Öykü

Rugnar’ın Öyküsü

NOT: Bu öykü 51. Ayda yayınlanan UÇAN HALI BENİ DE ALACAK ve SLAİN DEHLİZİ’NDEKİ BEKLENİLMEYEN adlı öykülerin devamı niteliğindedir.


“Sonundasın, başladığında…

İçindesin, çıktığında,

Anlıyorum, anlamadığında,

Görüyorum, göremediğinde.

Anla! Ben, Sen olmadan evvel;

Biz olandanım…

Hisset! Hissediyorsun; Hissettin.

Şimdi ve sonra; giderken:

geleceksin buraya.

Göreceksin, kapat: hadi,

gözlerini…

Anlayacaksın, terk et hadi,

düşlerini.

gel… gel… gel…”

“Onu takip et. “

“Sadece onu.”

Yıldızlar parlamıyordu işte. Ne kadar bakarsa baksın; tek bir yıldızın parlamaya niyeti yoktu. Esen rüzgâr tenini hafifçe okşarken: neden bir yıldız bile kaymıyordu? Hatırlamıyordu. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın! Tek bir anı bile hatırlamıyordu. İki gün öncesine kadar: Slain’de olanlara dair hiçbir şey. Hafızasını ne kadar zorlarsa zorlasın iki gün öncesinden ona kalan tek şey elinde ki kitaptı ve yüzlerce sayfa: beyazlığın sularında temizce süzülmekteydi.

Kimi takip edecekti ki… Saçmalığa bak hele. Bir hatırlasa… Ah! Sonuç belliydi. Beyni son olanları kaldıramamış olmalıydı. Silik düşünceler dışında bir şey kalmadığına göre: belki de büyük bir iyilik yapmıştı ona, beyni.

Bir kez daha okudu; ilk sayfada yazan yazıyı:

“Onu takip et.”

“Peki, kimi?” diye tısladı, Deli.

Cevap basitti: “Sadece onu.”

Lanet… Lanet olsun! Böyle demiş olmalıydı herhalde; kitabı mağaranın derinliklerine fırlatırken. Ve daha sonra elmasından bir ısırık aldı ve kafasını yastık olarak kullandığı eğimli taşa vururcasına koydu. “Ah, başım.”

***

Sabah pek çok şeyi beraberinde getirirdi. Güzellikler ve çirkinlikler: daha anlaşılır hale gelirdi; güneş geceyi öldürürken. Ve bizimki horlamak dışında hiç bir şey yapmıyordu. Kalksana be adam. Neler görmemişti ki rüyasında; üçüncü gün daha nüksetmişti bu rüyalar… Sanki biri her şeyin gerçek olduğuna; inandırmak ister gibi sürekli aynı rüyayı görmesini sağlıyordu. Bak hele sen…

Bir kuş uçuyordu; rüyasında: tam olarak göremese de, koyu bir renge sahip olduğunu idrak edebiliyordu ve asla ona yaklaşamıyordu. İzin vermiyordu ki; tam kollarını iki yana açmış yanına doğru uçarken kuş birden kana bulanmış bir sayfa halini alıp yere hızlı bir şekilde düşüyor ve parçalanıyordu. Bir… İki… Üç… Ve daha fazlası. Artık kaldıramıyordu; aynı şeyler canını sıkmaya başlamıştı.

“Sonunda geldin,” diyordu Kuş.

Sayfa haline dönüşmeden saniyeler öncesinde ise öyle hızlı bir şey söylüyordu ki anlaşılmıyordu.

“Geç,” diyordu galiba? Hızlı söylemenin ne manası vardı. Saçmalık.

Uyanmıştı. Soluk soluğa kalmanın zirvesine çıkmış bir şekilde; kendini mağaranın dışına zor attı ve akşamdan yediği elmaları-yürüttüğü kısma değinmeyelim- gürül gürül akan derenin berrak suyuna kustu. Kusmuk; ışıldayan derede uzaklaşırken: artık burayı terk etmenin doğru olacağını düşündü.

Gerçekten haddinden fazla kalmıştı burada… Gezgin hayatına devam etmek varken; bir mağarada konaklamak neyin nesiydi, zaten. Evini son kez ziyaret edip-mağara- heybesini ve dün akşam fırlattığı kitabı son anda unutmadan aldı ve yola düştü. Neyi takip etmeliydi? Sadece bir düş, olmalıydı bu. O zaman heybesindeki kitap; ne oluyordu? Sadece bir düş yahut kâbus olsa iyiydi. Hatta masum bir rüya. Ama: anımsıyordu, değildi. “Bir bağlantı,” dedi kendi kendine. “Çözebilmem için, basit bir bağlantı.”

Kuş siyahtı. O kadar koyu siyahtı ki; kilometrelerce uzakta olsa da, en azından bir nokta halinde her zaman görünürdü ve buda kuşun kararlılığını ve cesaretini gösterirdi. Sadece cesur olabilenler; kendilerini göstermeye tenezzül ederdi. Kanatları ince ama genişlik açısından ortalama iki kartal kanadıydı; gözleri siyaha çalan bir kırmızılıkta idi. Yok, yok! Kırmızı, siyah gözlerini çevreleyen halkalar olmalıydı. Tek sorun: bunlar arasında tam olarak bir bağlantı kuramamasıydı ve bu şimdilik tüm sorunu oluşturuyordu.

Düşünüyordu… Eskiden; birkaç yıl öncesi değil. Çok eskiden: çocukken, şimdilerde yaşadığı şeylere benzer: şeylerle karşılaşırdı. Mistik bir hava onu yaşamının tamamında avucuna almıştı ve bırakmaya niyetli değildi. Babası bir işçiydi. Maden işçisi. Annesini ise hiç görmemişti.

Babasının anlattığına göre, annesi bir kazada ölmüştü. Silahlı bir çatışma. İç savaş. Kan ve acı…

Babası ise sadece bunları anlatmak için yaşamış olmalıydı ki; onlu yaşlarında ailesinden geri kalan sadece kendisiydi. Babası uzaklara göçerken, “Rugnar, düşüncelerini; asla terk etme,” demişti. Ve son nefesini verirken; şimdilerde çok iyi bildiği bir şiiri fısıldamıştı.

“Kalk çocuğum;

tanık ol güneşin doğuşuna.

Uyan çocuğum;

burası güvenli, burası güçlü.

Hadi çocuğum;

batmadan yine güneş,

son kez tanık ol; doğuşuna.

İnan bana çocuğum!

Bu ağaçların tınısı;

kalbimizi büyüleyecek…

Yıldızlar parlarken;

ineceğiz çayırlara.

İnan bana;

Burası güvenli, burası sıcak…

İnan bana! Bu çayırın;

şarkısı kalbimizi büyüleyecek.”

“Bu ağaçların tınısı,” diye düşündü. Tını artık kalmamıştı. Tek bir ses bile yoktu şimdilerde, ağaçlarda… Bu sesi insanlar bitirmişti ve bu sonu getirecekti.

“Geç,” diyordu Kuş. Bu bir yere “geç kalmak” anlamından çok “diğerine geç” anlamına daha yakındı… Sayfaları elinde çevirirken; amansız bir beyazlıktan başka bir şey görmüyordu, Rugnar. Ama bu işi çözme konusunda kararlıydı her gün biraz daha berraklaşan beyni ile günlerce yol aldı ve kâh dağların; kuytusunda, kâh kasabaların yakınlarında: konakladı.

***

İnsanlar… Ah! Hani o duygusuz ve düşüncesiz insanlar. İşte şimdi onların yurdundaydı. Burnunu karıştıran bir çiftçi; hanın yanından geçerken öyle bir bağırdı ki: Rugnar, öküzler ile birlikte yattığı samanlıktan sıçrayarak kalktı.

“Kalk artık, köpek” dedi han sahibi. “Malları korkutuyorsun.”

“TAMAM! Beni tutuklamayın, lütfen. Kadını ben öldürmedim,” dedi Rugnar uyku sersemliğini üstünden atamayarak.

“Ne diyorsun, Bre; bityurdu,” dedi hancı ve okkalı bir tokat atmayı unutmadı. Uyanmış olmalıydı artık…

Güneş yeni doğuyordu ki hâlbuki ve gelen giden yoktu. Ne vardı; az daha uyumasına izin verse. Ölür müydü? Ölürdü her hâl.

“Eğer; beş paran olmadan burada yattın isen: seni karakola teslim ederim,” dedi hancı ve “tabii; yeterince paran varsa; güzel bir kahvaltı için: ortak salona geçebilirsin,” diye ekledi. Sırıtmış ve on altı çürük dişini memnuniyetle göstermişti.

Parası vardı elbette. Onun gibi temkin cimrileri; para taşımayıp da: ne taşıyacaktı yanında.

Ortak Salon… Öküzlerin yanında daha mutlu olduğuna dair yemin edebilirdi, Rugnar. Geceden kalma iki sarhoş; kapı girişindeki pejmürde masalarda sızıp kalmışlardı ve uyunmaya hiç mi hiç niyetleri yoktu. Biraz ötede: çevresinde sandalyeler bulunmayan birkaç masa daha vardı. Hayali bir oturuş yapmak isteyenler için ayrılmış olmalıydı. Rugnar, hesaba katmadığı bir yer var mı diye çevresine iyice bakındı ve şimdilik görebildiği en düzgün yere oturmakta karar kıldı. En azından hayali bir oturuş yapmaktan kurtulmuştu.

“Demek paran var; genç adam,” dedi hancı ve meraklı gözlerle birkaç saniye Rugnar’ı süzdü; bir şey merak etmiş olmalıydı. “Madem, paran var ne diye; malların yanında kalıyorsun?”

“İnsanları rahatsız etmek istemedim,” dedi bizim ki. Hancı öyle bir kahkaha attı ki. Sızıklar neredeyse uyanacaktı. Yarım saat mi? Yoksa birkaç gün mü? Tam olarak bilemese de kahvaltı tepsisi önüne geldiğinde, açlıktan ölmek üzereydi. İki adet yumurta vardı ve birkaç yıllık olacak ki iyice kurumuş ve küflenmiş bir peynir; yanında domates ve neredeyse çürümekte olan bir salatalık ile sunulmuştu. “İşte şimdi,” diye düşündü. “Şimdi ölmezsem, bir daha bu şansı zor bulurum.”

Sonuçta açtı ve artık bu dayanılmaz bir hal almıştı. Yaşamak istiyorsa bir şeyler yemek zorundaydı; bu küflenmiş bir peynir ve çürük sebze olsa da…

İlk başlarda fark etmemişti, hancının mırıldandığı halk türküsünü… Ağzı tıka basa yumurta doluyken; şunları duymuştu:

“Uyandı, bir sabah;

Slain derinliklerinde…

Anladı, o sabah;

Gazap var şimdilerde…

İstedi, o sabah;

intikam ve kahroluşu;

Dedi: kendine;

Karanlıklar Efendisi, ben

Dedi: kendine;

İlk Gelen ve Yaratan, ben.

Dedi: kendine;

Sonsuz, ben…

ve uyudu yeniden;

bırakırken; ardında,

ateş gözlü kuzgunu…”

Bu türküde; sanki kendinden bir şeyler bulmuştu. Basit bağlantı bu olabilir miydi? Kahvaltısını ihtiyatla bitirdikten sonra-ölmediği için çok şanslıydı- bu türkünün hikâyesini sormalıydı.

“Az önce güzel bir türkü söylediniz” dedi birkaç dakika sonra Rugnar. “Yabancıyım buralara: türkünün hikâyesini anlatır mısın, hancı?”

Hancı başından beri bu soruyu bekler gibi; direk söze girdi.

“Başından beri söylenegelen bir türküdür bu bizde. Vaktiyle; sen de bin yıl, ben diyeyim iki bin yıl. Çok eskilerde; bir çocuk yaşarmış. Bu çocuk normal çocuklar gibi oyunlar oynamak yerine; yalnız kalmayı ve peşine taktığı çocuklara; türlü kötülükler yapmayı seven bir çocukmuş. Öyle ki ölümle arkadaş olmak; sadece onun aklına gelebilecek türden bir delilikmiş. Tüm bu düşünceleri neticesinde bir gün delirmiş ve ailesinin tüm üyelerini çeşitli tuzaklarla öldürmüş. Ve daha sonra bugün hale yerli yerinde duran Slain mağarasına sığınmış. Yaşama olan bağlılığı öyle fazlaymış ki; köy sakinleri çocuğu yakalayıp: başını boğazından ayırdıktan sonra bile “burası benim yuvam, sizi rahat bırakmayacağım” deme gücünü gösterebilmiş. Daha sonrası ise büyük bir vahşettir,” dedi hancı ve duraksadı…

“Gerçekten devamını dinlemek istiyor musun?” diye sordu Hancı, ürpermişti. Rugnar, hem korkmuş, hem de heyecanlanmıştı. Bu hikâye her ne kadar; hancı için eski bir halk öyküsü olsa da; Rugnar için değildi.

“Lütfen devam edelim,” diye karşılık verdi.

“Sonrasında ise; imkânsız bir şey olmuştur. Evladım… Çocuk dirilmiş ve başı yine boğazı üstündedir. Oradaki tüm infazcıları bu yaptıklarına pişman ederek: türlü işkencelerle öldürür. Hikâye kısaca böyledir,” diyerek bitirdi Hancı.

“Peki, ateş gözlü kuzgun da ne oluyor” diye sordu Rugnar. Bu, bizim ki için kafa karıştırıcı bir detay olabilirdi ama bura halkı için böyle bir şey söz konusu olamazdı.

“Hmm, Ateş gözlü kuzgun, ” dedi hancı ve güldü…

“Buralarda: takip edilmesi gereken tek canlı.”

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *