Tuğçe, müdürün karşısındaki koltukta olabildiğince rahatlığıyla yayılmıştı. Müdürün orada olmamasının verdiği rahatlık değildi bu. O burada olsa bile yine aynı derecede rahat olurdu. Ahşap masa ve dolaplar, deri koltuklar müdür hakkında şimdiden bir fikir edinmesini sağlamıştı. Adam her kimse 22. Yüzyılın fütüristtik havasından hoşlanmıyordu, nostaljik şeyleri seviyordu. Büyük olasılıkla 50 yaşından büyüktü ya da o yaşa yaklaşmıştı.
Severdi böyle adamları. Çünkü bu tipler, genellikle her şeyi elle yapmayı seven, teknolojiyi en düşük düzeyde kullanan ihtiyarlar olurdu. İşi anlayışları Tuğçe’ninkiyle örtüşürdü. Birkaç dakika sonra müdür kapıdan girdiği an bu tespitlerinde ne kadar haklı olduğunu anladı. Duruşunu değiştirmedi. Böyle yapması tavsiye edilmişti, onun da işine geliyordu.
Müdür bu davranış karşısında muzip bir gülümsemeyle yetindi. Yerine kuruldu. Adı Hasan’dı. 48 yaşındaydı. Dökülmemiş az miktardaki saçı, gömleğinin içine zor sığan göbeği, kalın çerçeveli yuvarlak gözlükleriyle vergi dairesinin veznesinde gördüğünüz tahsilat memurlarından ayırt edemezdiniz. Babacan tavırları da bu görünümü tamamlıyordu. Bir kez daha gülümsedi ve Tuğçe’ye “hoş geldiniz” dedi.Tuğçe de zoraki gülümseyerek “hoş bulduk” diye karşılık verdi. Hasan, durumu anlamıştı. Tuğçe o kadar da konuşmaktan hoşlanan biri gibi görünmüyordu. Doğrudan konuya girmek en iyisiydi.
“Referans mektubunuzu aldım. Jimmy sizden övgüyle bahsetmiş. Ki aslında buna gerek yoktu. Özgeçmişiniz ve katıldığınız araştırmalar muazzam. Batı ABD şubesinde bu kadar başarılı bir şekilde işinize devam etmekteyken neden Türkiye şubesine transfer olmak istediğinizi sorabilir miyim?”
“Oradan sıkılmıştım. Üstelik keşfedecek fazla bir şey kalmamıştı. Başka bir şubeye transfer olmak istiyordum, tabii ki dilini bildiğim bir ülke olacaktı. Üstelik burası benim evim, ülkemi özledim.”
“Bence bu mantıklı bir cevap. Fakat ortada bir sorun var: Türkçe bilmeniz yeterli değil. Önemli olan geçmiş zamanların Türkçesini bilmeniz. 22. Yüzyıl Türkçesi işinize yaramaz. Bunun yanı sıra duruma göre bu bölgedeki diğer yerel dilleri ve Anadolu tarihindeki ölü dilleri de bilmeniz gerekebilir. Fakat siz antik Kızılderili dilleri biliyorsunuz.”
“20. Ve 21. Yüzyıl Türkçelerini çok iyi biliyorum. Daha öncesi üstüne de çalışıyorum. Ondan öncesine ise ihtiyacımız olacağını sanmıyorum. Referans mektubunda bundan size bahsedilmişti sanırım.”
“Evet. Jimmy bahsetmişti. Özellikle son 200, belki de 300 yılın araştırılmasında yeteneklerinize ihtiyacımız olacak. Fakat bu yerin ve dönemin kültürü, tarihi vs. hakkında da bilgi sahibi olmak gerekir. Gönderileceğiniz yerde yamyamlarının eline düşmenizi istemeyiz.”
“Bildiğim kadarıyla Anadolu tarihinde yamyamlık diye bir şey yok.”
Hasan güldü. “Bu sadece bir örnekti. Biliyor olmalısınız birkaç yıl önce başka bir şubede böyle bir olay yaşanmıştı.”
“Evet, biliyorum.”
“Peki, işe alındınız. Yarın sabah dokuzda burada olun. Diğer şubedekiyle aynı maaşı alacaksınız.”
“Bu kadar mı?”
“Evet. Bilirsiniz, burası Türkiye. Burada iş görüşmeleri sadece formalitedir. Böyle niteliklere sahipseniz, ama daha önemlisi güçlü referanslarınız varsa işi alırsınız.”
İşte bu da Tuğçe’yi güldüren şeydi. Türkiye hala bıraktığı gibiydi. Hasan’ın elini sıktı ve kapıdan çıktı.
* * *
Tuğçe’nin ve içinde bulunduğu kurumun ne iş yaptığından söz edelim. Bu uluslararası bir kurumdu ve çalışanları arasında kısaca Kurum olarak bilinirdi. Amacı, bütün tarihi yerinde gözleyerek kayıt altına almaktı. 2075 yılında Dördüncü Dünya Savaşının son günlerindeki bir nükleer silah deneyi sırasında ortaya çıkan fiziksel bir anormalliğin sayesinde zamanda yolculuğun keşfedilmesiyle beraber zaman makinesinin icadı mümkün olmuştu. Savaştan sonra 3. Birleşmiş Milletlere bağlı olarak bu işi yönetmesi için Kurum kurulmuştu. Fakat o kadar da bağımlı değildi. Asında özerk bir yapısı vardı. Başkanını kendisi seçmekteydi. Başkanın yanı sıra 12 kişilik bir bilim kurulu tarafından yönetilirdi.
Kurumun tüm dünyada 270 adet şubesi vardı. Bunun yanı sıra Ay’daki şubenin açılış hazırlıkları sürmekteydi. Mars’a da bir şube açılması planlanıyordu. Çok fazla şube vardı, çünkü zaman makinesi birini ya da bir şeyi sadece bulunduğu yer üzerinden zamanda geriye gönderebiliyordu. Mekânda seyahat etmek imkânsızdı.
Kurumun binlerce çalışanı vardı ama en önemlisi gözlemcilerdi. Bu insanlar, riski göze alıp geçmişe seyahat eden insanlardı. Tarihin belirli bir dönemine giderler, varlıklarını hissettirmeden her şeyi gözlemlerler, resimler ve videolar çekerlerdi. Bazen, tarihin akışını değiştirmemek şartıyla eşyalar da getirebilirlerdi.
Bu çok riskli bir işti. Kişiler açısından en büyük riski, orada yaşanacak bin bir çeşit olay nedeniyle geri dönememekti ve belki de ölmekti. Bu nedenle gidecekleri dönem hakkında mümkün olduğunca bilgi sahibi olurlar ve o zamanın dilini öğrenirler. Elbette hiçbir önlem başarılı ve güvenli bir araştırma için yeterli değildi. Kurum açısındansa en büyük risk zamanın akışını bozmak, tarihinin yönünü değiştirmek ve paradokslara neden olmaktı.
Tuğçe de bir gözlemciydi. Hasan ise eski bir gözlemciydi, şimdi Türkiye şubesinin müdürü olmuştu. İkisi de defalarca geçmişe yolculuk etmişti.
* * *
Ertesi gün sabah saat dokuzda Tuğçe orada olmuştu. Ne erken ne de geç. Onu Fatma karşılamıştı. Olabildiğince esmer biriydi ve ne giyerse giysin, hangi ortama girerse girsin saçlarını atkuyruğu yapardı. Daha yirmi iki yaşındaydı. Bir insanın hayatında görüp görebileceği en neşeli kişiydi. Cana yakınlığıyla Tuğçe’nin kısa sürede sevgisini kazanmıştı ki bu pek çok insan için imkânsız denilecek kadar zor bir şeydi. Fatma, ona etrafı gezdirmiş, neyin ne olduğunu kısaca anlatmış ve onu ekiple tanıştırmıştı. Kurumun her bir şubesi aynı zamanda bir çeşit müzedir. Dolayısıyla Tuğçe de duvarlardaki tablolarla, etraftaki heykellerle ve geçmişten getirilmiş her şeyle ilgilenmişti. Bunun farkına varan Fatma, bir süre onu biraz gezmesi için yalnız bırakmıştı.
Saksılarda Osmanlı laleleri vardı. Duvarlarda, ilk çağdan son yüzyıla kadar Anadolu’nun her yerinden çekilmiş fotoğraflar. Fotoğraf makinesinin icadından önce yaşamış düşünürlerin, bilim insanlarının, sanatçıların ve siyasetçilerin fark ettirmeden çekilmiş fotoğrafları. İstanbul’un her çağdaki fotoğrafları. Hatta pek çok Anadolu şehrinin ve antik şehirlerin yüzlerce yıl önceki halleri. Ana salonda bir zamanlar var olduğu bilinen ama 22. Yüzyıla ulaşamamış eserlerin kurtarılmış kopyaları.
Bir de sinema odası vardı. Türkiye tarihindeki ne kadar önemli olay, savaş, isyan varsa birinci elden videoları raflardaydı. Ziyarete gelen öğrenci gruplarına gösterim de yapılıyordu. En çok izlenenlerse 1915’teki Çanakkale Savaşı, 1453’teki İstanbul’un Fethi, MÖ 1184’teki Truva Savaşı ve 1909’daki ilk Galatasaray-Fenerbahçe maçıydı.
Tuğçe, öğlene doğru turunu tamamladıktan sonra asansöre binip giriş katından ayrıldı. Kurumun İstanbul’daki binası üç bölümden oluşuyordu. Zemindeki müze, üst katlardaki yönetim ve yer altındaki zamanda yolculuk araç-gereçleri ile depo.
Yukarıda, Fatma’yla buluştu. En üst kattaki toplantı odasında bekleniyordu. İçeriye geçtiğinde Fatma hariç üç kişi gördü. Biri Hasan’dı. Şubenin müdürü. Diğer ikisiyse Efe ve Metin’di. Hasan toplantıyı açtı.
“Haftalık değerlendirmemizi yapalım. Şu anda buraya bağlı 17 gözlemciden sadece dördü burada. Diğer on biri görevdeler.”
Fatma:
“Sinem ne zaman göreve gitti?”
“Üç gün oldu. Hüseyin’le birlikte Van’a gitti. Sen o sırada izinli olduğundan toplantıya gelemedin. Urartularla ilgili Van’daki şu son arkeolojik bulguları duymuşsundur. O nedenle MÖ 785 yılına gidip I. Argişti’nin Argiştihinili şehrini inşa ettirmesini izleyecekler.”
Metin araya girdi:
“Asıl konulara gelsek.”
Hasan:
“Katılıyorum. Öncelikle şunu söyleyeyim: Tuğçe’nin neden daha ilk günden toplantıda olduğunu merak ediyor olabilirsiniz. Hemen açıklayayım. Çünkü kendisi oldukça yetenekli ve tecrübeli. Kurumda yıllardır gözlemci olarak çalışıyor. Bu nedenle eğitimlerin ve alışma sürecinin gereksiz olduğunu düşünüyorum.”
Efe:
“Nihayet aramıza güzel bir kız katıldı.”
Fatma bağırdı:
“Efeeee!!!”
Efe kıkırdayarak cevap verdi. Tuğçe ise kızarmıştı. Hasan tekrar araya girdi:
“Lütfen ciddi olalım. Bugünkü konumuz çok ciddi.”
Metin:
“Sıfırıncı Gün Tarikatı’nın dünkü saldırısından mı bahsediyorsun?
Tuğçe:
“Evet, çok kötüymüş. Moskova’daki şube bayağı zarar görmüş. Son baktığımda ölü sayısı yüzü geçmişti.”
Efe:
“Konuşabiliyormuş!”
Metin:
“Efe biraz ciddi olur musun lütfen! Burada bir iş yapmaya çalışıyoruz. Hem bu masanın üstüne dökülmüş susamlar da ne öyle?”
Fatma:
“Sabah gelirken bir simitçinin önünden geçiyorduk, o kadar tazeydi ki kendimizi tutamadık.” Efe’yle birlikte sırıtmaya başladılar.
Metin:
“İyi de toplantı masasında neden kahvaltı yapıyorsunuz? Kaç defa uyaracağım sizi?”
Hasan:
“Keşke bana da alsaydınız çocuklar.”
Metin:
“Bari siz yapmayın Hasan Bey.”
Tuğçe kahkaha atmamak için olağanüstü bir uğraş veriyordu. Eğlenceli bir ekibin içine düştüğünü fark etmişti. Hasan toparladı kendisini.
“Evet, çok kötü bir saldırı bu. Sıfırıncı Gün Tarikatı’nın ne ilk ne de son saldırısı. Fakat iyi bir haberim de var. Saldırıyı yapan militan bir açık vermiş. Cesedinin cebinden bir iskambil kâğıdı çıkmış, kare ası.Kartın diğer yüzüyse Kare Ası adlı bir mekânın kartviziti.”
Fatma:
“Bu da ne demek oluyor?”
Metin:
“Tarikatı araştırabileceğimiz, bir şeyler öğrenebileceğimiz bir yer demek.”
Hasan:
“Evet, öyle. Kartın üstünde adres de yazıyor. İstiklal Caddesinin ara sokaklarından birinde küçük bir bar.”
Fatma:
“Polis gitmedi mi oraya?”
Hasan:
“Hayır. Bu sabah belediye ile görüştüm. Bu bar, 8 Mayıs 2070’te açılmış ve bir ay sonra kapanmış. Belli ki işler bayağı kötü gitmiş.”
Efe:
“Saldırıyı yapan geçmişten mi geldi yani?”
Metin:
“Bence kartı 40 yıldır saklıyordu ve o gün cebinde unuttu. Ya da babasından ona kaldı. Çünkü geleceğe seyahat edemezsin. Sadece geçmişe gidebilirsin.”
Tuğçe:
“Zaman makinesiyle olmasa da göreliliği kullanarak geleceğe gitmek mümkün. Birkaç sene önce böyle bir paradoksla karşılaşmıştım. Seattle’ın kuzeyinde 1725 yılından kalma bir Aztek anıtı gördüğümüzde şüphelenmiştik. Tabii arkasından Sıfırıncı Gün Tarikatı çıktı. Geçmişten Aztekleri getirip bunu yaptırmışlardı. Geleceğe seyahat etmek için bu yöntemi kullanmışlardı. Neden böyle bir işe giriştiklerini hiç öğrenemedik.”
Hasan:
“Her neyse.Mekân 2070 yılı İstanbul’unda var olmuş. Bilim kurulu doğal olarak Türkiye şubesini, yani bizi görevlendirdi. Efe ve Tuğçe, hazırlığınızı yapın, 2070’e gideceksiniz. O mekânda neler olduğunu uzaktan gözlemleyeceksiniz ama hiçbir şeye müdahale etmeden döneceksiniz. Üç gün sonra sizi oraya gönderiyoruz.”
* * *
Tuğçe’yle Efe, öğle yemeğinden sonra hazırlıklara başlamışlardı. Gözlemcilerin mesaileri ya zamanda yolculuk yapmakla ya yaptıkları araştırmaları düzenleyip yayına hazırlamakla ya da gidecekleri yolculuklar için hazırlıklar yapmakla geçiyordu. Tuğçe’ye ofisteki yeri gösterilmişti. Görünce de içi rahatlamıştı. Amerika’daki ofise kıyasla çok daha rahattı. Orada her şey yeterlilik üzerine kuruluydu, o nedenle yettiği sürece dar bir ofiste çalışılırdı. Buradaysa konfor her şeyden önemliydi, işin kendisinden bile! Bu nedenle çok geniş, ferah ve konforlu bir ofis kurulmuştu.
Efe’yle kaynaşma fırsatı da bulmuştu. Efe, yirmi beş yaşında, ortalama boyda sarışın bir adamdı. Neşeli bir insandı, hatta bazen kontrolden çıkıp sinir bozucu olabilecek kadar neşeliydi. Bekârdı ve ailesiyle yaşıyordu. Fatma’nın anlattığına bakılırsa elbise değiştirir gibi sevgili değiştiren bir tipti. Fatma, Tuğçe’yi uyarmak için bunu özellikle vurgulamıştı.
Birlikte 2070 yılının Türkiye’si hakkındaki bilgileri tazeleyip, o dönemin Beyoğlu’su hakkındaki sunumları incelemeye başlamışlardı. Mekânları, sokakları, insanların giyimini ve davranışlarını titizlikle çalışıyorlardı. 34 yıl aradan sonra Türkçe biraz değişmiş olsa da çok büyük çalışma gerektirecek değişiklikler değildi bu. Ertesi gün sadece o dönemin genel ifadelerini çalışmakla yetineceklerdi.
Akşam olduğunda herkes evine dönerken Fatma ve Efe, Tuğçe’ye bir bara gidip takılacaklarını söylediler ve onu da davet ettiler. Tuğçe bu fikre başta biraz soğuk baksa da ısrarlara fazla direnmedi. Kadıköy’ün ara sokaklarından birinde, diğerlerine kıyasla daha temiz ve düzgün bir bara gittiler. Tabii her zaman olduğu gibi mekân çok kalabalıktı. Oturacak bir yer bulmaları zor oldu. Birer bira ve atıştıracak bir şeyler söylediler. İçecekleri gelirken Fatma konuya daldı.
“Eee nasıl buldun bizim yeri?”
Tuğçe:
“Çok hoş, çok sevdim.”
“Daha da seveceksin.”
Efe:
“Asıl, buradaki görevleri seveceksin. ABD’yi bilmem ama buranın çok karmaşık bir geçmişi var. Birbirinden çok farklı uygarlıklar yaşadı ve çok ilginç milyonlarca olay oldu. Burada malzeme bitmiyor.”
Tuğçe:
“Orada da ilginç şeyler vardı.”
Fatma:
“Her neyse. Ben bir şeyi hala anlamadım. Zamanda neden sadece geçmişe gidebiliyoruz, neden geleceğe gidemiyoruz?”
Tuğçe:
“Çünkü geçmiş hakkında bir takım bilgiler var ve zaman makinesi buna dayanarak geçmişte var olmuş bir yeri tespit edip seni gönderebiliyor. Gelecek ise henüz var olmadı. Var olmayan bir yere gidemezsin.”
“Ama geçmişe gittiğimiz görevlerden dönerken bir bakıma geleceğe yolculuk etmiş oluyoruz. Bu nasıl oluyor?”
“Çünkü bilinmeyen bir geleceğe dönmüyorsun. Günümüze dönüyorsun. Neyin ne olduğunun zaman makinesi tarafından bilindiği bir yere. Geleceğe gitmek için tek yol görelilik.”
“Yani bir uzay gemisine atlayıp ışık hızına mümkün olduğunca yaklaşmak! Pek de kullanışlı bir yol değil.”
Tuğçe gülümseyerek cevap verdi.
“Ne yazık ki öyle.” O sırada garson biraları getirdi. Hepsi kocaman birer yudum aldılar. Fatma:
“Yarın neye çalışacaksınız?”
Efe:
“2070 yılının Türkçesine yüzeysel olarak çalışacağız. Daha sonra da şu Sıfırıncı Gün Tarikatı hakkındaki bilgilerimizi bir araya toplarız.”
Fatma:
“Bak o çok ilginç bir konu. Ben bu tarikatın amacını tam anlayamadım daha.”
Tuğçe:
“Hiç kimse anlayamadı ki. Bildiklerimiz çok sınırlı. Ne zaman kurulduğunu, zamanda nasıl yolculuk edebildiklerini, üyelerini ve amaçlarını bilmiyoruz.”
Efe:
“Aslında az bir şey biliyoruz. Zamana tapındıklarını ve zaman makinesinin ana sunucusunu tanrı kabul ettiklerini biliyoruz. Bu yüzden örgüt değil de tarikat deniliyor onlara. Daha doğrusu terörist saldırılardan sonra bıraktıkları propaganda videolarından bölük pörçük anladığımız bu.”
Fatma:
“İyi de tam olarak ne istiyorlar?”
Efe:
“İşte onu bilmiyoruz.”
Tuğçe’nin gözü o sırada duvardaki holo-ekrana takıldı. Bir son dakika haberi görülüyordu. Efe ve Fatma da o tarafa döndüler. Kuzey İtalya’daki bir arkeolojik kazıda MÖ 300 yılına ait olduğu söylenen bir sandık dolusu kalaşnikof bulunmuştu. İşte paradoks dedikleri buydu ve arkasında kimin olduğunu tahmin etmek zor değildi.Bu konuda hiç konuşmadılar. İçmeye devam ettiler.
* * *
Üç gün sonra hazırlıklar tamamlanmıştı. Tuğçe’yle Efe, İstiklal Caddesi’nin ara sokaklarındaki tarihi bir binanın çatı katında karantinadaydı. Tapu ve Kadastro Müdürlüğü’nün Hasan’a verdiği bilgiye göre 2070’te de burası boştu. Bu nedenle zaman yolculuğunu burada yapacaklardı. Tuğçe’yle Efe ise geçmişe bir salgın hastalığı beraberlerinde götürüp tarihin akışını değiştirmesinler diye sıkı sağlık kontrollerinden geçmişlerdi ve sonuçlar kesinleşene kadar karantina altındaydılar.
Akşama doğru sağlık raporu çıktıktan sonra “artık hazırız” diyebildiler. Hasan, depodan getirilen ortalama bir bavul boyutundaki elektronik kutuya giriş onay kartını taktı. Dönüş için gerekli olan kartlardan birer adet Efe ve Tuğçe’ye verdi. Bu kartlar, yukarıdan verilen yolculuk onayını barındırıyorlardı. Bu kartlar olmadan zaman makinesi merkezdeki sunucuyla bağlantı kuramaz ve yolculuk gerçekleşmezdi. Kutunun büyük bölümünü iseiçindeki mini plütonyum reaktörü dolduruyordu.
Kart takıldıktan sonra makine çalışmaya başladı. Karttan gidilecek zaman bilgileri yüklendi, ana sunucuya bağlandı ve onay alındı. Hasan hemen geri çekildi. Odanın içinde şeffaf bir küre belirdi. Kutunun hemen yakında duran Tuğçe ve Efe kürenin içinde kaldılar. Hasan “iyi yolculuklar” dedi ama karşılığında bir cevap alamadan küre, içindeki kutu ve iki insanla birlikte yok oldu.
* * *
Tuğçe, Efe ve kutu, kendilerini yeniden aynı yerde buldular. Mekân aynıydı, sadece biraz daha az tozluydu ve Hasan ile ekibin kalanı gözden kaybolmuştu. Kutunun yanındaki ekranda 9 Mayıs 2070 Saat: 18.58 yazıyordu. Gelmişlerdi. Oyalanmadan dışarı çıkmaya karar verdiler. Burasının güvenli olduğunu düşünüp kutuyu olduğu gibi bıraktılar.
Oyalanmadan Kare Ası’na gittiler. Gittikleri yer yürüyerek beş dakika uzaklıktaydı. Geldiklerinde bir ara sokakta, dışarıdan terk edilmiş gibi görünen bir bar buldular. Hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Efe kapının önünde durdu ve Tuğçe’ye baktı. “Eğer bana bir şey olursa arkana bakmadan kaç, çünkü ben aynısını yapmaktan çekinmem.” Tuğçe bu açık sözlülük karşısında gülümsemeden edemedi. “Tamam. Bu insanların ne kadar tehlikeli olduğunu biliyorum” dedi. Efe kapıyı tıklattı, kapının üstünde küçük bir bölme açıldı. Kapıyı çalan adamın damsız gelmediğini gören kişi hemen kapıyı açtı ve içeri buyur etti. Böyle bir mekân için beklenmeyecek bir koşuldu.
İçerisi oldukça ıssızdı ve biraz da karanlık. Kenarda köşede oturan birkaç adam vardı ve tabii ki yerini almış bir barmen. Belli belirsiz bir tonda Alternatif Rock çalıyordu. Barın temizlik standartlarının çok düşük olduğu da gözlerden kaçmıyordu. Efe Tuğçe’nin kulağına eğildi:
“Daha önce bu tarz bir göreve çıkmış mıydın?”
“Hayır. Sadece eski çağlara gidip araştırma yaptım.”
“Öyleyse dediklerimi yap.”
“Anlaştık. Ne yapıyoruz?”
“Bugün sadece burayı gözleyeceğiz, açık noktaları öğreneceğiz. Fırsat bulursak bugünden ajanlık yapabiliriz de. Gel.”
Bir köşedeki masaya oturdular. Gelen garsona iki bira söylediler. İçerideki düzeni, insanları ve olan olayları izlediler. Efe en çok mekânın yapısına dikkat etmişti. Tuğçe’ye barmenin arka tarafındaki merdiveni gösterdi. Belli ki yukarıda da bir şeyler vardı. Ne oluyorsa orada oluyordu. İkisi de buna hem fikirdi.
Efe, Tuğçe’ye “hiç araştırma için değil de eğlence için geçmişe gittiğin oldu mu? Ben bir kere böyle bir yere gelmiştim. 2015 yılıydı” dedi.
Tuğçe “gitmedim” derken Efe sözünü kesti. “Bana güvenebilirsin” dedi. Efe’nin böyle demesinin nedeni araştırma dışı amaçlarla geçmişe gitmenin yasak olmasıydı ama Kurum bazen çalışanlarına böyle ödüller verirdi. Geçmişte istediği bir yer ve zamana. Tabii ki çok gizli tutulurdu.
Tuğçe:
“Evet, gittim.”
“Nereye ve ne zamana?”
“Yıldız Savaşları’nın 1977’deki galasına… Carrie Fisher’ın tam arkasında oturuyordum.”
“Vay anasını…”
Tuğçe ayıplayan bir bakış attı Efe’ye. “Kaba konuşmalardan hoşlanmam.”
“Kasıntı bir tipsin yani!”
“Her ne dersen.” Efe, havanın daha fazla bozulmaması için konuyu kapattı.
“Bak, barmen bir anlığına yerinden ayrılırsa hemen o merdivene gidiyoruz.”
“Bu çok riskli değil mi?”
“Bak, ben yüz yıl öncesinin popüler kültürünü severim. O döneme ait dizileri izlerim. Ve o dizilerden birinde çok sevdiğim bir replik var.”
“Vay vay. Neymiş o?”
“Sonunu düşünen kahraman olamaz!”
O sırada Efe’nin beklediği şey oldu ama bu kadar çabuk beklemiyordu. Barmen lavaboya gidiyordu. Tuğçe’ye “şimdi” dedi. Koşar adım merdivene yöneldiler. Adımları üçer beşer çıktılar. Yukarıda bir kapı vardı, Efe dinleme cihazını kapının üstüne yerleştirdi. Tuğçe’ye arkasına göz kulak olmasını söyledi. Tuğçe:
“Gizlilik için koyulan bütün kuralları ihlal ettiğimizin farkında mısın? Umarım bir sorun yaşamayız.”
Efe aynı repliği tekrarladı:
“Sonunu düşünen kahraman olamaz.”
İçerdeki sesleri dinlemeye başladı. Gelen seslere bakılırsa çok önemli bir toplantı vardı. Bağırmalar duyuluyordu bazen.
Bir adam “plan artık hazır, daha fazla bekleyemeyiz” diyordu.
Bir kadın onu onaylıyordu. “Zaman makinesinin çağı başlıyor. Dünyayı değiştireceğiz.”
Başka bir adamın tedirgin sesi duyuldu. “Acele ediyoruz, sabırlı olmalıyız. Henüz hazır değiliz.”
Aynı kadının sesi tekrar duyuldu. “Sen bir korkaksın!”
Efe Tuğçe’ye fısıldadı. “Yahu bu zaman yolculuğu Ukrayna’daki bir nükleer deney sonrasındaki kazada ortaya çıkmamış mıydı?”
“Evet, ne oldu ki?”
“Duyduklarıma inanamayacaksın.”
O sırada kapı açıldı, aynı zamanda merdivenden iki kişi yukarı çıktı. Fark edilmiş ve kıstırılmışlardı. Efe yerinden kalktığı gibi merdivenden gelen adamlardan birine uçan tekmeyi yapıştırdı. Adam diğerinin üstüne düştü ve merdivenden aşağı yuvarlandılar. Derken odadan çıkanlar Efe’yi yakaladılar. “Kaç” diye bağırdı, bunu duyan Tuğçe hiç tereddüt etmeden yuvarlanan adamların üstünden atlayıp aşağı koştu.
Devam edecek…
Bir de devam edecek demişsin. Ben de, öykü formatı için çok uzun, biraz daha ekleyip romanı zorla diyecektim. Sanırım senin hedefin de öyle. Ufak pürüzler var ama, büyük ihtimalle son noktayı koyana kadar hepsini törpüleyeceksin. Sadece kendimden bir tavsiye vereyim. Bana göre saçma olsa da rakamlar yazı ile yazılıyor. Eğer bir editör yazını okumadan önce göz atar da, sırf bu kural için seni elerse yazık olur.
Yorumunuz için teşekkür ederim. Evet, oldukça uzun oldu. Birkaç bölüm sürecek, yani bir roman gibi olacak. Eleştirilerinizi de bundan sonraki bölümlerde dikkate alacağım.
Merhaba,
Mutlaka değişik bir şey çıkacak ortaya ama hikaye madem uzun, tema ile ilgili bir iki çarpıcı nokta da olsaydı daha heyecan duyabilirdim okurken…yine de devamını okumadan geçmem…tebrik ederim özverili çalışma için!
Teşekkür ederim. Daha çarpıcı olduğunu düşündüğüm bazı şeyleri ikinci bölümden itibaren öyküye dahil etmeyi umuyorum.
Bekleyeceğiz zevkle…
İçten ve zekice kurgulanmış bir öyküydü. Ana karakterlerin Türk olması ve bunları gerçekten doğru sunmanızdan ötürü öykü bir kat daha güzelleşmiş. Bilimkurgu temalı bir öyküye Türk karakterler eklemek çok hoş oluyormuş cidden. Daha önce yayınlanmış iki öykünüzü de okumuştum ve aynı şekilde onları da bu özelliğiyle ayrı bir sevmiştim.
Ama mademki uzun bir öykü olacak, sonraki bölümler de bence yabancı ana karakterler de eklenebilir. Bu şekilde diyaloglarda da farklı bir ahenk oluşabilir. Aksi halde Türk karakterlerin konuşmalarını sürekli tahmin etmeye çalışabileceğimizi düşünüyorum. Ki bu da öyküdeki kişilerin sıradanlaşmasına yol açabilir. Bir düşünün derim.
Konu olarak da beğendim. İlk bölüm için hafif bir giriş olsa da sanırım ileri bölümlerde çok daha karmaşıklaşacaktır. Asıl eleştirilerimi o zamanlara saklıyorum.
“Sonunu düşünen kahraman olamaz!” Burada koptum ya. Hakikaten çok hoştu. Kurtlar Vadisi Pusu’yu izlemeyen ama Kurtlar Vadisi’nin gerçekten değerli olan 97 bölümünü çok seven biri olarak değişik duygulara kapıldım.
Heyecanla okuyabileceğim bir dizi ortaya çıkmış oldu. Tebrik ederim bunun için. Devamını merakla bekliyorum.
Yorumunuz için teşekkür ederim.
Sonraki bölümlerde yerli yabancı başka pek çok karakter öyküye dahil olacak ve konu karmaşıklaşacak.
Aslında Kurtlar Vadisi’ni sadece belirli bir dönem seyrettim ama izlediklerimden en çok aklımda kalan replik buydu.
Güzel bir öykü okudum, devamını bekliyorum. Tema ile alakalı hiç bir şey yoktu. Bir de Tuğçe’yi ABD’den Türkiye’ye getiren daha iyi bir sebep beklerdim. Sürekli sevgili değiştiren Efe’nin Tuğçe’ye asılması gerekmiyor muydu? Aklıma takılan kurgu hataları bunlar. Haricinde güzel bir hikaye. Tebrikler.
Güzel yorumunuz için teşekkür ederim. Değindiğiniz kısımlara kurgu hatası demek için bence erken. Çünkü bu daha ilk bölüm ve henüz hiçbir şey başta göründüğü gibi değil.