Öykü

Temas

“Keşke buralara bu adamla gelmeseydik” dedi İbrahim. “Ne yapacağını kestiremiyoruz.”

“İyi ama bu adam, toprak işlerinden iyi anlıyor” dedi Mesut. “Üstelik benim kardeşim” Hakikatten nöbeti devralıp seraya giden adamda ileri düzeyde bir sezgi vardı. Geldiği yere uyum sağlamak için kendini Abraham olarak tanıtan İbrahim, Mesut ve Âdem kendilerini buralara getiren Titan adlı gemiden Jüpiter yakınlarında inmişlerdi. Adı gibi kendisi de dev olan gemi hiç durmadan Dünya ile Jüpiter arasında dönüyor, yükleri ve yolcuları küçük uzay araçlarıyla biniyorlardı ve iniyorlardı. Yıllar önce hayal edilen hiç durmayan ekspres fikrinin somut örneğiydi. Kendi için belirlenen bir ucu dünya diğer ucu Jüpiter olan yörüngede dönüp duruyordu. Turunu üç aydan biraz uzun bir sürede tamamlıyordu.

Bütün uzay işlemlerine hâkim olan ‘Dünya Dışı Yerleşim Kurumu’ kendi seçiyordu kolonicileri. Önce genç ve sağlıklı bireyler olacaktı seçilenler. İkinci temel koşul, iyi bir eğitim almalarıydı. Bu başarılı eğitim hayatı ve mesleğinde en az beş yıl çalışmış olmak demekti. Üçüncü vazgeçilmez koşulsa sağlam bir referans göstermeliydiler. Bu yüzden üç arkadaş uzun süren elemelerden sonra buraya gelmeye hak kazanmışlardı. Kolay değil yüz milyonlarla ölçülen kilometre aşmışlar, haftalar süren yolculuk yapmışlardı. Şimdi kendilerini üç kişilik bir gurup olarak karanlık bölge sınırına yakın bir yerde görevlendirmişlerdi.

Yapmaları gereken iş zor değildi. Kendilerine zimmetlenen serayı düzenli ve sürekli kontrol etmekti. Bir tür ortaklık olarak işliyordu sistem. Çalıştıkları seranın ki onlar bu sayede hem maaş hem de kazançtan küçük bir pirim alıyorlardı. Üç günden fazla bir süre dev gezegenin yansıyan ışığında izliyor ve raporluyorlardı seradaki bitkileri. Sonraki üç gün karanlıktaki durumlarını izliyorlar ve yine raporluyorlardı. 12 saat nöbetçi kalıyorlar diğer 24 saat dinleniyorlardı. Üzerinde yaşadıkları dev uydu gezegenin çevresini yedi günden biraz fazla bir sürede dolanıyordu. Yani üç buçuk gün aydınlık gün ışığını andıran ortamdaydılar. Diğer üç buçuk gündeyse sadece uzayın ve yıldızların ışığında kalıyorlardı. Ayda bir defa yerlerine başka elemanlar geliyor ve kendileri merkez kente gidiyorlardı. O da üçü birden değil birer birer gitmek zorundaydılar.

“Ya arkadaş şuna bir baksana” dedi. Mesut İbrahim’in gösterdiği monitöre baktı. Acil durum dışında kullanılmayan dar kapıdan dışarıya çıkmıştı yine Âdem.

“Vallaha işimizden olacağız” dedi İbrahim. Mesut ne yapacağını bilemedi. Bu adam neden bu kadar uzağa gitmeye çalışıyordu anlayamıyordu.

“Onun sezgileri ve çalışmaları sayesinde diğer seralardan daha verimli olarak çalışıyoruz. Verimimiz arttığı için de birazda olsa fazla para kazanıyoruz. Olanlar içinde o kadar endişelenme, izlemeleri gereken çok monitör olduğu için dikkatlerini çekmez” dedi İbrahim’e ama buna kendisi de inanmıyordu. “Üstelik gece bölümündeyiz karanlıkta neler olduğunu anlamazlar” dedi. İbrahim’in kızgınlığı geçmiyordu.

“Olsun sen yine konuş kardeşinle. Bu defa durumu daha ciddi olduğunu söyle” dedi. Ardından sesini yumuşatarak, “Buralara para kazanmak için geldik o halde geldiğimize değsin. Kıçımıza tekmeyi yemeyelim, biraz daha dikkatli olalım. Eğer bir daha tekrar ederse durumu bildirmek zorunda kalacağım” dedi.  Mesut bir kelime etmedi sadece kafasını sallamakla yetindi.

Âdem, diğerleri gibi üç dört aydır buradaydı. Dünyanın dışına çıktıkları ilk günden beri alışmıştı yeni hayatına. Kendisinin yeni durumuna bu kadar kolay uyum sağlayabileceğini düşünmemişti. Bir buçuk aya yakın süren yolculuk boyunca rahat etmişti. Adına Titan dedikleri ve hiç durmadan yolculuk ettiği söylenilen dev gemide ne ararsan vardı. O yoksul haliyle beğenmişti gördüklerini, tattıklarını. En ucuz biletli kamaralar bu kadar hoşuna gitmişken ya lüks kamaraları görseydi ne olurdu bilmek isterim” demişti ağabeyi Mesut. Eğer dünyadaki sizi zorunlu konuk eden kamplarda yaşıyorsanız ve sizlere bahşedilenlerle yetinmek zorunda kalıyorsanız Titan adlı gemide yedikleriniz cennet yemeği gibi gelirdi.

Dünyada sayısız kamplar vardı. Kimi bir kent kadar büyük kimi köy kadar küçüktü. Kamplar, güvenliğin son aşamada olduğu çoğu insanın gönüllü-zorunlu konuk edildiği yerlerdi. Orada minimum düzeyde de olsa ihtiyaçlarınız karşılanırdı. Tek tip giysiler, besleyici ama lezzetsiz üç öğün yemek vardı. Hiç kesilmeyen ama sadece onların yayınlarını izleyebildiğiniz Tv ve sınırsız internet vardı. Size verilen görevleri yaptığınız müddetçe bir sorun yaşamazdınız. Düşünmek ve kendinizi geliştirmek için çaba göstermenize gerek kalmazdı. Tabut diye adlandırılan küçük dar ranzalarda yatardınız. Size gösterilen işi yapar veya size ayrılan küçük toprak parçasında dilediğinizce uğraşabilirdiniz. Yönetimin istediği saatlerde uyur, onların istediği saatlerde uyanırdınız. Tek bir kural vardı; itaat et rahat et. Her şey iyiydi güzeldi ama çok sıkıcıydı. Neyse ki ağabeyi Mesut kolonilere gitmek isteyenlerin arasına seçilmişti. Neyse ki ağabeyi Mesut, kendisini yanına aldırmıştı.

Mars’ı geçtikten sonra başına dert olan rüyalar başlamıştı. Buraya adına Ganymede denilen yere inince rüyasız geçen gecesi olmamıştı. İki gündür ise kafasının içerisinde bir ses kendisine gelmesini söylüyordu. Kim olduğunu, nerede yaşadığını bilmiyordu ama kendisini sürekli çağırıyordu. En kötüsüyse bu rüyaları duyduğu sesleri kimseye hatta ağabeyinizle bile anlatamazdınız. Yoksa sizi gemiye bindirir geri gönderirlerdi. O sabahta göreve gitmeden önce aynı rüyayı görmüştü ve rüyasındaki ses “Gel, korkma” diyordu.

Âdem’in nöbetçi olduğu o gece, Ganymede, gezegenin arka yüzündeydi. Genç adam dış uzayın yıldızlarla bezenmiş ışığında çalışıyordu. Ağabeyinden saat 00.00 da nöbeti almıştı. Bütün fidanlara tek tek bakmış, gelişmelerini elindeki tablete işlemişti. Kâh kafasını kaldırmış camların ötesinde yanıp sönen yıldızları izlemişti kâh eğilmiş toprağı avuçlamıştı. Doğduğu evin önündeki toprak gibi değildi. Kokusu yoktu, nemi çok azdı. Dışarıdan bu uyduya ait kayaların iri öğütülmüş haliydi. Ama yine de can veriyordu ektikleri tohumlara. Sebzeler yavaş ama düzenli olarak büyüyorlardı. Toprağın nemini kontrol etti, bazılarında beliren çiçekleri inceledi. “Allahın hikmeti “ diye düşündü. Dünyadan bu kadar uzaktayken bile büyüyordu fideler. Yeni sürgünler veriyor, çiçekler açıyordu. Zamanla açılan çiçeklerin meyveye döndüğünü görüyordu. Yeşilbiberler, sarıya yakın renklere sahip domatesler veriyordu. Doğduğu gezegeni aydınlatan pırıl pırıl güneşin soluk bir yansımasıyla da olsa büyüyorlardı.

Geniş serada gezerken fidelerle konuşurken vaktin nasıl geçtiğini anlamadı ve uyarı sesi geldi, mesaisi bitiyordu. Seranın uzak köşesinde duran minik ağacına yaklaştı. Şimdilik diğer fidanların arasında görünmüyordu ama birkaç ay sonra kendisini belli edecekti. Genel direktör ne tepki verecekti acaba minik portakal ağacını gördüğünde. Fidanın yanından kalkıp işine döndüğünde işte o zaman o sesi tekrar duymuştu. “Sınıra gel” Bu defa o kadar içten bir sesle çağırılıyordu ki hayır diyemedi.

Kenarda duran dolaba yaklaştı dış atmosfer giysilerini giydi. Vakumlu kapıya gitti. Kafasının içerisindeki ses hiç durmuyor, kendisini çağırmaya devam ediyordu. “Korkma biz dostuz” diyordu. Önce iç kapı kapandı. Ardından ince vızıltıyla çalışan hava pompaları ara kapıdaki havayı içeriye verdi. En son dış kapı açıldı. Cem, ağır adımlarla yürümeye başladı.

“Ya Mesut, baksana, sınıra iyice yaklaştı, ötesi için bizi defalarca uyardılar biliyorsun” dedi İbrahim. Ardından daha kararlı bir sesle “Allah verede bizi de onunla beraber geri döndürmeseler” dedi. Mesut daha sakindi, “dur bakalım” dedi sadece. Bir dakika sonrasındaysa Âdem’in geri geldiğini gördüler. Gördüler ama şaşkınlıktan olduğu yere yığılıp kalacaklardı neredeyse. Âdem’in yanında biri vardı. En az kendi kadar uzun bir gölge Mesut’un kardeşinin yanında geliyordu.

İki arkadaş, bulundukları dinlenme biriminden seraya koştular. Heyecanlıydılar hatta korkuyorlardı. İnsanoğlu gözlerini kendi dünyasının dışına diktiğinden beri yabancı yaşam formu arıyordu. Önce gezegenlerindeki olası izleri aramışlardı. Piramitlerden medet ummuşlardı, ‘Nazca düzlüklerindeki işaretler uzaylıların desteği olmadan yapılmış olamaz’ demişlerdi. Sonra güçlü teleskoplarla derinlere bakmışlar yaşamın olabileceği gezegenler aramışlardı. Merak etmişler zaman zaman umutlanmışlar, canavarca birilerine çatmaktan korkmuşlardı. Her seferinde aynı cevabı almışlardı Evrende yalnız mıyız? Sorusuna. “Hayır, bizden başka akıllı bir uygarlık yok.” cevabı gelmişti önlerine. Taa yedi yüz milyon kilometre ötede bile cevap değişmemişti. “Işığın bile bir uçtan bir uca milyarlarca yılda gidebildiği şu koca Evrende yalnızız.” Şimdi köyünde kendi halinde yaşayan biri, sıradan basit bir insan uydu üzerinde gittiği noktadan iki kişi olarak dönüyordu.

“Yoksa adına sınır dedikleri yerin ötesinde birileri varda bizden mi gizliyorlar” dedi Mesut.

“Mümkün değil” dedi İbrahim. “Öyle olsaydı gizleyemezlerdi. İlla ki haberimiz olurdu” dedi İbrahim. Korkuyorlardı ama beklemekten de geri kalmıyorlardı. İki gölge yaklaştı yaklaştı ve dar kapıdan içeri girdi. Ne olur ne olmaz diye üzerlerine sıkılan ilaçla temizlendikten sonra içeri alındılar. O zaman iki genç adam iyice şaşırdı. Âdem ile gelen dünyada bile ender bulabileceğiniz güzellikte bir kızdı.

“İşte tüm dünyanın aradığı akıllı varlık burada” dedi Âdem. İçeriye farklı ve hoş bir koku da gelmişti gelen iki kişiyle birlikte. İnsanın kanını kaynatan ve hormonlarının çalışmasını istem dışı arttıran bir kokuydu bu.

“Kim bu?” Mesut söyleyecek başka kelime bulamamıştı sanki.

“Âdem, Havva’sını bulmuş” dedi İbrahim gülerek.

“Bilmiyorum ama günlerden beridir beni çağıran sesin sahibi bu” dedi Âdem.

“Oğlum deli misin sen. Kimdir, nedir? Dost mudur düşman mıdır?” dedi İbrahim. “Kardeşim, böyle bir yerde kedi yavrusu hatta bir böcek bile bulsan getiremezsin” dedi Mesut. Bir yandan da göz ucuyla geleni inceliyorlardı. Uzun boyluydu, zayıftı, incecik beli beline kadar uzanan siyah saçları vardı. Oval yüzlüydü, güzel gözlüydü. Oval yüzünün bittiği yerde hoş bir çenesi, çenesinin altında kuğu gibi boynu vardı. Birkaç saniye geçtikten sonra İbrahim, Mesut’un yanına geldi ve “ne yapacağız” dedi. Ne yapacaklardı sahiden. Haber verseler dünyada ve uzayda olay olurdu. Olay olurdu ama bu güzel kızı ellerinden kaçırmış olurlardı.

“Burada saklayalım” dedi Âdem. Kızla arasında birkaç adım ara olsa da bakışları yumuşaktı kızı gözleriyle seviyordu. “O nasıl bakmak öyle” dedi İbrahim Âdem’e.

“Nasıl bakmışım” dedi sakin bir sesle Âdem.

“Yiyecek gibi bakıyorsun kıza” dedi.

“Sana öyle geliyor” Âdem, utanmıştı sanki. “Tanımadığım birine neden yiyecekmiş gibi bakayım ki” diye sözlerini tamamladı. Aslında içlerindeki şehvet duygusu uyanmıştı sanki. “Ama Allah için güzel kız. Bir gece birlikte olmak için uzayda kaybolmaya razıyım” dedi İbrahim.

“Ağabey ne diyor bu?” dedi Âdem Mesut’a bakarak. İbrahim kendini çabucak toparladı. Duyguları düşüncelerinin önüne geçmeye başlamıştı.

“Yok bir şey demedim” dedi. Kız olanları görünce bir adım geri çekildi, gözlerinde merak ve korku vardı. Günlerdir hatta aylardır içlerinde biriken gerginlik dışa vurmaya başlamıştı.

“İlk defa gördüğün biri hakkında böyle düşünmene üzüldüm” dedi.

“Ne ilk defası, ömrüm boyunca böyle güzel birini görmedim” dedi. Sonra derinden bir “ah” çekti. “Bu boy pos, bu kalçalar, göğüsler… Böyle güzel biri için cehennemde yanmaya hazırım” dedi yine fısıldar gibi. Mesut karışma gereği duydu. “Kim olduğu veya ne olduğu” dedi ama arkadaşı araya girdi.

“Bırak şimdi bunları, bu dişi Tanrı tarafından bize armağan” dedi ve kızın yanına doğru bir iki adım attı. Kız geri fidelerin arasına doğru çekildi. Ama rahat durmuyordu, üzerindeki düz renkli gömleği çıkardı. Askılı bir atletle kalmıştı. İri göğüsleri insanın gözünü alıyordu. “Baksana arkadaş kızda yanıyor, bize mesaj gönderiyor”

“Mesaj falan yok.” Âdem, ileri atıldı ve kızın yere attığı gömleği alarak geri verdi. “Giymelisin” dedi. Geldiğinden beri bir kelime dahi etmeyen konukları ne olduğunu anlamamıştı ve öylece Âdem’in yüzüne bakıyordu.

Diğer ikisi boş durmuyordu. İçlerindeki hayvani duygular kabarmıştı. Önce İbrahim ileri atıldı, kızın beline sarıldı ardından Mesut ona engel olmaya çalıştı ve kendini bir adım öne çıkardı. Kızın koluna girerek sürükler gibi içeriye kabinlerine götürmeye çalıştı. O ara kız ne yapacağını bilemez durumdaydı. İbrahim, Mesut’un kolunu yakaladı ve hızla çekti. Yere savrulan Mesut arkadaşının beline sarıldı ve savurdu fidelerin içerisine attı. Aralarındaki kavga yumruk yumruğa başladı. Âdem, ne ağabeyinden ne de arkadaşı İbrahim’den böyle taşkınlıklar beklemiyordu. Ne yapması gerektiğini bilemeyecek durumdaydı. O ara her zaman duyduğu ses beyninin içinde yankılandı. “Çıkar beni buradan” diyordu. “geri götür” diyordu. Âdem, kızı kolundan tuttu ve dışarı açılan dar kapıya doğru yürümeye başladılar.

Tanrılar tanrısı Zeus’un sakisi olan Ganymede, Jüpiter’in karanlık tarafındaki geçişini tamamlamış gezegenin aydınlığına çıkmaya başlamıştı. İçeride bulunan takım elbiseli adam, An be an sera aydınlanıyordu. “Anlatın bakalım burada neler oldu.” Üretim direktörü seraya gelmiş, görevli olarak gönderilen üç adamla konuşuyordu. Sorumluluğunda olan irili ufaklı onlarca serayı izlemek zordu ama içerinden birinde kavga olunca müdahale etme gereği duymuşlar ve soruşturmacı göndermişlerdi.

“Abraham, neden kavga ettiniz” Elindeki tablette görüntüler vardı. İki adam birbiriyle boğuşuyordu. Üçüncü kişi ayırmaya çalışmış ve sonra acil çıkış kapısına yönelmişti. Sera görevlileri görüntüleri görünce çok şaşırdılar. Kavga etmelerine sebep olan kızdan eser bile yoktu. Mesut “Bir hayal mi gördük” diye aklından geçirdi. İbrahim’de baktı. Direktör her ikisine baktı. Abraham’ın yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Yanılmıyordu, sadece üç kişi vardı görünen. Bir saniye birbirlerine baktılar şaşkınca.

“Olağan bir gerginlikti” dedi araya giren Âdem. Uzun zamandır dünyadan tanıdıklardan uzaktayız.” Yeni doğmaya başlayan dev gezegeni göstererek, “Bu solgun gezegenin ışığı işte bu yüzden oldu” Mesut ve İbrahim kendilerini kurtaran ve kaba hantal buldukları adama baktılar. Akıllı davranmış gelen yabancıdan söz etmemişlerdi.

“Peki Sen neden dışarı çıktın” dedi soruşturmacı Âdem’e dönerek. “Aynı nedenlerden. Geldiğim yerde çok sıkıldığımda dışarı çıkar hava alırdım” dedi. Soruşturmacı raporunu yazdı ve çözüm için not düştü. “Zararın ücretlerinden kesilmesine, uyarı cezası verilmesine ve çalışma yerlerinin değiştirilmesine…”

“Ta buralara kadar gelecek teknolojiye sahipler ama içlerindeki duygulara hâlâ hakim olamıyorlar” dedi masanın çevresinde oturanlardan biri. “Ama içlerinden biri istediğimiz düzeye çok yaklaşmıştı.” Bir başkası söz aldı.

“Yeterli değil, daha çok yol almaları gerekiyor” dedi. Son sözü masanın çevresinde oturanlardan en yaşlı olan söyledi. “İnsan ırkıyla temas kurmak için uzun bir süre daha beklenilmesine karar verilmiştir.”

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.