Öykü

Son Buluşma

“Üzerlerine çökmüş ufuneti bir pelerin gibi oradan oraya sürüklüyorlardı. Başta her gün buluşsalar da çok geçmeden tek bir gecenin tüm çözümlemeler için yetersiz kaldığını anladılar, her hafta ayrı bir mekânda buluşuyor işe yarayacak bir plan yapamadan da ayrılıyorlardı. Ben size hepsini anlatmayayım, gereği yoktur. Sonuncusu bile çaresizliğimizi gösteriyor.

Başlangıçta nihai gözükmeyip de nihayetinde nihai olan buluşmayı Mortem ayarlamıştı. Yüzünü beyaz fondötenle kaplayıp siyah rujlar içinde gezinmeyi seven herif, yüzyıllarca Papalık’ı korumuş Roma Kalesi’nin dibindeki tematik bir restorana çağırmıştı öbürlerini. İçten içe çürümüş parlak bir pislik abidesi olan Kutsal Makam’ın yakasında, en azından günahkâr olduklarını gizlemeyecek kadar erdemli insanların olduğu bir yerdi.

Lokantaya son varan Savaş oldu; diğerleri gibi uçakla gelmemiş, Pazarkule’den İtalya’ya uzanmıştı. Şimdi istese fırlayan dolardan ötürü hayatta alamayacağı kırmızı, Patriot model Jeep’inden indi. Ağaç gövdeleriyle yarışan, yerden bitme kalın bacaklarıyla kulak tırmalayan müziğe doğru ilerledi.

Masayı bulduğunda kömür karası derisi kemiklerine sıkıca sarılmış, uzun boylu ancak zayıf Hongersnood büyük bir şevkle konuşuyordu: ‘Yemen! Yemen’i kimse umursamaz, hayır. Orta Doğu’da insanlar yoktur, sayılar vardır. Toprağa akan kan damlaları değil, vanalarda dolanan petrol vardır. Küçük Ali bir köşede kıvransa ne yazar, açlıktan inleyen yüzlercesi… Hoş geldin, Savaş. İşte diyorum ki kıtlık; Arabistan’da istatistik, Uzakdoğu’da devlet politikası, bizim oralarda günlük hayat. Kıyamet’i getireceksek buralardan bir şey çıkmaz. Avrupa’da yapmalıyız, burada hayat kıymetli.’

‘Hayır.’ Mortem’in sesi soğuktu, bir belgesel seslendirmeninin avına yaklaşan aslanı anlatımındaki duygusuzluğunu sırtlanmıştı: ‘Sen Adem’in çocuklarını tanımamışsın, huzur içinde olanları boka batırsak kameralar çeker fakat geri kalan tüm dünya da derin bir oh çeker. Yer kürede gariban zengin olmak istemez, ister ki varlıklı kendi gibi fakir olsun. Ona göre mutlu kâfir, az biraz daha kazanan hırsızdır. Batıda bugün kıtlık olsa, dünyanın yarısı göbek atar. Hayır, olmaz. Büyük bir savaş olmalı: Tüm insanlığın birbirine girdiği bir savaş.’

Tasarımı kemiklere benzetilmiş sandalyesinde doğrulan bu sefer Savaş’tı. Elini masaya koydu ve ölüm yahut Mortem sessizliği içinde bir dakika geçti. Hongersnood sıkılmış, gözlerini önündeki boş tabağa dikmişti. ‘Sen bilmezsin.’ dedi Savaş. ‘İnsanlar bunu da yaptı, iki kez. Üçüncüsü için de ne ben gerekirim ne sen. Bu iş olmuyor, olmayacak. Bugün savaş çıksa generallerle ilgili magazin programları daha çok izlenir. Bir başkan terör örgütünü destekleyebilir, haber olmaz. Bağlantılarıyla harp de çıkartır, adam da öldürtür. İnsanlar ilk günlerinden beri birbirlerinin boğazlarındalar zaten, artık bundan sıkılmışlar gibi. Sahibinin köpeğini ısırması haberdir, savaş çıkartması değil. Kıyamet bununla gelecekse bile oturup izlemek yeter.’

‘Doğru!’ diye atıldı Hongersnood. ‘Kurşun para ettikçe savaşacaklar zaten, iki yakaya oturmuş iki komşu birbirine gözdağı vermeye devam ettikçe de bu para edecek. Savaş için bize ihtiyaçları, eh, yok. Avrupa’da da Mortem haklı. O hâlde yemek yiyelim de gidelim, haftaya sendeyiz Savaş.’ Çökük yüzündeki gözleri hızla dönerek etrafa bakıyor, deri ceketin içindeki Mortem’e her dokunuşta biraz büyüyordu.

Diyeceksiniz ki, bunu adım gibi biliyorum, ‘Pestilence nerede?’ Haftalar geçse de ağzını bıçak açmamıştı, her seferinde kahve-kızıl arasındaki yeleğiyle, boynuna bağladığı yine aynı renkte bir kravatla oturmuştu masaya. Ben de onu anlatmaya pek değer bulmadım. Fakat o son buluşmada, son sözü o aldı: “Beyler; her gün buluştuk, hiçbir şey çıkmadı. Haftalık yapmaya başladık, bir şeyler bulduk ama gördük ki bulduğumuz her şeyi dünya insanı kendi kendine yapıyor.’ Ellerini önünde kavuşturmuş, buz mavisi gözlerini kader dostlarının üzerinde bir komutan edasıyla gezdiriyordu: ‘Atlılara lüzum yok, uluslar kendi kendilerinin cellatı olmuş. Hastalıkları pazarlıyorlar, tedavileri tutuyorlar. Bir yandan ölümsüzlüğe uzanırken öte yandan ahırlarda çocukları doğurtuyorlar. Yedi Ölümcül Günah için iblislere gerek yok, Kıyamet için de atlılara. Yalnız vakit kaybediyoruz, ona bunları söyleyelim.’

‘Ona mı?’

‘Evet, Cebrail’i çağırın.’

İşte böyle, efendim. Size bunları anlatmamı istediler benden. Kıyamet’te bile çaresiz bıraktı bizi insan.”

“Mahşer vakti yaklaşıyor dediğimde atlılar konusunda ısrar eden sendin, her şeyi çok somutlamışsın. O atlar çoktur dünyayı adımlıyor. İsrafil’e söyle, Sûr’u getirin.”


Not: “Hongersnood” Afrikaanca “kıtlık”, “Mortem” Latince “ölüm”, “Pestilence” İngilizce “salgın hastalık” demektir.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for voul voul says:

    Başarılı öykü anlatımı ve düşündüren diyaloglarıyla ilgi çekici. Nükteli ve kayda değer. ++

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for OykuSeckisi Avatar for voul

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *