Varoluşunu sonlandırmak isteyenlere dışarıdan müdahale edemezdik, ne etiğimiz, ne adaletimiz ne de erginliğimiz örtüşürdü bununla. Ama ya bu yok oluş adeta bulaşıcıysa? Beraberinde, yok olmaya rıza göstermemiş milyarlarca canlının evrenden tümüyle silinmesi söz konusuysa? İşte bu noktada hislerimiz, acımız, öfkemiz, etik değerlerimiz ve öz bütünlüğümüz ikilemlerle paramparça oluyordu.
Evimden bu umutsuz yolculuk için ayrıldığımda bu ikilemler sayesinde denememe onay verilmişti aslında. Hâlbuki ne bir şeyleri değiştirmeye yönelik kendime güvenim vardı ne de peşimde beni destekleyen bir kalabalık, ama gelin görün ki kendimi tek başıma bu gezegende buluverdim işte. Öne atılmamış, aktivist inisiyatifler almamıştım; yalnızca yaşanan yok oluşun getirdiği acıları düşünmekten uyuyamıyordum. Hepsi bu.
O zamanlar çok şey bilmiyordum tabi insanlar hakkında. Yalnızca pek dostane olmadıklarını, kendimizi koruyabilmek adına öğrenmek durumunda kalmıştık. Çıkarcı, içten pazarlıklı parazitler gibilerdi Dünyayı enfekte eden. Olabildiğine önyargısız olan bizler, galiba onlardan bize önyargı bulaşması korkusuyla önyargı besliyorduk. Temasımız yokken bile ne kadar etkileyiciler…
Bu önbilgilere rağmen, eşsiz dostluklar deneyimledim; kâhevren hakkında konuşup etkileyiciliğine birlikte büyülendik, kâh gözlerimizden akıttık hissettiğimiz ortak acıyı. Güvenliğimden endişe ettiğim de çok oldu, umutlandığım da. Ama değişmesi gereken o kadar çok şey vardı ki. Nasıl yaşadıkları, neleri kullandıkları, neleri (aslında kimleri) yiyip neleri giydikleri, temel ihtiyaçmışçasına hayatlarında yer edinen lüksleri… Ve asıl sorun, bu değişimlerin gerekli olmadığında direten milyarlar olmasıydı. Herkes minicik bir şey yapsa, bir köşesinden dokunsa soruna, ne kadar çok şey değişirdi hâlbuki. Ben Jüpiter’den buraya 588 milyon kilometre yol gelebilmiştim de, onlar bir arpa boyu yol gidememişlerdi. Ne ben varken, ne benden önce.
Uğraştık, bu benim için ne kadar bir küfür de olsa “savaştık”, insanlarla, insanlığa karşı. Ama o kadar geç kalınmıştı ki. Bu benim suçum değil, diğer gezegen sakinlerinin de. Müdahale etmek zorunluluğumuz da, sorumluluğumuz da yoktu, vicdanlarımızın ortak sızısı sürükledi bizi bu yola. Sorumlu, insanlardı. Daha erken, daha çok, daha kalabalık, daha yürekten, daha ısrarcı, daha hızlı olmalılardı. Bu sonu hepsi birden hak etmemiş olsa da, tür bütünlüğü olarak kendilerini de, gezegendeki tüm yaşam formlarını da ve Güneş dedikleri yıldızımızın Üçüncü Çocuğunu da tüketip bitirdiler. Bireysel olarak değil, ama topluca sorumlular, suçlular. Vakit varken fark etmedikleri, ciddiye alıp mücadele etmedikleri için. Milyonlarca forma can veren gezegene, üstünde büyüttüğü onca çocuğuna saygı duymayı öğrenemedikleri için. Para dedikleri şey yüzünden kendilerine olan saygılarını da yitirdikleri için. İçin, için… Ve için için çürüyüp dokundukları her şeyi de kendileriyle hiçliğe sürüklediler.
Bu aslında bir rapor. Ya da daha çok Dünyanın ve her biri biricik olan milyarlarca çocuğunun ölümüne bir ağıt. Bilimsel dille yazamayacağım kadar taze ve derin bir kederle ancak bu kadar oluyor.
Şimdilerde kaybettiğimiz türlerin zihnimdeki tüm bilgi ve görsellerini evren bilgi ağlarına arşivlemekle meşgul oluyorum. Kedilerin, zürafaların bir zamanlar yaşamış olduğu, denizanalarının insan felaketine dek ölüme nasıl başarıyla direndiği bilinsin diye. Konuştukları tüm dilleri biliyorum, zihnim ölmüşlerin imge ve anılarıyla, ölü dillerdeki adlarıyla dolu. Çok fazla ölüm var zihnimin içinde. Baş etmek bizim türümüz için bile zor. Ama tek canlı kalabilecekleri yer zihnimse, hatırlamaya yıldızlarca yıl devam edeceğim.
- Üçüncü Çocuk - 1 Ocak 2020
Nesli tükenen türleri duyduğumuzda hissettiğimiz melankoliyi buram buram verdi hikayeniz. Anlatıcı seçimi bu açıdan çok yerinde olmuş. Kısa ama dolu dolu bir okuma oldu, elinize sağlık.
Hisleri aktarabildiğime sevindim. Teşekkürler yorumunuz için.