Vakkas amca, geçen günlerde (1 Nisan) her zamanki yolunda yürürken bir at arabasının altında kalarak hayatını kaybetmişti. Şaka gibiydi, evet. İnanamadık. Apar topar hastaneye kaldırılmıştı. Ama kurtarılamamıştı. Kimseye karışmaz, tek göz odalı evinde oturur, elinden geldiğince yemeğini yapardı. Konu komşu da sağ olsun, eksiğini gediğini gidermeye çalışırdı; ellerinden geldiğince. Çok iyi durumda değillerdi onlar da. Çukurova’nın bereketiyle zıt alın yazısıyla hayatlarını idame ettirirlerdi. Ama azı paylaşıp, çoğu dağıtmayı bilirlerdi.
Birkaç yaren sokak kedisiyle yürür, yıllardır yaz-kış demeden yanından hiç ayırmadığı lacivert, fi tarihinden kalma, abadan yapılmış epey eski bir şapkayı kafasına takar, gündüz Taş Köprü’ye kadar gidip akşam ise elinde şapkası, dünyanın bütün hüzünleri yüzündeki çizgilerin her birine gizlenmiş olarak geri gelirdi. Sebebini kimse bilmezdi niçin her gün aynı yolu gidip geldiğini. Birkaç genç takip edecek olmuştu fakat Vakkas amca tarihin nice günlerine tanıklık etmiş olan, yorgun insanlarının nasırlaşmış elleri kadar sert, sarımtırak kayalardan yapılmış heybetli koca köprünün ortasına gelip şapkasını eline alır, Seyhan Nehri’ne, ileride zar zor seçilen Toroslar’ın karlı tepelerine, yoldan geçen insanlara bakarmış büyük bir ciddiyetle. Nehrin sağ tarafında eskiden kalma, artık işlemeyen çırçır fabrikasına ise daha bir dikkatle bakarmış; sanki Hüma Kuşu az sonra oradan peydahlanacakmış gibi. Akşam olmaya yakın ise geçmişin izlerini silmeye çalışırmışçasına ayaklarını sürüyerek evine dönermiş. Gel zaman git zaman umdukları gibi değişik bir şey göremeyen mahalle delikanlıları da Vakkas amcayı böylece rahat bırakmışlar. İçlerinden biri bilahare dayanamayıp soracak olmuş fakat Vakkas amca ürkek gözlerle bakıp, “Siz ne karışıyonuz, ziv ziv dolaşıyünüz işiniz gücünüz yok el alemi mi gözetliyürsünüz soykası batasıcalar!” demiş. O yumuşak adamdan böyle bir çıkış beklemeyen bizimkiler ise bir daha bu konuyu açmamışlar yanında. Ben de daha sonra kendisinden öğrendim işin aslını astarını ya, neyse, az sonra anlatacağım.
* * *
Cenazesi de epey kalabalıktı Vakkas amcanın; tüm mahalleli gelmişti. Nasıl gelmesindiler. Kimi kimsesi yoktu ne de olsa onlardan başka. Hem insan sevdiğini uğurlarken yalnız bırakır mı hiç.
Vakkas amcayı toprağa emanet ettikten sonra herkes evine doğru yol almış ilerlerken yanıma yaklaşan muhtar, elime bir anahtar uzatmıştı. Bu ne der gibi bakmıştım. “Olur da bir şey olursa bana, bunu bizim öğretmene ver, dediydi,” gözleriyle Vakkas amcanın istirahatgahını işaret ederek o an. Sessizce aldım yedek anahtarını. Omzuma babacan bir tavırla vurup yola koyulanların arasına katılan muhtardan sonra mezarlıkta benden başka kimse kalmamıştı. Ben de Vakkas amcanın benden isteği üzerine kirli, kaba saba, yolda görseniz üstüne basıp geçeceğiniz şapkayı iç tarafı görünecek şekilde mezar başına birkaç bez parçasıyla bağlayıp sabitledikten sonra biraz gerileyip baktım. İşte, istediği gibi olmuştu.
Gözlerimin ardında biriken Vakkas amcanın anıları bir bir damlayarak onu kutsamak istercesine toprağında kayboluyordu artık. Elimde anahtarı, onu her zamanki yalnızlığının kalabalığında bırakarak gerisin geri uzaklaşıp evime dönerken anlattıklarının ağırlığını hafifletebilmek için bunları yazmam gerektiğini biliyordum; hâşâ bir edebiyatçı olarak değil, ebediyet denizinde yol alan kâğıttan geminin bulmaya çalıştığı limanın hikâyesini duyurmak için.
* * *
Biraz daha bahsetmek isterim kendinden müsaadenizle. Elinde avucunda olan iki lokmayı bile paylaşır kimseye kötü söz etmezdi. Hoşsohbet bir adamdı; fakat tanıdıklarıyla. Öyle kolay kolay güvenmezdi ilkin. Ama bir alıştı mı… Değmeyin gitsin… Benimle de muhabbet etmeyi ayrı bir severdi. Buraya görevim icabı atanıp mahalleliyle tanış olduktan sonra şöyle bir selam verip kısaca hal hatır sorup yolumuza devam ederdik.
Öğretmen olduğumu öğrendikten sonra daha bir kanı kaynadı sanki bana. Kendisi okumak istemiş zamanında ama ailesinin durumu oldukça kötü olduğundan ancak ilkokulun birinci sınıfını bitirdikten sonra bırakmış. Okuryazarlığı varmış ama.
Okuldan ayrılır ayrılmaz ırgatlık yapmış o küçük bedeniyle gece gündüz demeden. Zaten çoğu arkadaşı da kendi gibi hemen eli iş tuttu muydu tarlalara gönderilirmiş. Yoksulluk çokmuş o zamanlar. Kimi zaman kazandıkları, o gün doymaya anca yetermiş. Ana desen dul, başta olmayan babanın yükü körpe omuzlarda, kız kardeş bir boğaz daha demek; çalışmak farz.
Çocukluğun sonu gibi görünse de ırgatlık, arada kaytardığı da olurmuş işten. Yevmiyesi kesilince anasından yediği kötekleri dudağının kenarında masum bir gülümsemeyle anlatırdı. Yine bir gün tarladan kaçtığı vakit soluğu arkadaşlarının yanında alıvermiş. Çok önemliydi, diyordu. Hepsi kazandıklarından bir miktarı kaybetmiş gibi yapıp ortak bir para birikintisi oluşturmuşlar. Eksilen para kafaya kötek olarak dönermiş çünkü. Ama kaybedince kaba etlerine yerlermiş dayağı. Bu yüzden kaybetme bahanesi daha kârlı imiş. Her neyse; amaçları kendilerinden birkaç yaş büyük olan Topal Necmi’ye güzel bir kebap yedirmekmiş Cemal Usta’dan. Ayağına giren bir ağrı sonucu geçmek bilmeyen acılar çeken, yarayı kesip irinini akıtan, kocakarı ilacıyla besbeter hale gelip ayağı kesilmek zorunda kalan Necmi’ye. Vakkas amca, Topal Necmi, Kambur Hasan, Tutuk İsmail hep birlikte varmışlar Cemal Usta’ya. Ellerindeki tüm parayı taşıyan Tutuk İsmail başlamış derdini anlatmaya “B-bi-bize bi-b-bi A-a-aa-dana aa-a-a-atsana Ce-ce-cemal U-u-usta.” Elindeki parayı koymuş tablanın önüne. Cemal Usta anlamış olacak ki paraları yetmiyor suratını büzüvermiş. Şalgam içip içmeyeceklerini hiç sormamış bile; alimallah bu parayla onu da isterler diye. Ama Topal Necmi’ye bakınca acımış olacak ki sessizce yapıvermiş kebabı; öyle hissetmiş Vakkas amca o zamanlar. Dürümü önlerine koyunca Necmi ağzına götürüverecekken bizimkilerin aval aval bakmasına dayanamamış belli ki parçalara bölmeye başlamış kebabı. Durumu anlayan diğerleri engel olmaya çalışmış ama (Kambur Hasan hariç; canı çekmiş diye pek ses etmemiş) Topal Necmi devam etmiş pay etmeye. Herkese eşit bölündükten sonra yemesi daha kolay olan dürüm bitiverince kalkıp yola koyulmak üzerelerken karşıdan gelen Vakkas amcanın yaşıt teyze kızı -o da kendisi gibi babasız- Hatice, olanları gördüğüne ve akşama hem kaba etine hem de kafaya güzel bir dayak yiyeceğini bildiren bakışı attığında telaşlanan bizimkiler tozlu yolda Necmi’ye dayanak olarak hızlı hızlı uzaklaşmışlar. Akşam eve korkusundan geç gelen Vakkas amcanın başına tam da beklenen gelmiş. “Anam gâvura vurur gibi vurdu,” dedi. “Anlamış olacak ki paraları kaybetmemişik zoruna getmiş. Evde zor yemek pişerken nasıl dışarıya paraları saçıyürmüşüm? Halbusi bilse Necmi kaç gündür sayıklıyurdü kebap ta kebap… Arkadaşın bir parçanı kaybetmiş iki dayağın sözü mü olurmuş. Gene olsa gene yapardım. Sesimi duyan Topal Necmi bizim barakaya kadar ağaçtan oyduğu koltuk değnekleriyle gelip anama anlattı da durumu biraz duruldu. Aslında Necmi bayılmasaydı zor dururdu ya… Heyecanlanmıştı zaaar. Sonra toparlayamadı. Zaten birkaç hafta sonra vefat etti. Hastalığı tüm vücuduna yayılmış, zabanan anasının ciğerleri paralayan sesiyle uyandık, anladık ki olan olmuş.”
Vakkas amcanın anası olanları öğrendikten sonra kendisine daha yumuşak davranmışsa da o ara içine kapanık olmuş. Hele teyzesinin kızı kendilerine geldi mi sinirinden kaçar olmuş onu görmemek için. Gel zaman git zaman anılarını anahtarsız sandıklara kilitleyip de kalbine gömen Vakkas amca Hatice’yi de affetmiş. Büyüdüğü için artık tarladan çırçır fabrikasına geçmiş, tozlu pamuklarla, koca makinelerle ahbap olmaya başlamış.
Serilip serpilince gözler üstünde olan Vakkas amcanın teyzesinin evine gidip gelmesi, Hatice’nin de kendilerine arada uğrayıp hal hatır sormasıyla, birlikte geçirdikleri vakitleri artan gençlerin içinde yavaş yavaş bir sevda başlamış. Tabii büyüyünce artık, el âlem ne der diye gidip gelmeler azalmış. Hasretlerini hayallerinde gidermeye çalışıp avunmaya başlamışlar. Ara sıra ziyarete gelen teyzesiyle ayaküstü yapılan sohbetler dışında pek az görür olmuşlar artık birbirlerini.
Aklına bir fikir gelmiş Hatice’nin o ara. Çalışıp o da ekmek getirmek istemiş eve. Hem eve gelen görücülerden kaçıp iki kuruşa tapan anasının rızasını alabilmek hem de eğer olursa Vakkas amcayı daha çok görebilmek için. Bizim Vakkas amca da ne edip etmiş ustabaşı olduğu fabrikada iş ayarlamış Hatçe’sine. Böylece çok konuşamasalar da vakitli vakitsiz birbirlerine, cennet aynasına bakar gibi bakmışlar.
“Sevdanın ağırlığı dünyadan çoktur, göremediğin canını nasıl yakar bilemen hiç. Köz olur kalbine oturur. Sönmez ebediyete dek. Bütün vücudunu tutuşturur, damarlarında artık ateşten şelaleler akar. Gölgesini görünce sevinirsin. İmtina edersin kimi zaman yan yana yürürken gölgesine basmaktan; olur da canı acır diye. Sevda zordur öğretmen, sevda zordur,” derdi Vakkas amca gözleri puslu, dalgın. “Elde avuçta zaten yok. Dezzem de paragözün teki, vermezdi bana Hatçe’mi, el mahkûm anca sevdamızı içimizde yaşardık. Kaçak dediydim de Hatçe, ‘ Anamın rızası olsun telli duvaklı çıkayım,’ dedi. Hem benim de anam, kız kardaşım var; yani zordu anlayacağın.”
Fakat geçirilen vakitler sevdalarını daha da taşırmış, artık herkesin dikkatini çekmeye başlamış. Durumdan haberdar olan Hatice’nin anası kızını hemen fabrikadan çıkarmış. Gelen ilk hali vakti yerinde görücüye vereceğini söylemiş. Tabii bizim Vakkas amca da durumdan haberdar olunca dayanmış teyzenin kapısına. Vurup etmiş kapıya, çıngar çıkarmış. En son dayanamayan teyzesi kapıya çıkıp yerden aldığı taşı atmış bizimkinin kafasına. Kanlar içinde kalan Vakkas amcayı zorla uzaklaştıran mahalleliler onu sokmamış bir daha oraya laf olur diye. Anasından da iyice azar işiten Vakkas amca duramaz olmuş yerinde; iyice kötüleşmiş, elden ayaktan düşmüş, içine bir sıkıntı konmuş, ruhu bedenini yırtmak istercesine içinde debelenip durmuş. Gece uykuları kaçmaya başlamış, içinde hep kötü bir şey olacakmış gibi bir sıkıntı peydah olmuş; anasını, kızkardeşini öldürmüşler gibi; vatansız kalmış gibi… Kaçırmaya karar vermiş bu sefer Hatice’yi. Planlarını yapmış, arkadaşıyla haber etmiş sevdalısına. Hatice de hemen kabul etmiş. Gel gör ki bir kurnazlık olacağını tahmin eden Hatice’nin anası ondan erken davranmış. Bir gece hiç kimsenin haberi olmadan birkaç parça eşyalarıyla taşınmışlar. Zar zor yazdığı bir mektup, en sevdiği entarisi ve Vakkas amca için yaptığı abadan, lacivert, kabaca bir şapkayı geride bırakmış olan Hatice, uzaklaşıp gitmiş oralardan.
Olanlar kulağına varan Vakkas amca soluğu teyzesinin evinde almış. Karıştırmış evin altını üstünü. Derken Hatçe’sinin mektubu, entarisini ve şapkayı bulmuş. Birkaç cümle yazılıymış mektupta: “Bekle, kıyamete kadar olsa da yine bekle, elbet gelecem.”
O an yere bayılıveren Vakkas amca sonraki günler hep beklemiş. ‘Bekleme’nin bile usandığı zamanlarda o hiç bıkmamış. Dünya’nın ilk gününden beri yaşayan ama hiç ölmeyen varlıklar gibi beklemiş. Sonsuzluğun içinde sonsuz kere beklemiş. Beklemiş…
Soğumamış hiçbir zaman sevdası Vakkas amcanın. Ama zaman tersine işlemeye başlamış elbet. “Olur da Hatçe’m tanıyamaz beni diye yıllardır sakladığım şapkayı takmaya başladım. Dümdüz köprüde bile burnuyun ucunu göremez o. Orada buluşacaz, hep olduğu gibi.”
Elbet Hatice hiçbir gün gelmemiş. Duyduğum kadarıyla yolda rastladığı bir kadın, birinin öldüğünden bahsetmiş Vakkas amcaya, duyanlar öyle diyor. Adamcağız oracıkta kalakalmış. Sonra gülmeye başlamış. Ardından ağlamış; zar zor evine getirmişler. Ateşlenmiş günlerce. Bilinci gidip gelmeye başlamış. Kendine gelince yine bir şey anlatmamış mahallelilere. Şapkasını takıp her günkü gibi Taş Köprü’ye gidip gelmiş yine. Gönüldeş olup da bana her şeyi anlatınca anladım ki hâlâ gelmesini bekler Hatice’sini Vakkas amca. Bir gün bir şey olursa kendisine, şapkasını mezarına işaret olarak koymam gerektiğini ant içirerek söz aldı. “Biraz önünü göremez o, sonra kavga çıkmasın arada,” demişti yüreğimi sızlatarak. Sözünü tuttuğunu, onu beklediğini gösterecekti. Belki yerinden kalkamayacaktı ama sadakatinin büyüklüğünü toprağının üstünde cümle aleme nasıl olurmuş duyuracaktı.
Ben de bir gün “Olur da gelmezse,” diye soracak olmuştum.
“Öldüğünü mü söylediler,” diye masumca yüzüme bakmıştı.
“Yok, emmim ondan değil, yani aklıma düştü, densizlik ettim kusura bakma,” diye toparlamaya çalıştım. Ama o, vücudunun aksine umudun genç bıraktığı izlere sahip gözlerle gözlerimin içine bakarak, “Ben öldüğüne inanmıyorum ki,” dedi gülümseyerek. O an anladım ki aşk, gönül gözünden akan yaşların boğmaya çalıştığı bedeni olabildiğince yaşatmaktır.
Merhabalar.
Çok güzel bir öyküydü, hatta biraz kırpılsa, üzerine düşülse öykü yarışmalarına gidebilir.
Girişteki öğrenilen geçmiş zaman görülen geçmiş zaman mı olsaydı dedim okurken. Yine de tercih sizin tabii.
Temadan gayet güzel, gerçekçi bir aşk öyküsü çıkarmışsınız, diyaloglar da olay da gayet güzeldi, gerçekçiydi, renkliydi. Anlatımınız da aynı şekilde.
“Sevdanın ağırlığı dünyadan çoktur, göremediğin canını nasıl yakar bilemen hiç. Köz olur kalbine oturur. Sönmez ebediyete dek. Bütün vücudunu tutuşturur, damarlarında artık ateşten şelaleler akar. Gölgesini görünce sevinirsin. İmtina edersin kimi zaman yan yana yürürken gölgesine basmaktan; olur da canı acır diye. Sevda zordur öğretmen, sevda zordur,” Şu satırlara bayıldım.
Teşekkür ediyorum bu güzel öykü için, gelecek seçkilerde de görüşebilme ümidiyle.
Selamlar,
Değerli vaktin ve kıymetli yorumun için teşekkür ederim. Görüşmek üzere tekrar 🙂
Merhaba Mustafa,
Çok güzel bir öyküydü buram buram insamızın mazlumluğu, sevdaya verdikleri değer işlenmiş öyküye. Dönmeyecek olanı bekleyen ve verilen söze mezara kadar sadık kalan bir insanın tertemiz öyküsüydü. Dilin de aktı gitti. Çok çok güzeldi eline sağlık.
Görüşmek üzere.
Selamlar Erdoğan,
Okuyup değerlendirdiğin, değerli yorumunu esirgemediğin için teşekkür ederim. Yeni öykülerde görüşmek üzere. 🙂
Merhaba,
Öykünüz bu seçki için yazdığım ilk öykümü anımsattı bana.
Güzel, samimi, dokunaklı bir öyküydü.
Bazı cümlelerde cümle kuruluşunda sorun var gibi. Öyküyü sesli okursanız eminim siz de fark edeceksiniz. Onun haricinde başarılı bir öyküydü.
Kaleminize sağlık.
Aynı öykü hissiyatında buluşmak gayet güzel olmuş kanımca; ilk öykünüzü hatırlatması sebebiyle.
Cümleler genel olarak uzundu bu öyküde. Ondan bazı sıkıntılar olmuş olabilir gözümden kaçan.Önerinizi dikkate alacağım.
Kıymetli yorumunuz için teşekkür ederim. 🙂
Merhaba;
Güzel, duygusal bir öyküydü. Anlatımınızı özellikle kebapçı bölümünü çok sevdim. Başlardaki zaman kipi konusunda biraz takıldım. Onu da yazayım içim rahat etsin:) Ellerinize sağlık.
“Vakkas amcayı toprağa emanet ettikten sonra herkes evine doğru yol almış ilerlerken yanıma yaklaşan muhtar, elime bir anahtar uzatmıştı. (uzattı) Bu ne der gibi bakmıştım.(baktım) “Olur da bir şey olursa bana, bunu bizim öğretmene ver, dediydi,” gözleriyle Vakkas amcanın istirahatgahını işaret ederek o an. Sessizce aldım yedek anahtarını. Omzuma babacan bir tavırla vurup yola koyulanların arasına katılan muhtardan sonra mezarlıkta benden başka kimse kalmamıştı. Ben de Vakkas amcanın benden isteği üzerine kirli, kaba saba, yolda görseniz üstüne basıp geçeceğiniz şapkayı iç tarafı görünecek şekilde mezar başına birkaç bez parçasıyla bağlayıp sabitledikten sonra biraz gerileyip baktım. İşte, istediği gibi olmuştu.”
” ortak bir para birikintisi ” burada birikinti kelime anlamıyla uygun değil gibi geldi bana. “Ortaklaşa biriktirdikleri para” olabilir mi?
Değerli yorumun, değerlendirmen için teşekkür ederim. Son gün azizliğine uğramış olmak dediğiniz hatalara yol açmış zaman kiplerinde. Ortak para mevzusu ise tercih meselesi diye düşünüyorum; pek tabii sizin dediğiniz de gayet uygun. 🙂
Mustafa merhaba,
Ancak okuyabildim ve öyküden sonra geç kalmışlık hissi iyice ağırlaştı. 🙂 Ama hiç yoktan iyidir.
Vakkas amcanın konuşmaları ve yöresel kelimelerin lezzeti ile öykünün etkisi artmış. Mekanlarla da öykünün toplam algılanabilirliği konusunda güzel bir görüntü çıkmış ortaya. Öyküyü çok beğendim. Şahane cümleler okudum. Hem sıcak, hem komik, hem hüzünlü, ama her hali ile duygulu bir metin olmuş. Öykün, okuyanda kolayca karşılık bulacak kadar nitelikli. Temaya uyum çok öncelikli bir şey olmasa da benim için, şapkanın hikayedeki yeri de çok hoş. Bir “helal olsun!” dedirtti bana açıkçası.
Arkadaşlarım da değinmiş ancak tek sıkıntı sizin tercihinizden de ziyade birkaç yüklem için yanlış zaman kullanımları idi. Ancak ne kadar dikkatli olunursa olunsun, böyle ufak tefek şeyler gözden kaçabiliyor. Hiç sıkıntı değil. Eline, kalemine sağlık.
Diğer seçkilerde görüşmek üzere…
Selamlar Cem,
Ayrıntılı yorumun, ayırdığın vakit ve kıymetli sözlerin için teşekkür ederim. Yeni öykülerde görüşmek üzere. 🙂