Öykü

Süreyya Devran’ın Tuhaf Öyküsü

Süreyya Devran fötr şapkasını zarifçe çıkardı, gülümseyerek başını önüne eğdi.

“Merhaba. Namüsait bir zaman değildir umarım.”

“Merhaba” diye karşılık verdi karşısındaki sandalyeye yerleşen adam. “Bilakis, daha müsait bir zaman olamazdı. Nasılsınız Süreyya Bey?”

“Teşekkür ederim.”

Süreyya Devran pardösüsünü çekiştirerek sandalyesinde huzursuzca kıpırdandı. Kırışmış göz kapaklarının arasında zümrüt gibi parlayan gözleri ile etrafı süzdükten sonra öne doğru eğildi. Kısık bir sesle “Sanırım izleniyorum, Yahya Bey” dedi. “Notlarım elinize ulaştı mı?”

“İstediğiniz gibi elden teslim edildi. Bu konudaki hassasiyetinizi anlayabiliyorum. Müsterih olun lütfen. Neden izlendiğiniz hissine kapıldığınızı sorabilir miyim?”

Yahya Bey, tıpkı Süreyya Devran gibi öne doğru eğilmiş, kısık sesle konuşuyordu. Kadıköy’ün ara sokaklarındaki küçük kahvehanelerde adet olduğu üzere saçı sakalı birbirine karışmış bir genç siparişleri almak üzere masaya yaklaştı. İki adam hafifçe birbirinde uzaklaşıp siparişlerini verdikten sonra Süreyya Devran fötr şapkasını düzeltir gibi bir hareketle yan masalarında oturan adamı işaret etti.

“Kareli gömlekli adam… Bu sabah evimin yakınında rast geldim” dedi. “Benimle aynı vapurdaydı. Şimdi de burada.”

Yahya Bey omuz silkti. “Siyah gür saçları olan gür bıyıklı bir adam. Bu pek çok kişinin tarifine uyar, Süreyya Bey. Yüzü de pek seçilmiyor üstelik. Üç farklı kişiyi birbirine benzetiyor olamaz mısınız?”

Süreyya Devran gücenmiş bir eda ile kaşlarını çattı. “Ne gördüğümü çok iyi biliyorum” dedi.

“Sadece sizi rahatlatmaya çalışıyorum. Beyhude endişelenmenizi istemem” diye karşılık verdi Yahya Bey.

İki elini kendini savunmak ve karşısındaki adama güven vermek ister gibi havaya kaldırmıştı bunu söylerken. Yahya Bey’in kömür karası saçları, yaşına göre çok derin ve huzur dolu nazarları, tabiri caizse kadife gibi yumuşak sesi hep karşısındakine güven verirdi. Bunu pekiştirmek ister gibi tane tane konuşurdu.

“Yine de…” dedi. Gülümsedi. “Paranoyaklar kolay kolay hata yapmazlar.”

Saçı sakalı birbirine karışmış genç, elinde kahve tepsisi bulunduğu halde masalarına yaklaşırken kareli gömlekli adam da kalkıyordu. Kahveler masaya konduğunda Süreyya Devran ile Yahya Bey baş başa kaldılar.

Süreyya Devran’ın tekrar güvenini kazandığını anlayan Yahya Bey arkasına yaslanıp kahvesinden bir yudum aldı.

“Anlatın bakalım. Baraka’da neler oluyor?”

“Geçen hafta size bahsettiğim arkadaşlar Sarp Sınır Kapısı’ndan giriş yaptılar. Bu kapıda Ordu’dan Artvin’e kadar tüm Doğu Karadeniz illerinden Gürcistan’a ve oradan buraya yoğun bir ticaret ve turizm trafiği olduğundan güvenlik görece zayıftır. Tepegöz ve üç arkadaşı için birer sahte kimlik yeterliydi bu yüzden.”

“Notlarınızda Tepegöz’den bahsetmemiştiniz. Yalnızca Gazne’de görevli dört arkadaş yazıyordu.”

“Tepegöz uzun boylu, dazlak bir adam. Giyiminde sürekli siyahı tercih eder. Kendisine büyük gelen gömlekler, bol paça pantolonlar ve bileklerine kadar uzanan pardösüsü… Diyelim ki, rüzgarlı bir havada kıyafetleri öyle savrulur ki, onu siyah çarşaflara sarınmış çıplak bir adam sanmanız olağandır. Sol gözünü bir kaza sonucu kaybetmiştir. Ama Tepegöz lakabını bu kaza ile değil, kimsenin göremediğini görebilmesi özelliği ile hak etmiştir.”

“Devam edin lütfen” dedi Yahya Bey. Bir yandan not alıyordu Süreyya Devran’ın anlattıklarını.

“Onları Artvin’de Kenan Bey karşıladı. Şavşat’ta, Karagöl’ün kıyısında küçük bir otel işletiyor Kenan Bey. Tepegöz ve ekibi için o gün oteli kapatmıştı. Gözlerden uzak olan bu yer, gizli toplantılar için oldukça idealdi. Otele vardıklarında Kenan Bey dinlenmeleri için odalarını gösterdi ama Tepegöz hemen çalışmaya başlamak istiyordu. Eşyalarını bıraktıktan sonra lobide buluştular.

“‘Kenan Bey, bize yapmamız gerekeni anlatın lütfen’ dedi Tepegöz.

“‘Size ne kadar bilgi verildi?’

“‘Baraka’dan gelen notta bugün Türkiye’ye giriş yapmamız ve sizinle buluşmamız gerektiği yazıyordu. Bunun dışında bir bilgi almadık.’

“Kenan Bey, büyük bir yükü omuzlarında hissetmiş gibi bakışlarını yere çevirip derin bir nefes verdi. ‘Hedefiniz bir okul’ dedi nihayet.

“‘Yeri? Özellikleri?’

“‘Diyarbakır, Cizre… Kuruluş tarihinden kimse emin değil. Ama Osmanlı’da medrese olarak kullanıldığı biliniyor. Bugünlerde bir vakıf koleji olan bu okul lise düzeyinde eğitim veriyor.’

“O sırada ekipten biri olan Sinan ile Tepegöz göz göze geldiler. ‘Sinan, sen Şanlıurfa’ya git. Mehmet Battan ile irtibata geç. Gerekli ayarlamaları yapın.’ Yüzüne hafif bir tebessüm yayılırken tek gözü ışıl ışıl parlıyordu. ‘Sanırım bulduk.'”

Beklenmedik bir telefon sesi ile Süreyya Devran’ın sözü kesildi.

Yahya Bey henüz telefonu cevaplamadan “Özür dilerim” dedi. “Gitmek zorundayım. Bu çok önemli.”

Süreyya Devran her ne kadar gücenmiş olsa da “Mühim değil” diye cevap verdi.

“Sizden haber bekliyor olacağım.”

Süreyya Devran fötr şapkasını çıkararak nazikçe selamladı Yahya Bey’i.

“İyi günler.”

Süreyya Devran Kadıköy’ün kalabalık sokaklarından iskeleye doğru yürürken çevresini dikkatle inceliyor, neredeyse her adımında arkasında olup biteni kontrol ediyordu. Adımlarını hızlandırmıştı. Bir an evvel evine dönmek istiyordu. Yahya Bey ile görüşmelerini evinde ya da ofisinde yapsa daha mı iyi olurdu yoksa? Güvenlik sebebi ile adreslerini gizli tutuyor, mümkün olduğunca Yahya Bey ile planladıkları gibi haftada bir görüşüyordu. Ancak o günkü gibi beklenmedik görüşmeler, her seferinde Süreyya Devran’ı tedirgin ediyordu.

Vapura bindiğinde biraz olsun rahatladı. Kız Kulesi’ni görebileceği bir yer seçip oturdu. Yahya Bey ile görüşmelerini düşünüyordu. Son zamanlarda görüşmeleri Süreyya Devran’ın talepleri sebebiyle sıklaşmıştı, ancak Yahya Bey’in bu görüşmeleri olabildiğince kısa tuttuğu anlaşılıyordu. Belki de planlanan günler ve saatler dışında görüşme talep etmemeliydi.

Orta yaşlı, esmer bir kadının yanına oturması ile düşünceleri bölündü. Kadının sade makyajı, gösterişsiz giyimi ve özensizce topladığı siyah saçlarından ilgi odağı olmaktan kaçındığı anlaşılıyordu. Yine de uzun boyu ve güçlü vücut yapısı ortalama bir gözlemcinin nazarından kaçacak gibi değildi.

“Merhaba” dedi. “Namüsait bir zaman değildir umarım.”

“Bilakis, daha müsait bir zaman olamazdı” diye karşılık verdi Süreyya Devran.

İlk engeli aştığını düşünen kadın rahatladı. Gülümseyerek “İsmim Mualla” dedi.

“Merhaba, Mualla Hanım. Sizi dinliyorum.”

“Ben, Sinan’ın nişanlısıyım. Buraya onun isteği üzerine geldim. Sinan Şanlıurfa’ya geçtikten sonra Tepegöz ile irtibatı kesildi. Eğer bana Cizre’deki okulun adını ve operasyon zamanını söylerseniz, Sinan’ın ekip ile tekrar buluşmasını sağlayabilirim.”

“Bunlar, sizinle paylaşacağım türden bilgiler değil, Mualla Hanım.”

“Bakın… Sinan için çok endişeleniyorum. Bu görev yüzünden hayatı tehlikede olabilir.”

“Hepimizin hayatı tehlikede. Amacımıza ulaşmamızı istemeyecek çok güçlü insanlar var. Ancak Sinan kendi alanında en iyisidir. Ayrıca Baraka’nın koruması altındadır. O yüzden müsterih olun.”

“En azından bana operasyon hakkında bilgi verirseniz, biraz rahatlamamı sağlayabilirsiniz, Süreyya Bey. Buna çok ihtiyacım var.”

“Sinan Mehmet Battan’dan emanetleri almış mı?”

“Neydi bu emanetler?”

Süreyya Devran’ın gergin yüz hatları ruh halini yansıtmaya yetiyordu. “Gizli bilgi… Çok soru soruyorsunuz Mualla Hanım. Bu şekilde Sinan’a yardımcı olamayız.”

“Affedersiniz.”

“Sinan’a söyleyin, Cizre’ye gidip haber beklesin” dedi sert bir tonda. “Ayrıca irtibatı koptuğunda ne yapması gerektiğini çok iyi bilir Sinan. Nişanlısını göndermek gibi çocukça işlere kalkışmaz.” Durdu, içinde bulunduğu durumu kavramaya çalıştı. “Sen Sinan’ın nişanlısı değilsin!” dedi.

Mualla elini cüzdanına götürüp kimliğini çıkardı. “Terörle Mücadele. Benimle emniyete gelmeniz gerekecek, Süreyya Bey. Arkadaşlar Beşiktaş İskelesi’nde bizi bekliyorlar.”

Beşiktaş Emniyet Müdürlüğü’nün bodrum katında duvarları gri, zayıf bir floresan lamba ile aydınlatılmış küçük bir odada oturuyordu Süreyya Devran. Yanında Mualla ile gür saçlı, gür bıyıklı bir adam duruyordu.

“Seni tanıyorum. Sen beni takip eden adamsın.”

“Adım Mustafa.”

“Süreyya Devran.”

“Biliyorum.” Mustafa gülümsedi.

“Yahya Bey’i görmek istiyorum.”

“Yahya Bey avukatınız mı?”

“Hayır.”

“Öyleyse göremezsiniz. Bize zorluk çıkarmadan her şeyi anlatın, Süreyya Bey.”

“Size anlatacak bir şeyim yok.”

Bu, Mustafa ve Mualla’nın seyrek de olsa gördükleri bir tavırdı. Terör örgütü üyelerinin kendilerinden emin, yaptıklarının doğruluğuna sonuna kadar inanmış ve ideolojileri uğruna canlarını vermeye hazır tavırlarına daha önce de şahit olmuşlardı.

“Cizre’yi daha yeni temizledik!” dedi Mustafa sert bir eda ile. “Yine hangi okulu patlatacaktınız?”

“Patlatmak mı?” Süreyya Devran şaşırmıştı.

“Tepegöz, okulu bombalamak için görevlendirilmedi mi?”

“Hayır. Ekibin görevi okulu patlatmak değil.”

“Ne peki?”

“Gizli bilgi…”

“Benim karşımda ‘Gizli bilgi’ yok!” diye bağırdı Mustafa.

Süreyya Devran’ın sinirleri gerildi. Nefes alışverişleri düzensizleşiyor, elleri titriyordu. Taşikardiyi şiddetli bir baş dönmesi izledi. Titrek bir sesle “Su… Bir bardak su getirin” diyebildi.

Mualla koşarak sorgu odasından çıktı, bir dakika sonra bir bardak su ile geri döndü. Süreyya Devran suyu içtikten sonra nefesini kontrol etmeyi nispeten başarabildi. “Yahya Bey’i görmek istiyorum” dedi.

“Avukatınızdan başka kimseyi göremezsiniz, Süreyya Bey” diye yanıtladı Mualla. “Doktorlarımız sizinle ilgilenecektir.”

Süreyya Devran bir elini havaya kaldırarak “Lüzum yok” dedi. Yıllardır içinde biriktirdiği huzursuzluk ve tedirginliği bir anda üzerinde hissetmişti sanki. Sanki dünyanın tüm yükü ve sorumluluğu omuzlarına binmişti. “Bu stresle fazla yaşamam sanırım. Bakın… Size her şeyi anlatamam” diyebildi nihayet.

“Ne kadar öğrenebilirsek o kadar iyi” dedi Mustafa. “İlk olarak; operasyon yapılacak okulun adı ne?”

“Cezeri Koleji…”

“Mehmet Battan adlı şahısla bağlantınız ne? Silah desteğini o mu sağlıyor?”

Süreyya Devran omuz silkti. “Hayır. Silahlı eylem planlamıyoruz.”

“Planınız ne peki?” Bu kez soruyu yönelten Mualla oldu.

“Bu bir araştırma görevi… Cezeri Koleji’nde bulmayı umduğumuz şey, insanlık tarihini değiştirecek türden.”

“Bir silah mı arıyorsunuz?” diye sordu Mustafa.

“Bu ne için kullandığınıza göre değişir. Elbette bir silah olarak da kullanılabilir.”

“Mehmet Battan bu işin neresinde?”

“Mehmet Bey, Sinan’ın babasıdır. Ailesi, Şanlıurfa’nın köklü ailelerindendir. 92’de Harran Üniversitesi’nin kurulmasına büyük katkıları olmuştur. Onun dedesi Cabir Efendi ise Battani Laboratuvarları’nın kurucusudur. El Battani’nin soyundan gelirler.

“El Battani, 858 – 929 yılları arasında yaşamış bir astrofizikçiydi. O da tüm bilim adamları gibi çalışmalarını kayıt altına aldı. Bu kayıtlar nesilden nesle, Mehmet Bey’e kadar ulaştı. Ancak bir kısmı yüzyıllardır kayıp. Ve o kayıp bölümün, Cezeri Koleji’nde bulmayı umduğumuz şeyin anahtarı olduğunu düşünüyoruz. Bu yüzden El Battani’nin kayıp el yazmaları o okuldan çıkarsa buna hiç şaşırmam.”

Süreyya Devran durdu, gülümsedi. “Bunu hiç böyle düşünmemiştim” dedi. “Bunca zaman burunlarının dibindeymiş. Şanlıurfa – Cizre arası kaç kilometrelik mesafe ki?”

Mustafa ve Mualla hiçbir şey anlamadan birbirlerine bakıyorlardı. Allak bullak olmanın tanımı bu olsa gerekti. Bu saygın görünüşlü yaşlı adamdan dinledikleri, sorgu odasına getirdikleri diğer suçlulardan dinleyemeyecekleri türden şeylerdi.

“Okulda ne bulmayı umuyorsunuz?” diye sordu Mualla.

“Bir geçit…”

“Mağara ya da tünel gibi mi? Bu geçit nereye açılıyor?” dedi Mustafa.

Süreyya Devran büyülenmiş gibi gözlerini kocaman açarak bakışlarını boşluğa yöneltti. Yüzüne yayılan gülümsemeye engel olamadan “Başka dünyalara…” dedi.

“Bu sorgu iyice kontrolden çıktı” dedi Mustafa. Odayı hızlı adımlarla turlarken öfkesini bastırabilmek için aldığı eğitimi hatırlamaya çalışıyordu.

Mualla, hem Mustafa’yı sakinleştirmek, hem de Süreyya Devran’ın anlatmaya devam etmesini sağlamak için aklına gelen ilk şeyi sordu. “Başka dünyalardan kastınız nedir? Devrim‘den sonrası mı?” Alaycı bir tonda ekledi: “Ya da, ne bileyim, paralel evrenlere mi?”

Süreyya Devran ciddileşti birden. Bakışlarını Mualla’ya çevirdi. “Sanmıyorum. Başka gezegenler olabilir. Başka boyutlar, başka zamanlar belki de… Ama birden fazla evren olduğu fikrini asla benimsemedim.”

“Bu kadar yeter!” Mustafa bu işten sıkılmaya başlamıştı. “Bizimle oyun oynamayı bırak da gerçeği anlat!”

“Oyun falan oynadığım yok. Meselenin ne kadar ciddi olduğunu görmüyor musun?”

“Bana bak ihtiyar… Söylediğin tarihlerde Tepegöz’ün tarifine uyan kimse Sarp Sınır Kapısı’ndan giriş yapmamış. Karagöl’ün kıyısındaki oteli işleten adamın adı Kenan değil. El Battani’nin soyundan hayatta kalan kimse yok! Cezeri Koleji diye bir okul yok! Ama en önemlisi dünyalar arası geçit diye bir şey yok! O yüzden, bırak dalga geçmeyi de anlat!”

Süreyya Devran’ın nefesi sıklaşmaya başladığında yeni bir nöbetin yaklaşmakta olduğunu hissetti. Titreyen elini önündeki su bardağına götürürken Mualla onu sakinleştirmek ister gibi elini Süreyya Devran’ın omzuna koydu.

“Peki ya Baraka?” diye sordu Mualla. “Teşkilatınızın adı bu değil mi?”

Süreyya Devran kendisine inanan birini bulduğu için rahatlamıştı. Şükran dolu gözlerle Mualla’ya bakarken suyundan bir yudum aldı.

“Baraka…” dedi. “Baraka karargahımızın adı. Ayrıca doğduğumuz yerin… Ve öldüğümüz yerin… Ve sonsuza kadar yaşayacağımız yerin…” Mustafa’ya döndü. “Aradığın kanıtları Baraka’da bulacaksın.”

“Bizi oraya götür” dedi Mualla.

Arnavutköy’de, İstanbul Boğazı’nın kıyısındaki bir yalının bahçe kapısına gri renk bir Clio yaklaştığında, takım elbiseli bir güvenlik görevlisi aracı kontrol etmek üzere kulübesinden ayrıldı. Şoför mahallinde oturan Mustafa kimliğini çıkarıp güvenlik görevlisine uzatırken Süreyya Devran da arka pencereyi açarak kendini güvenlik görevlisine gösterdi.

Mustafa’nın kimliğine kayıtsız kalan güvenlik görevlisi “Hoş geldiniz, Süreyya Bey. Ben, Yahya Bey’e geldiğinizi haber vereyim” dedi.

Aracı garaja bıraktıktan sonra Mustafa yalının ana kapısına yöneldi. “Baraka dediğiniz yer burası mı?” dedi alaycı bir eda ile.

Süreyya Devran ciddiyetini kaybetmeden “Hayır, bu taraftan lütfen” diye karşılık verdi.

Yalının bahçesindeki çiçek tarhlarının arasından, dar bir patika üzerinde bir süre yürüdüler. Denize iyice yaklaştıklarında iki ağaç arasında tahtadan, derme çatma bir kulübe gördüler. Süreyya Devran, takım elbiseli, iri cüsseli bir adamın küçük bir çocuğu iterek kulübeye sokmaya çalıştığını gördüğünde gözleri karardı. Dengesini kaybetti. Düşmek üzereyken Mualla onu kolundan yakaladı.

“İyi misiniz, Süreyya Bey?”

“İyiyim, iyiyim…” Süreyya Devran başını kaldırdığında orada kimsenin olmadığını gördü. “Gelin lütfen…”

Kulübeye vardıklarında Süreyya Devran kapıyı açtı. Mustafa, ardından Mualla tedirgin adımlarla içeri girdiler. Kulübenin içi dışından çok daha küçük görünüyor, tahtadan dört duvarı insanın üzerine yıkılacakmış hissini uyandırıyordu. Duvarların önünde üst üste konmuş kitaplar, defterler, daha çok da ciltlenmemiş sayfalar, kulübenin ortasında küçük bir masa, masanın üzerinde eski bir daktilo bulunuyordu.

Mustafa etrafı incelerken Mualla eline geçen ilk sayfayı alıp okumaya başlamıştı. Bu sırada Yahya Bey’in yumuşak sesi duyuldu. “Merhaba, Süreyya Bey, nasılsınız?”

Süreyya Devran onu gördüğüne sevinmişti. Gülümseyerek “Namüsait bir zaman değildir umarım” dedi.

“Bilakis, daha müsait bir zaman olamazdı.” Mustafa’ya döndü. “Sizinle görüşebilir miyim, memur bey?”

Mustafa, Süreyya Devran ile Mualla’yı baş başa bırakıp barakadan ayrıldı. Yahya Bey ile birlikte kulübeden uzaklaştılar.

“Ben psikiyatr Dr. Yahya Devran. Konu nedir?”

Artık Mustafa, Süreyya Devran’ın bir suçlu olmadığından emindi. Üstelik anlattığı deli saçması şeyler suç sayılmazdı da. “Belli ki bir yanlış anlaşılma olmuş. Süreyya Devran’ın akrabası mısınız?”

“Ağabeyim olur.”

“Ağabeyinizin nesi var, Yahya Bey?”

“Şiddete bağlı psikotik bozukluk. Gerçek ile hayal arasındaki farkı ayırt etmekte güçlük çekiyor.”

“Şizofren mi?”

“Ağabeyim için bu kelimeyi kullanmaktan hoşlanmıyorum.” Yahya Devran hüzünlü bir eda ile cevap verdi.

“Hastalığın seyrini öğrenmem, raporları incelemem gerekecek. Bu durum çoğu zaman tehlike arz eder, Yahya Bey.” Yaptığı hata bir an için gülümsetti Mustafa’yı. “Bunu benden çok daha iyi biliyor olmalısınız.”

“Elbette… Zaten, kendisi sürekli gözetimim altındadır.” Yahya Devran kendini konuşmaya devam etmek zorunda hissediyordu. “Ayrıca ağabeyim kesinlikle zararsızdır. Hayal dünyası tertemizdir. Okumak ve yazmaktan başka bildiği hiçbir şey yoktur desem yalan olmaz. O kulübede yaşar. Sürekli yazar. Yazdıklarını yardımcımız vasıtası ile bana gönderir. Ben de haftada bir görüşüp terapi yaparım.” Bir an durdu. “Bu durum, ben doktor olmadan önce de böyle idi. O kulübeye –Baraka’sına– gider, hikayeler yazardı… Bana okuturdu…”

Hava ağırlaşıp Mustafa’nın üstüne çökmüştü sanki. Her ne kadar alışageldiği dışarıdaki dünya onu kendine çekse de, buradan hemen ayrılarak Yahya Bey’e kabalık etmek istemiyordu. Öte yandan, burası dışarıdaki dünyadan çok daha temiz görünüyordu gözüne. Cinayetler, tecavüzler, gasp ve hırsızlık vakaları yoktu. Devlet düşmanları yoktu. Onun yerine küçük bir barakaya sığdırılmış uzay gemileri, zaman geçitleri, belki de ejderhalar ve şahmeranlar vardı.

“Sebebini biliyor musunuz?” diye soracak oldu, vazgeçti. Meseleyi kurcalayıp Yahya Bey’i huzursuz etmenin manası yoktu. Onun yerine “Biz müsaadenizi isteyelim, Yahya Bey” dedi. “Bahsettiğim konular için aramanızı bekleyeceğim. İyi günler.”

“Size de” diye karşılık verdi Yahya Devran.

Süreyya Devran, Yahya Devran’ın yanına yaklaştı. “Kusura bakmayın, Yahya Bey. Size zahmet verdik.”

“Estağfurullah, efendim. Ne zahmeti…” Yahya Devran gülümsemeye çalışıyordu.

“Beni yalnız bırakmayın, ne olur.”

Süreyya Devran’ın Tuhaf Öyküsü” için 6 Yorum Var

  1. Güzeldi, gerçekten güzel bir hikayeydi. Refik Halit Karay’ın “Yer Altında Bir Dünya Var” adlı, fikrimce ustaca yazılmış bir romanı var. Süreyya Bey de bana o kitabın baş karakterini çağrıştırdı.
    Akıcıydı öykünüz, açıkçası bir hata da bulamadım anlatımında.
    Düşününce Süreyya Bey’den daha çok hikaye çıkabilir, farklı maceralara atılabilir Süreyya Bey. Bu karakteri bu öyküyle rafa kaldırmayın bence.

  2. “Içi dışından küçüktü”

    Tümcesinde aklıma TARDIS geldi 🙂 Öykünün sonu benim için tam bir sürpriz oldu, sanmıştım ki bu devam edecek olan bir öykünün ilk bölümü ve biz Baraka denen topluluğun ve Süreyya Bey’in maceralarını okuyacağız. Sonuna kadar bizi Süreyya Bey’in dünyasına inanadırıp son kısımda aslında yalan olduğunu söyleyip resmen beynimize müthiş bir darbe indiriyorsunuz. Bence muhteşemdi ama Süreyya Bey ve onun kurgusunu boşa harcamayın. Öykü dizisi bekliyorum 🙂

  3. Bu öyküden sonra arşivde başka öykünüz var mı diye bakma isteği duydum.
    Daha çok yazmalısınız. Daha çok yazıp göndermiyorsanız haksızlık edersiniz.
    Diliniz ve örgünüz en sıradan konuları bile edebi bir esere dönüştürecek pırıltılar taşıyor. İhmal etmeyin.

  4. Keyifle okuduğunuz bir öykü yazabildimse ne mutlu…
    Güzel yorumlarınız için teşekkür ederim.
    Karakterime duyduğunuz özel ilgi için ayrıca teşekkür ederim.

  5. Merhaba; öykü dili, akıcılığı, gizemi sona kadar götürebilmeniz, isimler, kurgu hepsi çok güzeldi. Ben de başka öykünüz var mı diye baktım ve Saatçi Hikmet’e bayıldım. Her iki öykü içinde sizi kutlarım. Umarım, bu sitedeki gibi uzun aralıklarla yazmıyorsunuzdur. Başka öyküleriniz de varsa paylaşmanızı isterim açıkçası. Ellerinize, yüreğinize sağlık.

    1. Teşekkür ederim. Saatçi Hikmet’i bulabilmek için 2013’e kadar geri gitmenize şaşırdım doğrusu 🙂
      Maalesef çok seyrek yazıyorum gerçekten. 2013’ten bu yana başka birkaç öykü de yazdım ama aylarca, yıllarca tek kelime yazmadığım da oluyor.
      Yazdıklarımın beğenilmesi ve takdir edilmesi beni teşvik ediyor. Teşekkür ederim, tekrardan.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *