarını çattı ve onlara baktı. Derken anında bu iki kişi bir top kıyafet gibi camdan aşağı atladı.

Hayır, diye çığlık attı arkalarından genç kız. Olayı anlamamıştı. İntihar mı etmişlerdi, o pencereden anında nasıl atlamışlardı? Pencere genişti ama oradan atlamak için önce tırmanmaları gerekirdi. Sadece balkondan düşen birer kıyafet gibi bir saniyeliğine uçup gitmişlerdi pencereden. Telaşla arkalarından pencereden doğru eğildi ve aşağı bakmaya çalıştı. Pencere öyle bir yüksekteydi ki kendisinin eğilip aşağı bakması bile bir işti ama bu ikisi nasıl atlayabilmişti buradan? Artık bu kabustan uyanmak istemişti, gördüklerinin en kötüsü şüphesiz ki buydu. Cesaretini toplayıp pencereden aşağı baktığında hava aydınlanmaya başlamıştı bile. Bu kadar zaman geçmiş miydi? Kolundaki saate baktı, sabahtın yedisiydi. Eğilip aşağı baktığında büyükannesini beyazlar içinde evin kapısının önünde yatarken buldu. Ağzı üstü yatan bu kadın, az önce intihar etmişti ama huzurla yatıyordu evinin önünde.

Hayır, hayır, diye ağlamaklı bir sesle odasından bir çırpıda koştu ve annesini uyandırmak üzere onun odasına koştu genç kız. Annesini uyandırdı ve olanları anlatmaya fırsat bulamadı. Sadece “Büyükannem öldü!” diyebildi ve hıçkırıkları sesini daha fazla çıkaramadı.

Annesi telaşla yatağından kalktı ve kızı onu büyük evin kapısının önüne getirdi. Zavallı kadın annesini yüz üstü düşmüş bir şekilde buldu ve ağlayarak onun önünde durdu, onu yattığı yerden çevirdi ve kucağına aldı. Yüreği yerinden çıkarcasına ağladı, onun ağlamasına genç kız da eşlik etti; evdeki feryat figana uyanan hizmetçiler de koşarak olay yerine geldi ve hepsi beraber ağlamaya başladı. Yaşlı kadın ölmüştü, intihar etmişti. Neredeyse desteksiz yürüyemeyen, gittikçe yatağa mahkûm olan bu kadın camdan atlamıştı ve hayatını sonlandırmıştı. Yanında küçük bir kızla hem de. Sahi, o neredeydi? Büyükannesi buradaydı ama küçük kız yoktu. Yoksa o ölmemiş, kaçıp gitmiş miydi? Çevresine bakındı, yerinden doğruldu. Herkes telaş içindeydi. Oradan oraya koşturuyordu hizmetçiler, annesi ise cesedin başından ayrılmıyordu. Yerinden doğrulup evin kapısının ormana bakan tarafına doğru yöneldi. Annesi, ağlamaktan kızının yanından kalkıp gittiğini bile fark etmedi. Genç kız ormana doğru yöneldi, sanki birileri onu oraya çağırıyor gibiydi. Hislerinde bir kez daha yanılmadığını anladı. Ormana doğru yönelen iki kişi gördü. Büyükannesi ve yanındaki o küçük kız, onları gece boyunca hiç görmediği kadar canlı ve diriydi. El ele tutuşup bir yola doğru yürüyorlardı. Bu yol patikaydı diye biliyordu, küçükken birkaç kere gitmişlerdi babasıyla. Babası daha yanlarındaydı ve mutlu zamanlar geçiriyorlardı. Bir anlığına o hatıralarını düşündü ve gözlerindeki yaşları akmaya devam etti. İkisi de arkalarından genç kızın geldiğini fark etmiş olacak, arkalarını döndü ve genç kıza içtenlikle gülümsedi. Ellerini genç kıza doğru sallayarak ona veda ettiler. Kendisine el sallandığı gördü genç kız ve ağlarken acı acı gülümsedi; sağ elini kaldırıp onları uğurlar gibi karşılık verdi. Şimdi anlamıştı, onlar birlikteydi ve bunlar onların ruhlarıydı. Kendisine veda eden bu iki ruhu uğurlamak da ona düşmüştü. Onları özgür bırakmak da. Kafasının içinde ikisinin de sesini sırasıyla duydu. Önce küçük kızın sonra da büyükannesinin. İkisi de ona teşekkür etti ve anında gözden kayboldular.

* * *

Cenazenin üstünden iki hafta geçmişti. Genç kız ve annesi burada yapacak bir şey kalmadığı için artık evlerine dönmek üzere toparlanıyorlardı. Annesi de kendisi de bu evde yaşayamazdı. Hem onların zaten kurulu bir düzenleri vardı şehirde. Kendilerine ait evleri, gittiği bir okulu vardı. Evin finansal durumuyla sonra ilgilenecekti annesi, o ise buraya getirdiği eşyaları toparlarken büyükannesinden kalma bir kutuyu da çantasına attı. Onu hep bir şeylerle hatırlamak istedi. Hatıralara aşırı önem verirdi zaten, bir gün yaşanan her şeyin hatıra olarak anılacağını bilecek yaştaydı. Kutuyu çantasına koyarken bir mektup kıvrıldı ve yere düştü. Düşen bu mektubu ilk kez gördü. Kutuya geri koymak istedi, belki de büyükannesinin büyükbabasına yazdığı aşk mektuplarındandı. Önceleri bundan bahsederdi büyükannesi, geçmiş zaman aşklarını düşünüp imrendi. Büyükannesinin bu mektuplardan bahsettiği birçok anısı vardı, hepsi gözlerinin önünden film şeridi gibi geçip gitti birkaç saniye içinde. Anlattığı çoğu şeyi hatırlıyordu yaşlı kadının. Bunları bir gün unutabilir korkusuyla huzursuz oldu. Sonra tekrar o güzel aşk hatıralarını düşündü. Kendisi de böyle bir şey yaşar mıydı, sanmıyordu. Aklından bir an için geçti ama. Mektubu alıp kutuya koyarken üstünde kocaman el yazısıyla “Sevgili torunuma” yazısını gördü. Kendisinden başka torunu yoktu büyükannesinin. Tek çocuğu vardı yaşlı kadının ve o da kendi annesiydi. O yüzden bu mektubun kendisine yazıldığı kesindi. Kaşlarını çattı ve tereddüt etmeden mektubu bir çırpıda açtı ve okumaya başladı.

Sevgili torunum,

Şu an bu satırları okuyorsan demek ki ben öteki tarafı çoktan boyladım. Senin büyümene en çok tanık edenlerden biriyim ve ilk ve tek torunum olduğun için benim can parçamsın. Büyürken ne kadar da teyzene benziyorsun diye düşünüyordum ama bunu annene söyleyemiyordum. Çünkü benim içimde olduğu kadar onun içinde de bir yara bu. Küçük yaşta hayattaki en büyük dostunu, beraber büyüdüğü kız kardeşini kaybetmek çok büyük bir durum. Onu bir yerden sonra hepimiz unutmak istedik. Unutmak istemek ne kadar acı değil mi? İnsan kendi öz kızını, kendi kız kardeşini nasıl unutur? Zaten unutamazdık ki, o aramızdan ayrıldığından beri hep bu evdeydi. Evin deli dolu küçük kızıydı.

Bir gün kasabada bir ilk bahar partisi verileceği söyledi. Hep annen ve teyzenin arkadaşlarının olduğu zararsız bir parti. Parti akşam olduğu için ben de büyükbaban da razı olmadık. O sıralar buralar bu kadar tekinsiz değildi ama yine de akşam olduğu için güvenemedik. Çevreden duyduğumuz garip durumlar bizleri de birer ebeveyn olarak kızlarımızı korumaya itiyordu, tahmin edebilirsin ki. Bizim tutucu anne babalar olduğumuzu söyleyip dururdu bu yüzden teyzen. O gün çok gitmek istedi o partiye. Annen de artık yatılı lise yüzünden bizimle yaşamadığı için oldukça sıkılıyordu teyzen. Yaşından üç yaş kadar daha küçük görünüyordu. Bu yüzden on dört yaşındayken bile on yaşında gibi zannediliyordu ve diğer çocuklar da buna göre davranıyordu kendisine. Hali hazırda birkaç arkadaşı kalınca da hep sıkılıyor ve bu tarz eğlencelerde daha fazla arkadaş bulacağını umuyordu. Çok ısrar etti, biz ise ısrarla reddettik bu isteğini. Bizden izin alamayınca evde kıyamet kopardı. Sözümüzü dinlemedi ve ilk defa sözümüzden çıktı o gece.

“Beni özgür bırakın” diye bağırdı bana ve babasına. Kapıyı çekip gitti, bu onu son görmemiz oldu.

Onun arkasından gittik ama onu bulamadık. Kasabanın her yerini aradık, polisler devreye girdi, kasabadaki herkes seferber oldu. Arkadaşlarına sorduk, o gün o partiye hiç gelmediğini söylediler. Çocukların hepsine güvenemedim ama benim de tanıdığım birkaç güvenilir arkadaşları da aynı şeyi söyleyince durumu anladım. Günler, aylar, yıllar; hiçbir şey teyzeni bize geri getiremedi.

Ama o hep bizleydi, onu her gün evin içinde gezinirken duyuyordum, ona dokunuyordum ama hissedemiyordum. Hep yanımızdaydı, babası da onu sayıkladı; ben de. Büyükbaban vefat ettiğinde bile onu yanımızda hissettik. Büyükbabanın son günlerinde onun adını sayıkladığını kendi kulaklarımla duydum. Yanımızdaymış gibi gülümsüyordu, gerçekten de öyleydi. Onu görüyor ve hissediyorduk fakat bunların hepsinin de rüya olmadığını düşünüyordum. Teyzenden sonra hiçbirimiz eskisi gibi olmadık. Onu hayal etmenin, acısını yaşamanın verdiği ruh hali psikolojilerimizi çok harap etti ve ilaç kullandığım için içimdeki özlem ile halüsinasyon gördüğümü söyleyip durdu herkes. Fakat onu her gördüğümde bir cümle duyuyordum ağzından. Aklımdan o son cümlesi asla silinmiyordu.

“Beni özgür bırak!”

Kızımızın ölü bedenini asla bulamamış olmak içimizi en çok yaralayan şey oldu. Ondan şu ana kadar bahsetmemiş olmak bizim için ölümcül bir yaraydı, çünkü ondan ne zaman bahsetsek onu evin içinde dolaşırken görüyorduk. Aynı cümleyi söyleyip duruyordu, annen de bunu rüyasında görüyordu. Özgür olamamıştı güzel kızım. Bir süre sonra ondan bahsetmeyi bıraktığımda onu görmemeye başladım, aynısını annen de yaşadığı için ondan bahsetmeme kararı aldık. Bu yüzden bir teyzen olduğunu bile şimdi öğreniyorsun. Bize kızma, böyle yapmak zorundaydık. Onu huzurla bırakmanın tek şartı onu dile getirmemekti. Biz de böyle yaptık. Onun kaybolduğu günde, bizim için ölüm günü o gündü, bile onu anamamaya başlamıştık. Birkaç kere döktüğüm göz yaşları yüzünden onu yine ve yeniden görmeye başlamıştım çünkü. Annen de evlenene kadar sık sık buraya gelip gidiyordu ve her geldiğinde teyzeni görüyordu çünkü. O da bahsetmeyi bıraktığında görmemeye başladığını söylemişti. Bu artık aramızda bir sır gibi kaldı, utanç verici bir şekilde. Böyle bir şeyden hiç bahsetmediğimiz için bize kızgınsındır eminim ama yapmak zorundaydık. Kalbimiz kan ağlarken unutmak bizim için de en büyük cezaydı onu.

Ama artık anlıyorum, onu özgür bırakmak benim elimdeydi, benim özgür olmam da senin elinde güzel torunum. Eğer bu mektubu okuyorsan zaten beni, bizi özgür kılmışsın ve nihayet bu acılarımı bir kenara bıraktım demektir. Bu zavallı yaşlı büyükanneni bu halde görüp üzüldüğünü biliyorum, seninle küçükken bahçemizde koşturan bu büyükanneni acılar içinde yataktan zor kalkan bir kadın olarak görmek seni de üzüyor, hissediyorum. Sana ve annene de yük olduğumu biliyorum. Beni affedin. Fakat ruhsal acımın yanında bu fiziksel acım nedir ki?

Fakat sana minnettarım artık canım torunum. Bütün acılarıma son verip beni ve teyzeni özgür bıraktın. Biz artık el eleyiz ve özgürüz, hiç ayrılmayacağız. Anne ve kız. Tıpkı sizin gibi. Babanın sizi bırakıp gitmesinden sonra sen ve annenin güçlü bir şekilde durduğu gibi biz de öyleyiz artık. Canım kızım ve ben eminim ki sizleri gök yüzünden izleyip küçük ailemizin güçlü kadınları olarak sen ve annen ile gurur duymaya devam edeceğiz. Artık kızımın yanındayım. Acılarımın nihayet son bulmuş olacağından eminim.

Bizi özgür bıraktın güzel torunum. Artık özgürüz. Ben de özgürüm, küçük teyzen de.

Artık sıra sende, bize özgürlüğümüzü geri veren sen, hayatını o kadar özgür yaşa ki; her şeyin tadını çıkar. Yaşlarını istediğin gibi yaşa, kendini de özgür bırak. Bunu hak ediyorsun, yaşadığımız bu kadar acıdan sonra sen ve annen bunu hak ediyorsunuz. Gözlerim arkada kalmadan gidiyorum çünkü bu iki güçlü kadının dünya denen bu garip yerin hakkından geleceğini çok iyi biliyorum. Bizim için yaşamaya ve yaşatmaya devam edin güzel torunum.

Seni çok seven.

Büyükannen

Mektubu gözyaşları eşliğinde okuyarak alıp öptü ve kalbime yasladı genç kız. Gözyaşları da tıpkı onlar gibi özgürdü artık. Varlığından az önce haberdar olduğu teyzesi demek ki o kabuslarında gördüğü küçük kızdı. Büyükannesiyle el ele tutuşup pencereden atlayan küçük kız kendi teyzesiydi demek ki. Bunu şu an öğrenmekten dolayı oldukça şaşkın ve üzgündü ama mektubu da elimden bırakamadı. Defalarca ve defalarca okudu. Bir süre sonra yerinden kalktı ve pencereden umutla baktı, hava güneşliydi ve yaz kendini iyiden iyiye belli ettirmeye başlamıştı artık. Annesini ve teyzesini düşündü, bu kasvetli evin geniş bahçesinde ne güzel oynamışlardır diye içinden geçirdi. Kendisinin de bu bahçede küçükken çok fazla oynadığını düşündü fakat kardeşi yoktu onun. Annesinin vardı kardeşi, en azından belirli bir yaşa kadar. Ona bir anlığına imrendi fakat varlığından az önce haberinin olduğu teyzesinin sonu bile kendisine bu kadar ağır gelirken kim bilir annesine neler yaşatmıştı.

Annesine elbette ki bunu soracaktı, daha bir sürü şeyi merak ediyordu ama artık korkacak bir şey yoktu. İkisi de özgürdü, onları sadece güzel şeylerle anacaklardı artık. Toparlandı ve dışarı çıktı, arabaya eşyalarını yüklerlerken derin bir nefes aldı ve yazın enerjisini içine çekti. Dönüp eve tekrar baktığında anılarını düşündü, dışarıda hala onları bekleyen bir sürü şey vardı. Burası özgür ruhların malikânesiydi belki de. Artık o da annesi de birer özgür ruhtu ve bu kadar şeyden sonra da bu ruhlarını kaybetmeye hiç de niyetleri yoktu.