Mahmut, son saman balyasını da traktörden alıp ahırın içine götürdü. Bütün bunları yaparken tedirginliğini, onunla beraber çalışan gündelikçilere ve babasına belli etmemeye çalışıyordu. Güneş tepeye varmak üzereydi, gündelikçiler az sonra babasından yevmiyelerini alır sonra da kendi köylerine ikişer üçer dağılırlardı.
Mahmut kendinden yaşça büyük adama bağırdı.
“Emmi, şu sabanı da alıver gari.”
Adam traktörün yanındaki sabanı da alıp yanına gelince dayanamayıp sordu.
“Ne zaman dönceniz sizin köye?”
“Sen de mi gelceg?” Bir eliyle sabanı uzatıp diğerinin tersiyle alnını silen adam umursamaz bir halde yanıtladı.
O an, gündelikçilerle beraber çekip gitmeyi düşündü Mahmut. Babasını atlatmak kolaydı, köydeki diğerlerini de. Babası sanki aklından geçenleri okumuş gibi bir an traktörün direksiyonundan arkasını dönüp seslendi.
“Kesin be şamatayı, çabuk çabuk bitirin yapacağınızı, daha onca işim var!”
Babasını da, köydekileri de atlatması kolaydı ama sonra yine her şey başa dönerdi herhalde. Sadık’ın başına gelenlerden biliyordu bunu. Çocuk 3 yıl önce kaçmıştı köyden. Başına gelecekleri tahmin etmiş, bir sabah köydeki herkes tarlalardayken evden çıkıp gitmişti. O gün tarlaya gitmemek için hastalığını bahane etmişti. Ailesindeki herkes sabah ezanından sonra evden ayrılmış, geri döndüklerinde Sadık’ı evde bulamamışlardı.
Tam 1 hafta sonra Sadık kendiliğinden dönmüştü köye. Mahmut’un duyduğu kadarıyla 1 hafta boyunca gözüne uyku girmemiş, orada burada dolaşmış, geri geldiğinde ise bir deri bir kemik kalmıştı. Sadık döndükten sonra yanına kimseyi salmamışlardı. Sadık’ın neden uyuyamadığını diğer çocuklardan duymuştu. Kötü, çok kötü rüyalardı uykusuzluğun sebebi. Sadık dayanamayıp köye geri dönmüş, köydeki ilk gece de mışıl mışıl uyumuştu. Uyandığında ise bu köyden ve burada olacaklardan kaçamayacağını anlamış, kaderine razı olmuştu.
“Baba ben bi eve varıp gelem.” Babasının cevabını beklemeden ahırın arkasına dolaştı. Eve yürürken düşünüyordu. Sıra kendine gelmişti, bu gün gibi ortadaydı. Köy meydanındaki ateşleri ve o kalabalığı göreli neredeyse bir yıl geçmişti. Bir yılda bir olurdu bu. O sefer kimi almışlardı? Garip olan buydu işte, kimi aldıklarını hatırlamak gün geçtikçe zorlaşıyordu. Hatırlamayı tekrar denedi, kendini zorladı. Uzun boylu, elleri daha o yaşlarda kürek, bıçkı tutmaktan nasırlaşmış bir arkadaşıydı. İsmi… İsmini bir türlü çıkartamadı. Bugün kendisini almaya gelirlerse acaba onu da 1 yıl sonra hatırlamaya çalışan birileri çıkacak mıydı? Bütün bunları düşünürken eve olan yolu yarılamıştı.
Evleri köyün hemen yanındaki bayırın dibindeydi. Aşağısı ise köylülerin bahçelerinin, tarlalarının olduğu kimi zaman yemyeşil, kimi zaman sarıya çalan renklerle dolu bir vadiydi. Bu vadi kendisini bildi bileli böyle yeşil, böyle bereketliydi. Ekilen tohumu geri çevirmez, aldığı suya ihanet etmezdi. Böyle duyup öğrenmişti. Vadi, köylüye hiç ihanet etmemişti.
Vadinin ortasındaki büyük tarladaki karaltıyı görmesiyle hayallerden uzaklaşıp gerçek dünyaya geri döndü. Evin tahta kapısını yumruklarken bir yandan da “Anaaaa, kapıyı aççç!!” diye bağırmaya başladı. Sırtındaki tüyler diken diken olmuş, elleri zangır zangır titriyordu.
“Öldüg mü be yavrum?” diyerek annesi kapıyı açtı. Mahmut annesinin yüzüne bile bakmadan evin içindeki merdivenlere yürüdü. Tarladaki karaltı aklına geldikçe az önce annesinin kapıda sorduğu sorunun cevabı aklını kurcalamaya başladı.
Çocukluğunda sadece bir gün o tarlanın yanından geçmiş ve bir daha da oraya yaklaşmayacağına kendi kendine söz vermişti. Sıcak bir yaz günü köydeki arkadaşları ile vadinin ilerisindeki dereye yüzmeye gitmişler, dönüşte kendilerini bu tarlanın yanında bulmuşlardı. Giysileri ıslanmış, terlikleri toz içinde ama neşeyle yürüyen arkadaşları ve Mahmut bir anda sessizliğe bürünmüşlerdi. Köyden bir karaltı gibi gözüken aslında tarlanın ortasında duran sıradan bir korkuluktu. Mahmut onları susturan ve üzerlerine çöken bu duyguyu kendi kendine adlandırmaya çalıştı. Sessizce tarlanın yanından geçip köye vardıklarında kendisiyle beraber diğer çocukların tozlu yüzlerindeki izleri görünce hissettiklerinin farkına vardı. Hepsi, farkında olmadan ağlamıştı. Hissettiği duygu korku falan değil, katıksız derin bir hüzündü. Aradan yıllar geçmiş ama o gün hissettiği balçık gibi kara ve ağır hüznün sebebini çözememişti.
“Ana ben biraz uyuyayım, çok yoruldum tarlada.” diyerek merdivenleri tırmanmaya başladı. Üst kattaki odaya geldiğinde tahta kapıyı kapattı, farkında olmadan kapını arkasındaki demir sürgüyü yerine taktı. Babası elbet merak edip eve gelecek ve annesine kendisini soracaktı. Ama şimdi ne babasını ne de yiyeceği azarı düşünmüyor, neden gün boyu tedirgin bir şekilde çalıştığını, neden son bir saattir yıllardır düşünmediği hatta unutmaya başladığı şeyleri teker teker hatırladığını merak ediyordu.
Kendini sedirin üzerine bıraktı, aklında köydeki diğer yaşıtları vardı. Acaba onlarda kendisi gibi mi hissediyorlar, onun gibi endişe mi duyuyorlardı? Belki de olan biteni kabullenmişlerdi. Bu düşüncelerle boğuşurken uzandığı yerde uyudu.
Tahta kapının sesine uyandı. Gözleri karanlığa alışırken odanın içine giren ışık huzmelerini günün ilk ışıkları zannetti. İçine kısa süreli bir umut doldu, “Bugün değil, bugün olmayacak.” diye düşünürken iki şeyi aynı anda anladı. Odanın içinde dans eden ışıkların kaynağı yeni doğan güneş falan değildi, etraf hala karanlıktı, ışık odanın pencerelerinden içeriye süzülüyor, kaynağını da dışarıdaki meşaleler oluşturuyordu. Ve kapıda birileri vardı.
Babasının sesini duydu. “Aslanım açıver kapıyı, korkma.”
“Baba, ben de mi sıra?”
Kısa süreli bir hıçkırık duydu kapının arkasından. İşte o an aklındaki tüm kaçış planları, son umutları, direnmeleri bir anda kaybolup gitti. Demek sıra ona gelmişti. Sessizce kapının arkasındaki sürgüyü çekti, kapı ilk başta açılmamak için direnir gibi oldu sonra paslı menteşeler gevşedi ve kapıyı açtı.
Koridorda onu bekleyen 3 kişi vardı, biri babası, diğer ikisi de köyün en yaşlılarından iki adam. İki yaşlı, ellerinde bastonlarıyla yanına yanaşıp koluna girdiler; babası önde, Mahmut ve iki yaşlı refakatçisi arkada, merdivenlere yöneldiler.
Annesi merdivenlerin aşağısında bekliyordu, oğlunu son kez koklamak için başını Mahmut’un boynuna gömdü. Yaşlılardan biri tebessüm ederek “Kokusunu her gün duyacaksın, artık endişe etme.” diye söylendi. Annesinin yanından ayrılıp avluya çıktıklarında kırk kadar kadınlı erkekli grup ellerinde meşalelerle onları bekliyordu. Bahçenin kapısından çıkıp köy meydanına yöneldiklerinde Mahmut nereye gittiklerini anlamıştı, köy meydanından devam edip bayırdan inen patikaya devam edecekler, son olarak da vadinin ortasındaki tarlaya varacaklardı.
“Baba bana ne olacak? Öldürecek misiniz yoksa?”
“Yok be aslanım, gidince göreceksin endişe etme. Bu bereketin bu bolluğun bedeli ödenecek az dur hele.”
Bedel kan dökmeden nasıl ödenirdi ki, aklını yol boyunca bu kurcaladı. Az çok anlıyordu aslında, bu vadi hep yeşildi yıllardır, hep bol mahsul verirdi toprak. Diğer köyler yaz biraz kurak geçse endişe etmeye başlar, onlar ise hiç endişe etmezlerdi. Daha önce hiç merak etmemişti bunları, ya da geçen yıllarda kaybolan arkadaşları gibi aklını kurcalayabilecek bu sorular gün geçtikçe silinip gitmişti.
Tarlanın kenarına geldiklerinde grup yavaş yavaş tarlanın etrafına yayıldı. Ellerindeki meşaleler tarlayı güç bela aydınlatıyor, ortadaki korkuluk hayal meyal görülüyordu. Babası tarlanın dışında kalırken, Mahmut yanındaki iki yaşlıyla beraber korkuluğun yanına doğru yürümeye başladı. Korkuluğun yanına vardıklarında yaşlılardan biri elindeki meşaleyi, samandan yapılmış ve insanı andıran bu biçimsiz şeklin altına doğru uzattı. Birden alev aldı korkuluk, etrafı kesif bir duman kapladı, Mahmut yanan samanların neden olduğu ağır kokunun altında belli belirsiz farklı bir koku daha duyar gibi oldu ama yaşlının sesiyle dikkati bir an dağıldı.
“Ayakkabılarını çıkar yiğenim.” Ayakkabılarına uzanıp çıkardı ve serin toprağa çıplak ayaklarıyla bastı. Yaşlılar yavaş yavaş yanından uzaklaşırken yanan korkuluk sönmeye başlamıştı bile, havada ateş böcekleri gibi kor halinde saman parçacıkları uçuşuyordu.
Annesinin tarlanın dışından kendisine el salladığını ve tebessüm ettiğini gördü, elini kaldırıp o da karşılık vermek isterken kollarında artık hiç güç kalmadığını fark etti. Aynı anda çevresini yoğun bir toprak kokusu doldurdu. Koku o kadar yoğundu ki yanmış saman kokusu kaybolup gitmişti. Toprağa değen çıplak ayakları karıncalanmaya başlarken, iki yaşlının sırtlarını dönüp tarlanın kenarına doğru yürüdüklerini ve anlaşılmaz sözler mırıldandıklarını duydu.
Vücudundaki her bir kas yavaş yavaş saman parçacıklarına dönüşürken az önce belli belirsiz aldığı kokunun yanmış saç kokusu olduğunu anladı. Kafasındaki sorular bir anda yanıtlanırken tebessüm etmek istedi, ama samana dönüşmekte olan yüzü buna izin vermedi. Hayattayken hissettiği son şey ağzını dolduran yoğun toprak tadıydı.
Köylüler ellerindeki meşalelerle köye geri dönerken tarlanın ortasında yeni bir korkuluk duruyordu. Ve kalabalığın içinde ağlayarak düşe kalka ilerleyen bir kadın yerden avuçladığı toprağı kokluyordu.
selamlar sürükleyici bir dili vardı.Sonu nasıl bitecek diye bir merak sardı.ama sadıkta takılıp kaldım.Bence öykü orada aksıyor eksik bir şeyler var sanki 🙂
İlginiz ve yorumunuz için teşekkürler. Kurgunun oluşması için önemli gördüğüm bir karakter, ama bundan sonra çok daha dikkatli oluşturacağım bu tip karakterleri:)
Alptekin’in hikayelerine aşina olanlar için güzel. Bu kadar aradan sonra başarılı bir anlatım daha. King ustanın kitaplarıyla büyüyen delikanlının kaleminden başarı satırları… Kadının yerden alarak kokladığı toprakta ustanın “Children of Corn” kokusu geliyor..
Selamlar;
Konu itibariyle güzel bir hikayeydi. Bereketli topraklar için çocuklarını kurban eden köylüler fikri çok orijinal olmasa da her zaman enteresan bir fikir olmuştur benim için. Anlatımda akıcılığı bozan ufak tefek aksaklılar dışında pek bir sorun göremedim öyünüzde. Kendisini sonuna kadar okutmayı başarıyor ve okuyucuya tatminkar bir son sunuyor. Türkçe isimler kullandığınız ve yörelerimize ait bir şiveyi kaleme almaktan çekinmediğiniz içinse ayrıca tebrik ve teşekkürlerimi sunuyorum size.
Kaleminize sağlık…
Yorumunuz icin tesekkurler. Aksakliklara dikkat edeceğim. Bu topraklardan bizim dilimizle birseyler yazmak keyifliydi gercekten.
Sonu tahmin edilebilir olmasına rağmen ilgi çekiciydi. Bir iki yerde tekrar eden cümleler vardı aynı olayla ilgili. Onun dışında gayet başarılıydı. Kaleminize sağlık.
Bazı paragraflarda aynı kelimenin ikiden fazla kullanılması, bazı imla hataları haricinde pek bir sıkıntı göremedim yazınızda. Güzel ve hoş bir öykücük olmuş. Sonu zaten yaklaşık belliydi ama yöresel konuşmalar ayrı bir hava katmış.
” Yaşlılardan biri tebessüm ederek “Kokusunu her gün duyacaksın, artık endişe etme.” diye söylendi.”
Bir de sadece yukarıdaki cümlede yöresel konuşulmaması gözüme çarptı.
Daha sonraki yazılarınızda başarılar…