Uzak diyarların birinde, kadim bir krallığın sınırlarında yaşlı mı yaşlı bir orman vardı. Google ormanları denirdi buraya. Çünkü uçsuz bucaksız bir ormandı ve içerisinde aradığınız her şeyi hatta aramadığınız şeyleri bile bulmanız mümkündü. Bu ormanda yaşıyordu Şövalye. Uzun zaman önce ülkesini terk etmiş (daha doğrusu zorla terk ettirilmiş), amaçsız bir şekilde dolaşırken buralara kadar gelmişti. Daha önceleri de gelmişti bu ormana, ama o zamanlar ormanın güzelliği dikkatini hiç çekmemişti. Büyük ihtimalle görevini her zaman her şeyin üstünde tuttuğu içindi. Ama bu sefer bir görevi yoktu. Hoş, artık kendisine görev verecek kimse de yoktu. Ve ilk defa o gün, ormanın güzelliği dikkatini çekmişti Şövalyenin. Çok sakindi bir kere, çok sessiz, çok doğal… Tam da emekliliğine ayrılmış ve artık kafasını dinlemek isteyen eski bir kahramanın isteyeceği gibi bir yer… O gün bu gündür orada yaşıyordu emekli kahraman. Ormanın ortasında kendisine ufak bir kulübe inşa etmişti. Tam kulübesinin yanında durgun, üzeri nilüferlerle bezeli geniş bir göl vardı. Altavista gölü diyordu halk buraya. Çünkü gölün içinde de ne ararsanız bulabiliyordunuz ama ormana kıyasla pek fazla değildi bu. Hemen arkasındaki ufak bir dağdan küçük bir şelale akıyordu göle. Şövalye uzun zamandır olmadığı kadar huzurluydu burada. Tek sıkıntısı yalnızlıktı. O da pek uzun sürmedi.
Ormanın hemen kıyısında küçük bir yerleşim birimi vardı. Şövalye, yerli halkın kendisini hoş karşılamayacağından kokuyordu. Ne de olsa o bir yabancıydı ve ormanlarına izinsiz girmiş, hatta utanmadan bir de kendine bir ev inşa etmişti. Ama hiç de korktuğu gibi olmadı. Köyün insanları ilk başta bu yabancıya kuşkuyla yaklaştılar elbette. Ama onu ve soylu ruhunu biraz tanıyınca bu sürgün edilmiş kişiyi hemen bağırlarına bastılar ve kısa zamanda kendilerinden biriymiş gibi davranmaya başladılar. Hatta kendisine yiyecek ve giyecek yardımı yapmayı bile teklif ettiler. Fakat Şövalye bunu kibarlıkla reddetti. Elbette yiyecek ve giyeceğe ihtiyacı vardı ama ne olursa olsun o hala soylu bir şövalyeydi ve böylesine bir yardımı kabul etmeyi gururuna yediremezdi. Şeref ve gurur bir şövalyenin her şeyiydi. Bu cevabı alan köylüler üzüntü ve anlayış mırıldanmaları ile karşıladılar şövalyenin yanıtını. Sonra içlerinden en yaşlısı ileri doğru bir adım attı ve bir teklifte bulundu. Şövalye bunları karşılıksız almak zorunda değildi. Eğer köyün sınırlarını ve ormanı köylüler için korumayı kabul ederse… Şövalye teklifi minnetle kabul etti. Böylece Şövalye ile köylüler arasında sıkı bir bağ kurulmuş oldu. Köylüler yakınlarda bir yerde böyle birinin olmasından çok memnundular. Şövalye de yeni hayatından oldukça memnundu. Memnun olmayanlar ise bu ufak köyü gözlerine kestirmiş olan goblinler ve kurt sürüleri idi. Çünkü hiçbiri gözüpek şövalyenin koruduğu bu yere yaklaşmaya cesaret edemiyordu. Cesaret edebilen birkaçı ise çoktan atalarının salonlarını boylamıştı.
Böylece mevsimler mevsimleri, yıllar yılları kovaladı ve Şövalye yeni hayatına iyice alıştı. Artık kurt sürüleri rahatsız etmiyordu onları, goblinler ise uzun zamandır görülmüyorlardı civarda. Anlaşılan Şövalyenin namı kendinden önce yürüyordu. Bu durumdan hiç kimse şikâyetçi değildi elbette. Bazen eski macera dolu günlerini özlese de kahramanımız da bu yeni, huzurlu hayatı daha çok seviyordu. Zaten sıkılmıyordu da… Köyün çocukları onu hiç yalnız bırakmıyordu çünkü. Sık sık ziyaretine gelip, onlara bir hikâye anlatması için yalvarıyorlardı. O da onları kıramıyor, her seferinde birbirinden farklı maceralar anlatıyordu çocuklara. Çoğu eskiden yaşadığı şeylerdi, bazılarını da kafasından uyduruyordu. Elbette biraz abartı sanatını da kullanıyordu anlatırken. Ama çocukların bir karış açık kalan ağızlarını görmek ve neşeyle kendisine tezahürat etmelerini duymak kendisine oldukça keyif veriyordu. Ufacık, küçük yalanların kimseye zararı olmazdı, özellikle de çocukları mutlu etmek için söyleniyorlarsa… Bunların dışında yeni bir hobi de edinmişti kendine, tahta oymacılığı… Ormanda geçirdiği yıllar ona ağaçları yakından tanıma fırsatı sunmuştu. Artık hemen hemen her ağacı tanıyor, her türlü bitkinin zarar ve faydalarını biliyordu. Tahta oyma işinde en çok gül ve ceviz ağaçlarını tercih ediyordu. Dalları özenle topluyor, dikkatli bir şekilde kulübesine getiriyor ve günler hatta gecelerce üzerlerinde çalışıyordu. İlk başta basit şekillerle yetiniyordu. Fakat ustalaştıkça daha güzel eserler çıkmaya başlamıştı ortaya. Atlar, çiçekler, kulübeler ve çeşitli küçük oyuncaklar yapıyordu tahtadan. Ama en büyük gözdesi, şaheserim dediği küçük ejderha oymasıydı. Ejderha, gerçeğine o kadar çok benziyordu ki Şövalye bile oyma işi bittiğinde elinden çıkan esere şaşkınlıkla bakakalmıştı. “Herhalde çok fazla ejderha gördüğündendir.” diye yorumlamıştı ufaklıklardan biri bu durumu. “Sanırım haklısın.” diyerek cevaplamıştı bu yorumu Şövalye, gevrek bir kahkaha eşliğinde. Oysa hayatı boyunca topu topu bir ejderha görmüştü, o da uzaktan. Zaten yakından görse şu an burada olamazdı, değil mi ama? Tabi ki bu küçük bilgi kırıntısını çocuklarla paylaşmak yerine kendisine saklamayı tercih etti. O, onların kahramanıydı ve bunun böyle kalmasını istiyordu. Genellikle tahtadan oyduğu şeyleri kendisini ziyarete gelen çocuklara hediye ederdi Şövalye. Ama ejderha oymasına ayrı bir önem veriyordu ve onu öylesine birine vermek de istemiyordu. Bu yüzden bir gün çocuklar arasında ufak bir yarışma düzenledi ve birinci olana ejderhayı hediye etti. Kazanamayanlara da yine kendi oyduğu küçük oyuncaklardan dağıttı. Böylece herkes mutlu ayrılmıştı evine.
Günlerden bir gün bir öğle vakti, Şövalye kulübesinin önünde kestiriyordu. Çocuklar bugün ziyaretine gelmemişti ama biraz yalnız kalıp kafasını dinlemeye hiç mi hiç itirazı yoktu doğrusu. Özellikle de böylesine güzel bir havada… Harika bir bahar öğleden sonrasıydı. Kuşlar etrafta cıvıldıyor, bir meltem tatlı tatlı esiyordu. Tam hafifçe kendinden geçip uyuklamaya başlamıştı ki kulaklarına koşarak yaklaşan bir çift ayak sesi geldi. Tek gözünü açıp baktığında bunun köyün gençlerinden biri olduğunu gördü ve gerinerek oturduğu yerde doğruldu. Herhalde yaşlılar meclisiden bir haber getiriyordu, büyük ihtimalle yine o yemeklerden birine davetliydi. Sonra farklı bir şeyler sezdi havada, ters bir şeyler vardı. Koşuşunda bir telaş vardı gencin, yüzünde ise bir panik. Hemen ayağa kalktı ve delikanlıya doğru ilerledi. Haberci yanına vardığında soluk soluğaydı. Henüz ergenliğe yeni ulaşmış, çilli bir delikanlıydı. Konuşmaya başlayabilmesi için elleri dizlerinde bir müddet soluklanması gerekmişti. Sonra telaşla anlatmaya başladı.
“Cadı… çocuklar… gitmiş!”
“Hey hey, sakin ol bakalım delikanlı. Yavaş yavaş anlat bakalım, gel otur şöyle.” dedi ve delikanlın koluna girerek onu kulübeye doğru yöneltti. Ama delikanlı karşı çıkarak Şövalyenin kolundan çıktı ve irileşmiş gözlerle anlatmaya devam etti.
“Oturmak için vakit yok soylu kişi. Çocuklar kayıp, hepsi gitti!” dedi telaşla
“Çocuklar kayıp da ne demek?” diye sordu Şövalye çatık kaşlarla.
“Kayıp… Hepsi gitti. Dün gece köye bir yolcu geldi. Yaşlı bir kadın… Bir geceliğine kalacak bir yer istedi, uzun yoldan geliyorum dedi. Biz de kıyamadık, kendisini buyur ettik. Her zamanki gibi akşam yemeği için büyük salonda toplanmıştık. Konuğumuzu başköşeye oturttuk. Her şey oldukça normaldi, hep beraber yiyip içtik ve konuğumuz şerefine geleneksel dansımızı yaptık. Gecenin ilerleyen saatlerinde konuğumuz ayağa kalktı ve bir konuşma yapmak istediğin söyledi. Bir teşekkür konuşmasıydı bu. Misafirperverliğimiz için bizlere teşekkür etti ama daha önemli işleri olduğunu ve bu kokuşmuş köyde daha fazla kalamayacağını söyledi. Hepimiz yüzümüzde geniş bir sırıtışla donakaldık. Bu resmen hakaretti. Sonra birden o sevimli yaşlı kadın gitti yerine çirkin, kanca burunlu bir kadın geldi. Yo bir kadın değil, bir cadı…” Birden o korku verici hatıranın etkisiyle genci bir titreme aldı. “O ko-ko-konuşurken salondaki ışıklar sönmeye başladı. O ise gittikçe büyüyordu sanki. Sonra anlayamadığım bir dilde bazı kelimeler söyledi ve avucundaki bir avuç tozu üzerimize üfledi. Sonrasını ise hatırlayanımız yok. Hepimiz uyumuşuz. Sabah uyandığımızda cadı gitmişti, tüm çocuklar ise kayıptı. Ne yapacağımızı bilemedik, her tarafı aradık, isimleriyle çağırdık ama…” delikanlının sesi gözyaşları ile kesildi. Şövalye nazik bir biçimde tekrar gencin koluna girdi ve oturması için yardım etti. Genç utangaç bir şekilde gözyaşlarını kuruladı. “Üzgünüm soylu kişi, bir erkek ağlamamalı biliyorum ama kardeşim… henüz üç yaşında ve onun için endişeleniyorum.”
“Sevdiğimiz biri için gözyaşı dökmenin utanılacak bir yanı yoktur evlat.” diye teselli etti onu Şövalye. Genç minnettarlıkla baktı kendisine, biraz da olsa toparlanmış görünüyordu.
“Neden hemen bana gelmediniz?” diye sordu Şövalye.
“Büyülü uykudan çok geç uyandık. Saat neredeyse öğleni geçiyordu. Çocukların yokluğunu fark ettiğimizde ise aklımız başımızdan gitti. İçimizden biri doğru dürüst düşünene kadar epey bir vakit geçmişti. Yaşlılar birimizin sana haber vermesi gerektiğine karar verdi ve ben seçildim. Köyün en hızlı koşucusuyumdur.” diyerek şişindi delikanlı. Bununla gurur duyduğu belliydi. Şövalye gülümsedi ve “İyi iş çıkardın evlat.” diyerek delikanlının sırtını sıvazladı. “Git yaşlılar heyetine haber ver. Onlara de ki Soylu Şövalye hayatı pahasına da olsa çocukların peşinden gidecek ve onları kurtarmak için elinden geleni yapacak.” Genç ışıl ışıl, umut dolu bakışlarla baktı ona ve elini sıkarak ayağa kalktı. “Bunun için minnettarız Şövalye. Yaşlılarımızın dediğine göre cadının kulübesi ormanın karanlık tarafında. Buranın güneyinde kalan bir bölge… Biz oraya pek gitmeyiz. Senin de gitmemeni isterdim ama yolun oradan geçiyor maalesef. Bahtın açık olsun şövalyem.” dedi ve koşarak köyün yolunu tuttu.
Şövalye genç habercinin uzaklaşmasını seyretti. Delikanlı gözden kaybolduktan sonra bir müddet daha oturdu ve kendisine getirilen haberleri ölçüp tarttı. Eğer anlatılan hikâye doğruysa bu kez karşısında gerçekten de güçlü bir rakip vardı. Cadılarla hiç savaşmamıştı üstelik. Aslında kurtlar ve vahşi hayvanlar dışında hiçbir şeyle savaşmamıştı yıllardır. Kendini böyle bir mücadele için oldukça hazırlıksız hissediyordu. Kulübe duvarına yaslanmış bir şekilde duran, yer yer paslanmış, çentiklerle dolu kılıcına baktı. Kılıç da uzun süredir çalı çırpı toplamak dışında kullanılmamıştı, bir cadıya karşı pek bir yararı dokunmazdı doğrusu. Ama kendisine güvenen bu insanları ve çocukları yüzüstü bırakacak değildi. Özellikle de çocukları… Yavaşça kalktı ve eski kılıcını alıp belindeki kınına yerleştirdi. Birden kanında dolaşan adrenalini hissetti. Bu huzurlu yaşamı ne kadar sevse de aslında için için yeni bir macera yaşamaya can attığını inkâr edemezdi. Ve işte… yeniden bir maceraya atılıyordu. Heyecanlı ve kararlı adımlarla ormanın derinliklerine doğru yürümeye başladı.
***
Ormanın içerisinde saatlerce ilerledi. O yürüdükçe ağaçların şekilleri yavaş yavaş çarpılmaya ve deforme olmaya başladı. Kuşların neşeli cıvıltıları ve sağda solda koşuşan sincaplar da yerlerini şüpheli karaltılara bıraktılar. Şövalye daha önce bu bölgeden bahsedildiğini duymuştu ama bu taraflara hiç gelmemişti hayatında. İlerledikçe de ‘iyi ki gelmemişim’ demeye başlamıştı zaten. Gençlik günlerinde olsa, hele bir de kendine verilmiş bir vazife ile gelse bana mısın demez, gözü kara bir şekilde dalardı ormana. Ama şimdi belinde paslı bir kılıç ve üzerinde yılların yorgunluğu ile orman hiç de davetkâr görünmüyordu gözüne. Hani gururuna yedirebilse korkuyorum diyecekti. Sinirle “Ne yaptığını sanıyorsun sen budala?” dedi kendi kendini azarlayarak. “Sen bir şövalyesin. Cesur… Yürekli… Korkuyorum da ne demek? Şimdi git ve o yaşlı kokonaya gününü göster!” Tam o anda arkasından bir huuu! sesi geldi ve şövalye olduğu yerde zıplayarak geri döndü. “Kim var orda?” diye bağırdı korkuyla. Sesi çok zayıf çıkmıştı, titremekten zırhı tangırdıyordu. Hu-uuu! diye geldi ses tekrardan, ardından karanlık dalların arasından iri bir baykuş havalanarak uzaklaştı. Şövalye etrafta bu utanç dolu anı gören kimse olmadığına büyük bir memnuniyet duyarak alnındaki terleri sildi ve karanlık orman yolunda dikkatli bir şekilde ilerlemeye devam etti.
Bir saat kadar sonra hava iyice kararmıştı. Artık ağaçların arasından kuşku dolu, parlak kırmızı gözler görünüyordu. Bu gözlerin neye veya kime ait olduğunu bilmek dahi istemiyordu Şövalye. Tek isteği kendisini rahatsız etmemeleriydi o kadar. Sonra orman birden bire sona erdi, yol ise aşağı doğru bir meyil alarak genişledi. Yolun sonunda, pencerelerinde sıcacık, pırıl pırıl ışıklar yanan büyük, lüks bir köşk çarptı şövalyenin gözüne. Köşkün çok davetkâr bir görüntüsü vardı, sanki insanı kendisine doğru çekiyordu. Ormanın karanlığını arkada bıraktığına sevinerek, dost bir yüz bulma ümidiyle eve doğru adımlarını hızlandırdı. Yolun ortasında birdenbire midesinde çok büyük bir açlık hissetti. Öyle bir açlıktı ki bu, sanki hemen orada bir şeyler yemezse ölecek gibi hissediyordu kendisini. Yiyecek bir şeyler bulma hevesiyle evin kapısına doğru koşmaya başladı. Demir parmaklıklı, çift kanatlı geniş bir kapı karşıladı kendisini. Kapının her iki yanında, büyük sütunlar üzerinde, kanatlarını açmış iki melek heykeli, kapının tam ortasında ise kocaman bir kek amblemi vardı. Bu resim iyice iştahını açmıştı kahramanımızın. O yaklaşırken kapılar kendiliğinden açıldı. Hayretle kapıların şekerden yapılmış olduğunu fark etti, duvar tuğlaları ise çikolatadandı! Hevesle duvardan bir parça koparmak için ileri atıldı. Tam iri bir parça çikolatadan tuğlayı mideye indirecekken Huuuu! diye bir ses geldi tepesinden. Şaşkın gözlerle yukarı baktı şövalye ve ormanda kendisini az kalsın korkudan zırhının dışına fırlatacak olan baykuşla göz göze geldi. Huuu! diyerek öttü baykuş tekrar usulca, gözlerini şövalyeye dikmiş vaziyette. “Şapşal kuş! Şimdi seninle uğraşamam, inanılmaz derecede açım.” dedi şövalye ve çikolata parçasını yemek için ağzını açtı. Baykuş tünediği sütundan havalandı ve şimşek gibi bir hareketle çikolata parçasını şövalyenin elinden kaptı, tekrar yükseldi ve eski yerine geri kondu. Şövalye ağzı bir karış açık kalakalmıştı. Birdenbire içinde bir öfke patlaması hissetti, açlık maçlık kalmamıştı aklında. O anda tek düşünebildiği o aptal baykuştan intikamını almaktı. Yumruklarını kuşa doğru sallayarak bağırmaya başladı. “Seni geri zekâlı tüy torbası, sen ne…” Sözü gördüğü manzara karşısında yarım kaldı. Sütunların üzerindeki melek heykelleri gözünün önünde yavaş yavaş çirkin birer Gargoyle’a dönüştü. Az önce rengârenk olan kapılar şimdi paslı demirlerle kaplıydı, ortasındaki amblem ise kaynayan bir kazana dönüşmüştü. Hızla arkasındaki köşke doğru çevirdi bakışlarını ve az önce gözüne oldukça davetkâr görünen köşkün geçirdiği değişim karşısında âdeta şok geçirdi Şövalye. Köşkün yerinde şimdi tamamen deforme olmuş bir yapı vardı. Camlarından hastalıklı yeşil bir ışık yayılıyor, bacasının etrafında iri yarasalar uçuşuyordu. Baykuş tekrar öttü ve şövalye anladı. Cadının büyüsü etkisindeydi. Bu, duyduğu o büyük açlık hissini de açıklıyordu. Herhalde bunaltıcı ormandan çıkan herkes uzaktan ferahlatıcı görünen köşke doğru çekiliyordu. Köşke yaklaşınca da cadının büyüsüne yakalanıyor, müthiş bir açlık hissediyor ve evden bir parça koparıp kim bilir hangi karanlık sona doğru sürükleniyordu. Sahi, az önce yemeğe çalıştığı duvara ne olmuştu? Başını çevirip duvara baktı ve tiksinti ile geriledi. Çikolatadan tuğlalar yerlerini garip, yeşilimsi bir maddeye bırakmıştı. Ve az kalsın onu yiyecekti, eğer baykuş onu engellemeseydi… Sinirlendiği zaman açlık fikri tamamen aklından çıkmış, bu sayede de büyünün etkisinden kurtulmuş olmalıydı. Aklına yatan en mantıklı açıklama buydu. Başını kaldırıp merakla baykuşa baktı. Baykuş hala kendisini seyretmekteydi. “Teşekkürler.” diye mırıldandı şövalye. Kuş sanki anladığını belirtmek istermiş gibi tek bir kez öttü ve havalanarak gözden kayboldu.
Birdenbire korkunç bir kahkaha duyuldu. Bir kadın sesiydi bu, tabi ne kadar kadınca olduğu tartışılırdı. Köşkün üst pencerelerinden biri açıldı ve Cadı konuşmaya başladı. “Demek çocukların bahsedip durduğu şu meşhur şövalye sensin.” dedi çatlak, çatallı bir ses. “Bakıyorum da küçük tuzağımdan kurtuldun. Hmmm… Etkilendim doğrusu. Bu tuzaktan kurtulmayı başarabilenlerin sayısı yok denecek kadar azdır. Gerçekten de değerli bir rakipsin. Ne yazık ki ölmek zorundasın!” Son kelimelerini bağırarak söylemişti cadı ve o bağırdığı anda bir grup goblin köşkün ön kapılarını savurarak dışarı çıktı. Şövalye “Goblinler mi? Hah… en iyi numaran bu mu?” dedi ve küçümseyerek rakiplerine baktı. Goblinler, şövalyenin kendinden emin tavırları ve parlayan zırhı karşısında bir anlığına duraksadılar. Şövalye hızla paslı kılıcını kınından çekmek için harekete geçti. Ama o da ne? Kılıç sıkışmıştı. Birkaç deneme daha yaptı ama sonuç nafileydi, kılıç kınından çıkmıyordu. Şövalye goblinlere bakıp sırıttı ardında da “Lanet olsun!” diye bağırarak koşabildiği kadar hızlı bir şekilde kaçmaya başladı. Goblinler ise savaş çığlıkları atarak onu kovalamaya başladılar. Bir taraftan da mızraklarını fırlatarak avlarını yakalamaya çalışıyorlardı. Ağır zırhının elverdiği kadar çabuk bir şekilde dış kapılara yöneldi Şövalye ama o yaklaşır yaklaşmaz kapılar büyük bir gümbürtüyle kapanıverdi. Okkalı bir küfür savurdu ve tam zamanında eğilip başına hedef alınmış bir mızraktan kıl payıyla kurtuldu. Duvar boyunca can havliyle koşmaya devam etti, goblinler ise hemen arkasındaydı ve hızla yaklaşıyorlardı. Tam daha fazla dayanamayacağını düşünürken birdenbire ayaklarının altındaki zemin çöküverdi ve dipsiz bir karanlığa doğru düşerek gözden kayboldu.
***
Şövalye burnunda sert bir acı darbesi ile uyandı. Gözlerini açtığında soğuk, taş bir zeminin üzerinde sırtüstü yatıyordu. Tam göğsünün üzerinde ise yine aynı baykuş vardı. Sızlayan burnunu sıvazlayarak kuşa baktı. Baykuş onu uyandırmak için burnunu gagalamış olmalıydı. Şövalye’nin gözlerini açtığını gören kuş karanlığın içine karışarak havalandı. Ne kadar zamandır baygın olduğunu merak ederek doğruldu ve oturdu. Etraf zifiri karanlıktı, uzaktan damlayan su şıpırtıları haricinde etrafta hiç ses yoktu. Goblinlerden de bir iz yoktu üstelik… Başını kaldırıp yukarı baktı ve oldukça yüksekte bir yerlerde, içine düştüğü çukurun ağzını gördü. Zırhı çarpmanın şiddetini hafifletmiş olmalıydı, yoksa böyle bir düşüşten sağ çıkması pek mümkün görünmüyordu. Başının sağ üstünde bir yerlerde baykuşun kanat seslerini duydu ve bakışlarını o yana çevirdiğinde kuşun kendisini izlemekte olan iri gözleriyle karşılaştı. “Oldukça zeki bir kuşsun değil mi?” diye sordu kuşa. Usulca öterek yanıtladı iri baykuş bu soruyu. Şövalye yavaşça oturduğu yerden kalktı ve kafasını kaldırıp tekrar yukarıdaki deliğe baktı. Şimdi tam tepede, çukurun ağzında soluk bir dolunay görünüyordu, demek ki vakit gece yarısını biraz geçmişti. Tahmininden de uzun bir süre baygın kalmış olmalıydı. Eğer baykuş kendisini uyandırmamış olsa kim bilir daha ne kadar süre orada yatıp kalacaktı. Bu düşüncelerle birlikte bakışlarını tekrar kuşa çevirdi. Onu ay ışığı altında netçe görebiliyordu artık. Aynı zamanda baykuşun üzerine tünediği şeyi de netçe görebiliyordu. “Bir meşale… Ne yazık ki yanımda hiç çakmaktaşı yok, bu haliyle pek bir işime yaramaz.” dedi meşaleye bakarak. Baykuş, söylenileni anlamışçasına bir meşaleyi gagalamaya bir şövalye bakıp ötmeye başladı. “Almamı mı istiyorsun?” diye sordu şövalye. “Pekâlâ” diyerek meşaleyi aldı ve “Ama ateş olmadan ışık yakmamız imkânsız.” diye ekledi. ‘Işık’ kelimesi ağzından çıkar çıkmaz meşale keskin bir çatırtı ile alev aldı ve yanmaya başladı. Şövalye ağzı bir karış açık, meşaleye bakakaldı. Omzuna tüneyen baykuşa şaşkın şaşkın bakıp “İçimde senin sıradan bir baykuş olmadığına dair bir his var.” dedi. Kuş tekrar Huuu! diye ötmekle yetindi. Hâlbuki konuşmaya başlasa şövalye hiç yadırgamayacaktı.
Parlak meşale ışığı altında nerede olduğunu artık iyice görebiliyordu. Uzun ve geniş bir tüneldeydi. Sağda solda görünen devasa örümcek ağlarına bakılırsa uzun zamandır kullanılmayan bir tünelde… Dikkatli bir şekilde tünel boyunca ilerlemeye başladı. Bir müddet sonra tünel, üzerinde garip bir amblem olan eski bir kapı ile son buldu. Kapıyı hafifçe araladı ve içeriye hızlı bir şekilde göz attı. Görünürlerde kimsecikler yoktu. Oda eski bir kütüphaneye benziyordu. Güvenli olduğundan emin olduktan sonra şövalye içeri girdi ve kapıyı ardından kapattı. Hemen kapının yanında meşaleyi yerleştirebileceği bir bölme dikkatini çekti. Daha rahat hareket edebilmek için meşaleyi oraya yerleştirdi. Meşale yerine yerleşir yerleşmez keskin bir klik! sesi duyuldu ve her iki duvar boyunca sıralanmış 5 meşale daha aynı anda yanarak odayı aydınlattı. “Güzel numara.” diye kıkırdadı şövalye. Baykuş omzundan havalanarak odanın sonundaki çalışma masasına kondu. Gerçekten de eski bir kütüphanedeydi. Yoksa bir çalışma odası mıydı? Belki de her ikisi birdendi. Aradaki farkı söylemek zordu. Duvarlar boyunca kalın ciltli, üzerlerinde garip rünler olan kitaplarla dolu bir sürü raf vardı. Masalar ve tezgâhlar üzerinde ise yığın halinde notlar ve çalışma kâğıtları… En sonda ise üzerinde garip eşyalar bulunan büyük bir çalışma masası ve masanın hemen arkasında da bir şömine. Yürüdüğü zaman tozlu halı üzerinde ayak izleri bıraktığını fark etti şövalye. Demek ki çok uzun zamandır kimse girmemişti bu odaya. Çalışma masasına ilerledi ve üzerindeki notlardan birini okumaya çalıştı. Ama okuyamadı. “Tam tahmin ettiğim gibi, büyü rünleri…” diye mırıldandı kendi kendine. Burası bir büyücünün çalışma odasıydı. Belki de o alçak cadıya aitti ama içinden bir his öyle olmadığını söylüyordu. Çok karmaşık olmasına rağmen kendi içinde bir düzeni vardı bir kere… Oysa dışarıda gördüğü köşk oldukça deforme görünüyordu. Sonra bir hastalık hissi yayılıyordu evden, hâlbuki burada bir huzur, bir sükûnet vardı havada. “Ve oldukça da toz.” diyerek öksürdü şövalye. “Kim var orada?” diyen cırtlak bir ses duyuldu birdenbire odanın içinden bir yerlerden. Şövalye hızla yüzünü odaya döndü ve hemen elini kılıcına attı. Kılıç bu kez kınından çıkmıştı, yani hemen hemen… kılıcın sapı elinde kalmıştı şövalyenin. “Lanet olsun!” diye bağırdı. Sonra ne yaptığının farkına vararak ağzını eliyle kapadı. “Lanet olsun.” diye fısıldadı bu kez… “Orada olduuuğunuuu biliiiyoooruuuum.” diye geldi cırtlak ses. “Haydiiiii… Saklanmayı kes ve beni şu lanet kutudan çıkar! Birinin buraya gelmesi için ne kadar bekledim haberin var mı?” Ses, köşedeki büyük sandıktan geliyordu sanki. Baykuş masanın üzerinden havalanıp sandığa doğru uçtu ve üzerine tüneyip yine şövalyeye manalı manalı bakmaya başladı. Şövalye tedbir ile merak arasında gidip geldi ama merak her zamanki gibi ezeli rakibine üstün geldi ve şövalye yavaşça sandığa yaklaştı. “Evet, evet! Bu tarafa ha-ha-ha!” dedi ses çılgınca bir kahkahayla… Şövalye dikkatle sandığın kapağını açtı ve o da ne? Pırıl pırıl parlayan harika bir kılıç yatıyordu sandığın dibinde. Bir ıslık koyuverdi ve kılıcın güzelliğini seyretti şövalye. Meşale ışıkları metal yüzeyinde kızıl kızıl parlıyordu. Kabzası kaliteli deridendi ve etrafına bir ejderha motifi işlenmişti. “Eeee? Bütün gün orada dikilecek misin yoksa beni alacak mısın?” dedi kılıç. Şövalye şaşkınlıktan kekeleyerek “S-se-sen… sen konuşuyorsun!”
“Ne tesadüf, sen de öyle…” dedi kılıç alayla.
“Ama sen bir kılıçsın!”
“Hiç sana çok zeki olduğunu söyleyen oldu mu? Şimdi çıkar beni şu sandıktan!!” diye bağırdı kılıç, sabırsız bir sesle.
“Tamam, tamam. Umarım dilinden daha keskinsindir.” dedi şövalye kılıcı sandıktan çıkartırken. Silahın dengesi kusursuzdu, sanki kolunun doğal bir uzantısı gibi rahatça havada döndürdü kılıcı. Birkaç kesme ve biçme hareketi yaparak kılıcı denedi sonra da memnun bir ifadeyle kılıca tekrar baktı.
“Tatmin oldun mu” dedi kılıç, cırtlak sesiyle.
“Eh, sayılır” diye yanıtladı onu şövalye.
“Sayılır mı? Sayılırmış! Hah, sen kendini çok matah sanıyorsun herhalde. Söylesene kılıç kullanmayalı kaç sene oldu? Bende zırhını görünce seni gerçek bir şövalye sanmıştım.” dedi kılıç sinirle.
“Hey hey hey… Orada dur bakalım. Ben gerçek bir şövalyeyim anladın mı?”
“Gerçek bir şövalyeymiş, sen onu benim kabzama anlat.”
“Bana baksana sen…”
Derken kütüphanenin kapısı büyük bir gümbürtüyle açıldı ve küçük bir goblin çetesi hızla odaya daldı. “Al işte tartışmamızın gürültüsü tüm goblinleri başımıza topladı. Hepsi senin yüzünden!” dedi şövalye rakibinin ilk hamlesini başarı ile savuştururken.
“Benim yüzümden mi? Sen başlattın bir kere…” dedi kılıç isabetli bir darbeyle bir goblini öbür tarafa gönderirken.
“Bir de sen başlattın diyor!” Ve tartışma böylece sürüp gitti. Kılıç ve şövalye bir taraftan hararetli bir şekilde tartışırken diğer taraftan da düşmanlarını tek tek haklıyorlardı. Birkaç dakika içinde goblinlerin çoğu ya öbür dünyayı boylamıştı ya da kendi kendine konuşup sinirinden hop hop hoplayan bu şövalyenin gazabından kaçıyordu. “Eh, pek de fena bir takım olmadık sanki.” dedi kılıç zevkten dört köşe olmuş bir halde. “Esaslı bir dövüşe girmeyeli yıllar olmuştu.”
“Evet, sanırım iyi iş çıkardık.” dedi şövalye etrafında yatan ölü goblinlere bakarak.
“Sanırmış, hıh… Gururlu budala.” diye mırıldandı kılıç. Bu, şövalyenin hayatta en çok sinirlendiği sözdü. Gözlerini kısarak kılıca baktı. “Budala değil, Şövalye!” dedi sıkılı dişlerinin arasından ve sandığa doğru sert adımlarla ilerlemeye başladı. Şövalye’nin niyetini anlayan kılıç korkuyla “Hey, hey ne yaptığını sanıyorsun? Beni o sandığa tekrar koyamazsın. Bir yüzyıl daha beklemeye hiç niyetim yok!” diyerek bağırmaya başladı cırtlak sesiyle. Şövalye hiç oralı olmadı ve kılıcı sandığın dibine fırlatıverdi. “Hey, ah! Kibar olsana biraz, bir kılıç olmam duygularımın olmadığı anlamına gelmez. Ya da gelir, bilemiyorum. Bak… bana ihtiyacın var!” dedi son bir hamle yapma umuduyla. Şövalye “Hıh!” demekle yetindi ve sandığın kapağını kapamaya başladı. “Lütfeeeeen….” diyerek yalvardı kılıç. Şövalye’nin eli bir an için duraksadı. “Lütfen, beni bu küflü sandıkta bırakma. Harekete ihtiyacım var, acı bana. Ne olur, lütfen, lütfen…”
Sıkıntıyla başını kaldırıp bakışlarını sandıktan uzaklaştırdı. Baykuşun bir köşeye tünemiş, oldukça eğleniyora benzer bir bakışla kendilerini seyrettiğini fark etti o esnada. Kılıç ise hala konuşmaya devam ediyordu. Sinirle “Sen ne geveze şeysin böyle?” diye çıkıştı kılıca, “Benim bildiğim kılıçlar konuşmayı bilmezler, oysa sen susmayı bilmiyorsun. Senin gibi geveze bir kılıca ihtiyacım yok!”
“Tamam, tamam, sustum. Bak susuyorum. Mmmm… sustum gördün mü? Tek kelime bile duymayacaksın benden. Lütfen, lütfen, lütfen… Ay, tamam sustum, mmmm…”
Şövalye gözlerini devirip başını iki yana salladı ve eğilip kılıcı tekrar aldı. “Ha-ha! Bana ihtiyacın olduğunu biliyordum!” diye cırtladı kılıç.
“Şansını zorlama.” dedi şövalye, geveze kılıcı kınına yerleştirirken. Bu bile kılıcın konuşmasını kesmeye yetmemişti. Şimdi kının içinde olduğundan sesi biraz daha boğuk geliyordu o kadar. “Eee… Şfimdi nefeye gidiyofruz?”
“Eğer sesini kesmezsen en yakın demirciye gidip seni bir güzel dövdürmeye.” dedi şövalye sinirli bir şekilde.
“Hah… hiçbirf demirfci bana zarar feremez ki… beni büyücü Marvin…”
“ Büyücü mü?” diye sözünü kesti şövalye ve kılıcı tekrar kınından çıkardı.
“Oh beee… dünya varmış.” dedi kılıç. “Ne diyordum? Ha, evet. Burası Büyücü Marvin’in çalışma odası ve bende onun çalışmalarının ürünlerinden biriyim. Burada, bu konakta yaşardı. Bilge bir büyücü olduğu söylenirdi. Bana sorarsan biraz çatlaktı. Eşyaları büyüleyip dururdu. Bir keresinde konuşan bir kalkan yapmaya çalıştığına şahit olmuştum. Ne gerek varsa…”
“Sadede gel!”
“Ah, evet. Ne diyordum? Uzun, çok uzun zaman önce burada yaşardı. Birlikte çok hoş maceralarımız oldu. Ama bir gün ortadan kayboluverdi. Nereye gittiğini kimseler bilmez. Sanırım kendi deneylerinden biri onun sonu oldu. Zavallıcık, çatlak falandı ama severdim onu. O gün bugündür konak goblinlerle ve diğer vahşi yaratıklarla dolu.”
“Peki ya yaşlı cadaloz?”
“Ha, evet. Birde o var. O da büyücünün ortadan kaybolmasından kısa bir süre sonra ortaya çıktı. Hatta bir keresinde buraya gelip beni kullanmaya kalkıştı. İzin vermedim tabi. Yüreği kara olanlar bana dokunamaz, Marvin sağ olsun. Üzerime bir koruma büyüsü yerleştirmişti. Cadının çığlıkları hala kulaklarımda he-he-he…” diye kıkırdadı kılıç çılgınca.
“Hmmm…” dedi şövalye çenesini sıvazlayarak. “Büyücünün kaybolmasında cadının bir parmağı olabilir mi sence?”
“Hey… evet, ya! Bu neden benim aklıma gelmedi ki daha önce?”
“Muhtemelen beyin yerine bir kabza taşıdığın içindir.” diyerek güldü şövalye.
Kılıç tam başka bir şeyler daha söylemeye niyetleniyordu ki şövalye bir parmağını dudaklarına götürerek sus işareti yaptı. İkili dikkatle kulak kesildiler. (Şey… En azından şövalye kulak kesildi.) Bir sürü çıplak ayağın taş zemin üzerinde koşarak çıkardığı sesler geliyordu koridordan. “Goblinler… Hem de bir sürü” dedi şövalye telaşla.
“Yaşasın!” dedi kılıç sevinçle.
“Hemen buradan çıkmamız lazım.”
“Evet, koridordalar. Çıkıp biraz eğlenelim ha-ha-ha-ha!”
Şövalye kılıca kulak asmayarak telaşla odada başka bir çıkış yolu aramaya başladı.
“Hey, ne yapıyorsun? O tarafa değil diğer tarafa! Ah, inanamıyorum buna. Onca cesur şövalyenin arasında bir korkağa denk geldim.” diye söylenmeye başladı kılıç.
“Korkak değilim ama aptal hiç değilim.” diye çıkıştı şövalye. “Yüzlercesi ile aynı anda başa çıkacağımızı düşünmüyorsun herhalde?” dedi bir taraftan çıkış bulma ümidiyle oradan oraya koştururken.
“Aslında tam olarak bunu düşünüyordum. Eğlenceli olmaz mı? Ha-ha-ha… Hadi, hadi, hadi…”
Şövalye, kılıca tam usturuplu bir küfür savurmak için ağzını açmıştı ki başının yan tarafından hızla bir şeyin geçtiğini fark etti. Baykuştu bu… Şömineye doğru uçtu ve şömine rafının üzerinde duran eski bir kafatasının üzerine kondu. Onun temasıyla birlikte kafatası ürkütücü bir kahkaha attı ve şömine yavaşça yana doğru kayarak gizli bir geçidi ortaya çıkardı. Şövalye baykuşu izlemekte tereddüt etmedi.
***
Gizli geçidin kapısı onlar girer girmez arkalarından kapandı. Tam zamanında… Arkada bıraktıkları odadan bir kapı kırılma sesi ve odaya dolan yüzlerce goblinin savaş çığlıkları duyuldu. Kılıç hâlâ iyi bir dövüşü kaçırdığı için hayıflanıyordu. Şövalye ise orada olmadığına şükrederek içinde bulunduğu geçide baktı. Tam önlerinde uzun, upuzun, döne döne yukarı doğru çıkan taş merdivenler yükseliyordu. İçerisi aydınlıktı çünkü etrafta mavi alevlerle yanan bir sürü uçan şamdan vardı. “Vay be…” dedi kılıç hafif bir ıslıkla “Burayı daha önce hiç görmemiştim. İhtiyar sandığımdan daha zevkliymiş.”
“Artık hiçbir şey beni şaşırtmıyor.” dedi şövalye basamakları tırmanmaya başlarken. Onlar tırmandıkça şamdanlar da onlarla beraber yükseliyordu. “Söylesene, cadılarla daha önce hiç karşılaştın mı? Çünkü ben pek çok maceraya atılmış olmama rağmen daha önce hiçbir cadı ile savaşmadım.”
“Ben mi? Hayır… Ama yukarıda bir yerlerde bir kütüphane olması lazım. Bizim ihtiyar ne zaman yeni bir tehditle karşılaşsa kütüphaneye gidip oradaki kitapları inceleyerek rakibi ile ilgili tüm bilgileri kontrol ederdi. Böylece asla hazırlıksız yakalanmazdı.”
“Hmmm… Denemeye değer. Gidip şu kütüphaneyi bulalım bakalım.”
Kısa bir süre sonra merdivenler bir kapı ile son buldu. Şövalye kapıyı hafifçe araladı ve bir zamanlar son derece şık döşenmiş fakat şimdi harap bir halde bulunan bir koridorda buldu kendini. Etrafta kimsecikler görünmüyordu. Dikkatli bir şekilde kapıdan süzülerek koridora adımını attı. Ardından gelen mekanik ses ona gizli kapının kapandığını haber veriyordu. Omzunun üzerinden dönüp baktığında bir duvardan başka bir şey göremedi. Kapı çok iyi gizlenmişti, muhtemelen büyü ile… Artık geriye dönüş yoktu, en azından geldiği yoldan… Baykuş koridorda süzülmeye başladı, şövalye yine düşünmeden onu takip etti. Az sonra aradıkları yerdelerdi.
Kütüphane gerçekten de büyüktü. Sonsuza kadar uzanıyormuş gibi görünen raflar ve binlerce kitap vardı içeride. Tam odanın ortasında ise küçük bir kürsü, kürsünün üzerinde ise açık bir kitap bulunuyordu. “Bu kadar kitap içerisinden aradığımızı nasıl bulacağız peki?” diye sordu şövalye umutsuzca.
“Kürsünün üzerindeki kitaba bakmalısın.” dedi kılıç. Şövalye denileni yaptı ve kürsüye yaklaşarak kitabı eline aldı. Hayretle kitabın altın kaplama olduğunu fark etti ve merakla sayfalarını karıştırmaya başladı. Ama kitap boştu… “Bu boş. Lanet olsun! O cadıyı yenmenin yolunu nasıl öğreneceğim?” dedi ümitsiz bir şekilde. Birdenbire kitabın sayfaları sanki sorulan soruyu duymuşçasına hızla dönmeye başladı. Şövalye kitabı izlerken sayfalar yavaşladı ve “Cadılar, Cadalozlar” yazan bir sayfa çıktı ortaya.
“Senin ihtiyar gerçekten de esaslı bir büyücüymüş.” dedi şövalye kılıca ve kitabı dikkatle okumaya başladı.
Bakmasını bilen biri için kitapta cadılar ve cadalozlar hakkında istemeyeceğiniz kadar bilgi mevcuttu. Ne yerler, ne içerler, süpürgelerini nereden sipariş ettirirler, korkutucu bir kahkaha için nerede şan dersleri alırlar… ve tabii ki şövalye için en önemli kısım, nasıl yok edilirler. Fakat bakmasını bilmeyen biriyseniz muhtemelen cadılar için 1001 saç modeli gibi alakasız bir konu okursunuz, tıpkı şu anda şövalyenin yaptığı gibi…
“Hey, bu modeli sevdim!” diye ciyakladı kılıç, toka olarak minik hançerlerin kullanıldığı bir saç modeline bakarlarken.
“Ben hiç sevmedim. Asa ile yeterince tehlikeliler zaten. Bir de tutup fırlatacağı bıçaklara ihtiyacımız yok.” dedi şövalye huysuzca.
“İyi canım, kızma. Yorum yapıp neşeni yerine getireyim dedim. Hem neden saç modellerine bakıyoruz ki? Ben onu nasıl yok edeceğimizi aradığımızı sanıyordum, nasıl baloya davet edeceğimizi değil.”
“Çeneni kapar mısın sen?” diye çıkıştı şövalye dişlerini gıcırdatarak.
“İyi de çenem yok ki.” dedi kılıç muzip muzip.
“Off… Neden her şövalye gibi normal bir kılıcım yok ki? Ya da neden diyarlardaki onca sihirli kılıç arasında tek meziyeti çok konuşmak olan bir kılıç buldum ki?”
“Evet ya, kitaba sorsana… Ben de neden onca cesur ve zeki şövalye arasında tek meziyeti şikâyet etmek olan bir şövalyeye rast geldiğimi merak ediyordum.”
Şövalye sinirinden kıpkırmızı olmuş bir yüzle kılıca döndü, bir an duraksadı sonra hem kılıç hem de şövalye kahkahalarla gülmeye başladı. Şövalye o anda, ne kadar kızarsa kızsın aslında içten içe kılıçtan hoşlanmaya başladığını fark etti.
“Özür dilerim. Bak, kurtarılmayı bekleyen çocuklar var ve her geçen saniye benim aleyhime. Çocuklar ve ebeveynleri bana güveniyorlar. Bu yüzden biraz asabiyim, başarısız olmamam lazım.”
“Önemli değil canım, böyle durumlarda benim de kabzamın tasının attığı çok olmuştur.” dedi kılıç. “Ama daha önce çocuklardan bahsetmemiştin. Onları kurtaracağız ha? Bak bu hoşuma gitti işte. Ben de seni hazine peşinde koşan diğer savaşçılardan biri sanmıştım. Eh haydi, şu cadıyı alt etmenin bir yolunu bulalım. Beni kitaba yaklaştır.”
“Neden?” diye sordu şövalye merakla. Bir taraftan da denileni yapıp kılıcı kitapla karşı karşıya gelecek şekilde hizaladı. Kılıç yüksek sesle “Başa çıkılması gereken bir cadı var, yol göster bana ey kadim kitap!” diye bağırdı. Kitabın sayfaları yine hızla dönmeye başladı. Sizin de çoktan anlamış olduğunuz gibi kitap, kütüphanedeki tüm kitapların içeriğini gösteren bir araçtı. Doğru soruyu sorduğunuzda doğru içeriği karşınıza getiriyordu. “Yani bunca zamandır nasıl çalıştığını biliyor muydun?” diye uludu şövalye.
“E hiç sormadın ki… Ayrıca seni izlemek oldukça eğlenceliydi.” diyerek kıkırdadı kılıç. Şövalye yüksek homurtular eşliğinde kitabı aldı ve incelemeye başladı.
Cadıları yok etmenin pek çok yöntemi vardı. Çünkü her ne kadar hepsi aynı oranda çirkin görünse de cadıların da farklı farklı türleri vardı. Batı cadıları ıslandıklarında eriyorlardı mesela, Anglosakson cadılar ise ateşe karşı dayanıksızdı. Kimisi yemeğe düşkündü, kimisi güzelliğe…
“İyi de bizimki hangisi?” dedi kılıç.
“Bilmiyorum ama bu yöntemlerden biri işe yaramalı.”
“Deneme yanılma yöntemi mi yapacaksın yani?”
“Gidip ona soracak halim yok ya? (sesini incelterek) Bakar mısınız saygıdeğer cadaloz hanım, sizi yok etmek istiyorduk da. Acaba hangi türden olduğunuzu bağışlar mısınız? diyecek halimiz de yok!”
“Neden benim yöntemlerimi kullanmıyoruz anlamıyorum. Şöyle kafayı boyundan ayıracak temiz bir darbe hoş olurdu nı-ha-ha-ha!” diyerek sadiste güldü kılıç.
“Ya, ne demezsin? Bunu beni bir kurbağaya seni de bir kibrit çöpüne çevirmeden önce mi yoksa sonra mı yapmayı planlıyorsun? Hem kesip biçmek dışında bir şey düşünmez misin sen?”
“İyi de ben bir kılıcım, başka ne düşünebilirim ki?”
“O da doğru ya…” dedi Şövalye. Tekrar kitabın sayfalarına gömüldü. Her sayfayı dikkatle okudu ve işe yarar gibi görünen her yöntemi belleğine kazıdı. Okudukça kafasında bir plan şekillenmeye başlamıştı bile.
***
Bir müddet sonra tekrar köşkün karanlık koridorlarındaydılar. Şövalye ses çıkarmamak içi büyük çaba sarf ederken kılıçta sessiz kalmak için büyük bir çaba sarf ediyordu. Baykuş ise kütüphaneden çıktıkları anda onları terk edip gitmişti. Uyumsuz ikili, dikkatle tüm köşkü araştırmaya başladılar. Zemin katta orada burada Goblinlerin varlığından izlere rastlamalarına rağmen ne cadıdan ne de çocuklardan bir eser yoktu. İkinci kata çıkmaları konusunda fikir birliğine vardılar ve sessizce üst kata çıkan merdivenleri tırmandılar. Darmadağın koridorda ilerleyip odaları tek tek kontrol ederlerken geniş, içi kafeslerle dolu bir odaya denk geldiler. Büyüklü küçüklü bir sürü kafes sıralanmıştı odanın içinde.
“Burası da ne böyle?” dedi şövalye, kafeslere tiksinti ile bakarak.
“Ah, evet… Marvin’in minik hayvanat bahçesiydi burası. Çeşitli türleri toplar, üzerlerinde araştırmalar yapardı.” dedi kılıç eski zamanların hatırasıyla.
“Bana daha çok bir hapishane gibi göründü.” dedi Şövalye, kafeslerin arasında temkinle dolaşmaya başlayarak.
“Hayır, hayır. Sevgili Marvin ne kadar çatlak olursa olsun asla zalim biri değildi. Hayvanlara zarar vermezdi o.”
“Onu kastetmedim zaten. Baksana şu kafeslere… İçerilerinde paçavralaşmış kıyafetler, tek kalmış pabuçlar var. Muhtemelen cadı burayı hapishanesi olarak kullanıyor.” Derken gördüğü bir şey şövalyeyi birden soluksuz bıraktı. Gözleri irileşmiş bir vaziyette tek bir noktaya bakakaldı.
“Ne oldu? Ne? Ne gördün? Savaşılacak bir şey mi? Dev bir örümcek mi? Koboltlar mı? Ne?” diye sormaya başladı kılıç heyecanla.
“Ejderha…” diye fısıldadı Şövalye.
“Bir ejderha mı? Bu en çılgın hayallerimin bile ötesinde…” diye sevinçten uludu kılıç. “İyi de nerde?” dedi sonra da.
Şövalye önce ağır sonra giderek hızlanan adımlarla kafeslerden birine girdi ve diz çöküp paçavraların arasında yatan bir şeyi yerden aldı. Bu kendi el emeği göz nuru olan ejderha oymasının ta kendisiydi. Ejderhayı hüzünle elinde evirip çevirirken gözlerinde biriken yaşlara engel olamadı. “Nedir o?” diye sordu kılıç merakla.
“Bu…” dedi şövalye üzüntüden çatallaşmış bir sesle “geç kaldığımızın kanıtı. Bu ejderhayı çocuklardan birine hediye etmiştim. Korkarım ki onları kurtarmak için artık çok geç.” Kılıç anlayışla sessizleşti.
Bir müddet orada çömelmiş bir vaziyette durdular. Şövalye boş gözlerle ejderhayı evirip çevirerek kayıpları için sessizce yas tuttu. Sonunda sessizliği bozan kılıç oldu. “Haydi…” dedi her zamanki cırtlak sesinin aksine halden anlar bir ses tonuyla. “Haydi kalk. Burada böyle dikilerek çocukları geri getiremezsin. Durdurulması gereken bir cadı ve alınması gereken bir intikam var.”
Şövalye bu sözlerle bir an duraksadı. Sonra bıraktı intikam hırsı üzüntüsünü süpürsün ve kendisine güç katsın. Kaşlarını çattı ve kararlı bir şekilde ayağa kalktı. “Haklısın.” dedi kılıca. “Alınması gereken bir intikam var. O cadaloza yaptıklarının hesabını ödeteceğim. Artık kimseye zarar veremeyecek. Tarih olmaya hazırlan cadı!” diyerek gürledi.
“İşte bu! Haydi, gidip şu işi bitirelim.” dedi kılıç heyecanla. “Sende de biraz erkeklik varmış anlaşılan.” diyerek kıkırdadı ardından da.
Şövalye tek kaşını kaldırarak kılıca bir bakış attı, sonra kılıcın esprisine hüzünlü bir tebessümle yanıt verdi. Ejderha oymasını biraz daha elinde çevirdikten sonra onu da yanına almaya karar verdi. Çocukların hatırası için onu hep saklayacaktı. Minik ejderhayı kemerindeki kesesine tıkıştırdı ve odadan ayrılıp koridorlara geri döndü.
***
Cadı, köşkün en üst katına kurduğu odasında bir iksir hazırlamakla meşguldü. Odanın tam ortasında bulunan, altında mavi bir ateşle fokur fokur kaynayan irice bir kazanı karıştırıyordu. Bir taraftan yüksek sesle, anlaşılmayan bir dilde bir şeyler söylerken diğer yandan kaynayan kazanın içine yarasa kanadından tutun ebegümecine kadar çeşitli malzemeler atıyordu. Bir müddet daha kaynayan kazanı karıştırdıktan sonra durdu ve pembe renkli karışıma burnunu kırıştırarak baktı. Sonuçtan hiç de memnun olmadığı her halinden belli oluyordu. İksirden yayılan pırıltı o kadar kuvvetliydi ki odadaki her şey pembenin tonlarında görünüyordu. “Neyi eksik yaptım acaba?” diyerek kancalı burnunun üzerindeki iri bir ben tanesi ile düşünceli düşünceli oynadı. Sonra ufak bir zafer çığlığı atarak odanın uzak tarafındaki tozlu raflara doğru yöneldi. Asasının ufak bir hareketiyle üst raflardaki minare şeklindeki kavanozun uçarak kendisine gelmesini sağladı. “Azıcık Minare tozu gerekli… hep unutuyorum heh-heh-heh!” diyerek cadısal bir kahkaha attı. Bir avuç tozu elinin içinde evirip çevirdikten sonra kazanın içine savuruverdi. Toz, iksire değer değmez etkisini gösterdi ve pembe renk yerini yeşilin hastalıklı bir tonuna bıraktı. Şimdi tüm oda yeşilin tonlarında görünüyordu. “İşte bu çok daha iyi.” diyerek neşeyle kıkırdadı cadı, ellerini ovuşturarak. Tam yüzünü kapıya dönmüştü ki birdenbire başından aşağı sırılsıklam oluverdi. “Neler oluyor?” diyerek hırladı gözlerini ovuşturarak. Gözlerini kırpıştırarak açtığında bir elinde içi boş bir kova diğer elinde ise parıldayan bir kılıç olan şövalyenin şaşkın yüzü ile karşılaştı.
“Erimedi.” dedi kılıç
“Görüyorum.” dedi şövalye boğuk bir sesle.
Cadı yüksek perdeden bir öfke çığlığı attı ve değneğini doğrulttuğu gibi arka arkaya lanetler yağdırmaya başladı. Ama şövalye çoktan tabanları yağlamıştı bile.
“Seni lanet olası budala!” diye bağırdı cadı, şövalyenin arkasından demet demet büyü ışınları yollarken. Şövalye ise koridorda tam gaz koşarken bir taraftan da “Budala değil, Şövalye!” diye bağırıyordu. Kırmızı bir büyü demeti büyükçe bir vazoya çarpıp onu onlarca kurbağaya çevirirken hızla bir köşeyi dönüp son anda kurtuldular.
“Sana onun bir Batı Cadısı olmadığını söylemiştim!” diye ciyakladı kılıç, yeşil bir huzme yanlarından geçtikleri heykeli tuzla buz ederken. “Bir Batı Cadısı için fazla çirkin.”
“Kapa çeneni ve koşmaya devam et!”
“Asıl sen koşmaya devam et, ömrümün geri kalanını bir kürdanlıkta geçirmeye hiç niyetim yok benim.”
“Merak etme, işte geldik.” dedi şövalye basamakları ikişer ikişer inerek bir alt kata vardıklarında. Hemen merdivenlere en yakın odaya dalıp daha önce oradaki örtülerin altına gizlediği bir iki nesneyi çekip çıkardı. Ucuna bez bağlanmış, alkol dolu bir şişeydi bu. Cadının öfkeli çığlıklarına bakılırsa neredeyse köşeyi dönmek üzereydi. Hemen duvardaki meşalelerden birini kapıp bezi tutuşturdu ve cadı tam kapının önünden geçerken şişeyi tüm kuvveti ile fırlatıverdi. Cadı bir dehşet çığlığıyla anında alev aldı. Şövalye yumruğunu sıkarak bir zafer nidası attı. Tam o anda alevlerin ortasından mavi bir ışın fırlayarak şövalyeyi göğsünden vurdu. Şövalye büyük bir hızla geriye doğru savrularak arkasındaki duvara setçe çarptı. Sonra yavaşça aşağı kayarak olduğu yere yığılıverdi. Cadı korkunç bir kahkaha atarak odaya girdi. Şövalye inleyerek, acıdan yaşarmış kısık gözlerle cadıya baktı. Cadı, asasının basit bir hareketiyle üzerini kaplayan alevleri söndürdü. Hiç zarar görmemişti. “Sana onun bir Anglosakson olmadığını da söylemiştim, aksanı yok bir kere.” diye ciyakladı kılıç.
“Budala… Beni bu basit numaralarla alt edebileceğini mi sandın?” dedi cadı.
“Budala değil, şövalye…” dedi yıkık kahraman, acıdan çatallaşmış bir sesle. Yattığı yerden doğrulmaya çalıştı ama başaramadı.
Sessizce cadının son darbeyi indirmesini bekledi.
Ama o bitirici darbe gelmedi.
Meraklı ve sabırsız gözlerle cadıya baktı. Fakat cadı ona bakmıyordu. Gözleri eğleniyora benzer bakışlarla başka bir şeye odaklanmıştı. “Bak sen bak… Burada ne varmış he-he-he-he!” diyerek kıkırdadı. Şövalye, cadının bakışlarını takip ettiğinde odanın zemininde duran küçük bir figür gördü. Figür tam cadı ile şövalye arasında duruyordu. Ejderha oymasıydı bu. “Demek beni yakmak istedin ha? Şimdi yanmanın ne olduğunu öğreneceksin. Biraz eğlenmeye ne dersin saygıdeğer budala?” dedi cadı ve asasını havada döndürerek garip kelimeler fısıldamaya başladı. Şövalye sinirle bir şeyler diyecek oldu ama lafı gördüklerinin etkisi ile yarım kaldı. Minik ejderha az önce kanat mı çırpmıştı yoksa gözleri ona oyun mu oynuyordu? Hayır, bu bir göz yanılsaması değildi, ejderha basbayağı hareket ediyordu işte. Hatta giderek büyüyordu da! Şövalye acısını falan unutarak, korku ile hızla ayağa kalktı. Cadı korkunç bir kahkaha daha attı ve bir pop! sesi ile ortadan kayboluverdi. Şimdi odada sadece şövalye ve giderek büyüyen ejderha kalmıştı. Ejderhanın boynu ve kuyruğu hızla uzuyor, dersinin rengi parlak bir kırmızıya dönüşüyordu. Kısa bir süre sonra odaya sığmayacak kadar büyüyecekti. Üstelik kahramanımızın çıkış yolu da kapalıydı çünkü ejderha tam kapı ile şövalye arasındaydı. Ejderha kuvvetli bir kükreme koyuverdi.
“Eyvahlar olsun. Bunu hiç ama hiç beğenmedim.” diye ciyakladı kılıç.
“En çılgın hayalinin bir ejderha ile kapışmak olduğunu sanıyordum.” dedi gözleri hızla bir çıkış yolu aramaya başlamış olan şövalye.
“En güzel hayaller ulaşılamayan hayallerdir, bilmez misin sen?” diye yanıtladı kılıç ciyaklayan sesi ile. Ejderha, ağzından bir alev huzmesi fışkırtıverdi ve odadaki perdeler hızla tutuştu.
“Perdeler!” diye bağırdı kılıç.
“Perdeler?” dedi şövalye soran bakışlarla.
“Perdeler tutuştu. Hemen çıkalım buradan!”
“Perdeler…” dedi şövalye ve sevinçle perdelere doğru koşmaya başladı.
“Hayır, hayır o tarafa değil! Ateşten tarafa değil, ateşten uzağa koşman gerek. Senin ciddi bir yön problemin var biliyor musun? Senin başını biraz fazla bilemişler… Dursana, haaaaaayııııııııır!” Ama şövalye kılıcı dinlemiyordu bile. Hızla perdelere doğru koştu ve ateşin ortasına atlayıverdi. Bir cam kırılma sesi ve kılıcın cırtlak çığlığı eşliğinde köşkün pencerelerinden birinden dışarıya atlamışlardı. Çimlerin üzerine yumuşakça düştü şövalye, ufak bir takla attı ve hızla ayağa kalkıp gözlerini pencereye dikti. Ejderhanın boynuzlu başı buradan oldukça net görünüyordu. “Dikkat et! Arkanda!” diye bağırdı kılıç aniden. Şövalye çevik bir hareketle arkasına döndü ve başarılı bir hamle ile bir kılıç saldırısını engelledi. Goblinler buradaydı. Birkaç başarılı savunma hamlesi ile saldırılarını biraz yavaşlattı. Ama düşmanın sayıları oldukça fazlaydı, etrafı sarılmıştı. Tam ümidini kesmişken köşkten büyük bir gümbürtü yükseldi. Hem şövalye hem de Goblinler dövüşmeyi bırakıp dehşetle o yöne baktılar. Kanatlı dev, köşkün yan duvarlarını yıkarak pencereden bahçeye atlamıştı. Ayakları yere değmeden birkaç saniye önce kayış gibi olan kanatlarını açarak yıldızlı gökyüzüne doğru havalandı. Muazzam bir kükreme ile köşkün etrafında bir tur attıktan sonra yavaşça tekrar bahçeye, şövalyenin tam önüne iniş yaptı. Goblinler dehşetle dört bir yana dağıldılar, ejderha ise arkalarından bir iki alev gönderdi. Sonra mağrur başını yavaşça şövalyeye çevirdi.
“İşte şimdi yandık” diye inledi kılıç.
***
Şövalye, kılıcının kabzasını iyice kavrayarak “Öleceksem bu bir korkak gibi kaçarken olmayacak. Bir şövalyeye yaraşır biçimde, başım dik ve gururlu bir şekilde ölmeyi tercih ederim.” dedi. Dimdik durdu şövalye, dediğini yapmaya kararlıydı anlaşılan.
Ama ejderha saldırmadı. Orada öylece durarak, kuyruğunu bir sağa bir sola sallarken şövalyeyi izlemekle yetindi sadece. Şövalyenin meydan okuyan bakışları yavaş yavaş soran bakışlara dönüştü. Ejderha ise başını bir yana yatırıp kedi gibi mırıldanarak şövalyeyi izlemeye devam etti.
“Neden saldırmıyor?” dedi şövalye. “Hani saldırmasını falan istediğimden değil ama…”
“Hey, galiba beni sevdi.” dedi kılıç.
“Senin neyini sevsin?” diyerek yanıtladı şövalye geveze kılıcı.
“Ne yani, benim gibi karizmatik biri varken seni sevecek hali yok ya?” dedi kılıç alayla.
“Bir saniye… Tabi ya, şimdi anlıyorum. Aslına bakarsan hakikaten de beni sevdi. Ne de olsa o benim eserim ve ona derin bir sevgi besliyorum. Yani en azından ahşapken besliyordum. Ve sanırım sevgim hiç de karşılıksız değilmiş.”
Şövalye hayranlıkla ejderhayı izlerken dev yaratık boynunu eğip kendisine anlamlı anlamlı baktı. Şövalyenin iki kez düşünmesine gerek yoktu. Çevik bir hareketle hayvanın sırtına atladı ve birlikte havalandılar. Köşkün etrafında geniş daireler çizerek şövalyenin zafer naraları ile kılıcın “Yüksekten nefret ederim!” ve “Ölmek istemiyorum!” çığlıkları eşliğinde goblinleri tek tek haklamaya başladılar. Goblinlerin hakkından geldikten sonra tekrar bahçeye indiler. Şövalye ejderhanın sırtından yere atladı ve köşke doğru bağırdı. “Çık ortaya, seni düzenbaz cadı!” Köşkün üst pencerelerinden biri savrularak açıldı ve cadı göründü. “Ne yapıyorsun aptal hayvan? Yok et şu budalayı!” diyerek ejderhaya bağırdı çıktığı balkondan.
Şövalye yumruğunu sallayarak “Budala değil, şövalye!” diye bağırdı öfkeyle. Sanki onun bu öfkesini hissetmişçesine ejderhadan derin bir homurtu yükseldi ve cadıya doğru bir alev püskürttü. Balkon anında alev aldı. Ama alevler yine cadıyı etkilememişti, sadece daha da sinirlenmesine yol açmıştı. “Demek ondan yana çıkacaksın ha? Seni ben canlandırdım, eski haline getirmesini de bilirim!” diyerek ejderhaya doğru bir büyü yolladı. Tam o anda pek çok şey aynı anda gerçekleşti. Cadının yolladığı büyüye maruz kalan ejderha keskin bir kükreme atarak küçülmeye başladı. Tam o esnada gizemli baykuş birden ortaya çıktı ve kendisini büyülü alanın içerisine attı. Cadının üzerinde durduğu balkon ise alevlerin etkisiyle çöktü ve hazırlıksız yakalanan cadı paldır küldür kendini bahçede buluverdi. Yoğun bir ışık patlaması eşliğinde ejderha ortadan kayboldu. Ellerini gözlerine siper etmiş şövalye birkaç saniye yerinden kıpırdayamadı. Sonra ışık yavaş yavaş söndü ve gecenin karanlığı tekrar bahçeye hâkim oldu. Ahşap ejderha oyması çimlerin üzerinde hareketsiz yatıyordu. Onun tam yanında ise bir insan şekli boylu boyunca uzanmaktaydı. Şövalyenin şaşkın bakışları arasında adam yavaşça ayağı kalktı ve üstünü başını silkeledi. Top sakallı, gözlüklü, yaşlı bir adamdı bu. Üzerinde mor renkli garip giysiler vardı, muhtemelen bir büyücüye ait giysiler.
“Marvin!” diye ciyakladı kılıç.
“Huuu! Ay… Şey… Yaşasın diyecektim. Alışkanlık işte kusura bakmayın.” dedi Marvin gözlüğünü düzelterek.
“Marvin mi? Büyücü Marvin sen misin yani?” dedi şövalye şaşkınlıkla. Ama sen…” dedi şövalye gözlerini kısarak. Çok tanıdık bir şeyler vardı bu adamda.
“Merlin’in Nişanı dâhil pek çok Yüksek Büyücülük ünvanına sahip, Büyücüler Divanı kıdemli üyesi, Zamanda Yolculuk Araştırma Kurulu Başkanı ve İki Büyücülük Turnuvası şampiyonu Marvin. Evet, o benim evlat.” dedi Marvin cüppesini çekiştirirken.
“Ama sen… Şimdi hatırladım. Seni tanıyorum. Sen Mutluluk İksiri’ni bulmak için aradığım Bilge Kişi değil misin?” diye sordu şövalye şaşkınlıkla.
“Evet, ta kendisiyim evlat.” dedi Marvin beyazlaşmış sakalını sıvazlayarak. “Demek beni hatırladın? Aslına bakarsan ben de ormanda seni görür görmez hatırlamıştım. Eğer normale döneceksem bunun senin sayende olacağını anladım ve sana yardım etmeye karar verdim. Çok şükür ki tahminimde yanılmamışım.” dedi açıp kapadığı ellerine sanki onları ilk defa görüyormuş gibi bakarak.
“Ama… Ama kılıç, senin yüzyıla yakın bir zamandır ortalıkta olmadığını söylemişti. Oysa bizim karşılaşmamızın üzeriden o kadar zaman geçmedi.
“Şey… Biraz abartmış olabilirim. Ama o sandıkta geçirdiğim her saniye bana bir yıl gibi geliyordu inan bana.” dedi kılıç cırtlak cırtlak.
“Bu yüzden tüm macera boyunca bana yardım ettin. Cadı seni baykuşa çevirmişti ve senin kurtulman gerekliydi.” diyerek akıl yürüttü şövalye.
“Aynen öyle Cesur Şövalyem.” dedi Marvin.
“Senin sıradan bir baykuş olmadığını biliyordum zaten.” dedi şövalye kafasını düşünceli bir biçimde sallayarak.
“Aslına bakarsan biz onu hep ihtiyar baykuş olarak anardık.” dedi kılıç. “Ay pardon, öyle demek istemedim efendi Marvin.” dedi sonra da, eski efendisinden korkarak.
Marvin hafifçe gülümseyerek “En kötü eserimsin biliyor musun?” dedi kılıca. “Aslında böyle bir kılıç yapmayı hiç istememiştim.” dedi ardından da şövalyeye. “Basit bir dil sürçmesi nelere sebep oluyor görüyor musun? Büyüyü yaparken en korkulan kılıç yerine yanlışlıkla en konuşkan kılıç dememin sonucu şu an ellerinde.” dedi keyifle kıkırdayarak. “Onun çenesinden kurtulabilmek için konuşan bir kalkan bile yapmayı denedim ama bunda pek başarılı olduğumu söyleyemeyeceğim. Kalkanlar yapıları itibari ile daha ketum oluyorlar sanırım.” diye ekledi. “Hikayeler ve açıklamalar için vaktimiz olacak. Önce şu cadı ile ilgilensek iyi olacak.” diyerek yavaşça cadının olduğu tarafa döndü. Şövalye de onu izledi.
Cadıyı düştüğü yerde doğrulmaya çalışırken buldular. Kafasını silkeleyip kendine gelmeye uğraşıyordu. Şövalye ve Marvin’in yaklaştığını görünce öfkeyle tısladı ve telaşla çimlerin üzerinde düşürdüğü asasını aramaya başladı. Bu sırada Marvin, cübbesinin sayısız gizli ceplerinden birinden dikdörtgen şeklinde bir şey çıkardı. Şövalye bunun bir yüzeyinde bir sürü küçük düğme olan, garip bir cihaz olduğunu fark etti. Cadı, tam asasını bulmuş ve yeni bir büyü yapmaya hazırlanıyorken Marvin, elindeki garip cihazın bir tuşuna basarak asanın cadının elinden fırlamasını sağladı. Cadı öfke ile bağırıp çağırmaya ve lanetler okumaya başladı. Marvin, şövalyeye “Sence de çok can sıkıcı bir ses değil mi?” diyerek elindeki cihazın bir düğmesine daha bastı ve cadı birden İspanyolca konuşmaya başladı. “Hay aksi! Yanlış tuş.” dedi Marvin gözleri büyümüş bir şekilde ve panikle başka bir tuşa bastı. Bu kez cadının sesi kesiliverdi. Cadının ağzı hala hareket ediyordu ama hiç sesi çıkmıyordu. “Ah, böylesi daha iyi.” dedi Marvin keyifle.
“O nedir?” diye sordu meraklı gözlerle büyücünün elindeki alete bakan şövalye.
“Evet, evet! Nedir o?” dedi kılıç heyecanla.
“Bu mu? Benim buluşlarımdan biri sadece. Uzaktan kumanda diyorum adına. Bu sihirle biraz geliştirilmiş hali elbette.” dedi eseriyle gurur duyarak.
“Tuzaktan kumanya mı? Ne biçim şey o öyle.” dedi kılıç kıkırdayarak.
Marvin kafasını sağa sola sallayarak güldü. Şövalye ise sabır dileyen bakışlarla gökyüzüne bakmakla meşguldü. Sonra bakışlarını tekrar oturduğu yerde hop hop hoplayan cadıya çevirdiler. Marvin cübbesinin kolundan çıkardığı birbirine bağlanmış rengârenk eşarplarla cadıyı sihir yoluyla bağladı. Bağların yeteri kadar sıkı olduğuna emin olduktan sonra kumandanın düğmesine tekrar bastı ve cadı sesini geri kazandı.
“Alçaklar, haydutlar, caniler!”
“Hey, orada dur bakalım seni cadaloz seni. Kime haydut dediğine dikkat etsen iyi olur. Çocukları kaçırıp, beni öldürmeye çalıştığını ne çabuk unuttun.” diye çıkıştı şövalye öfkeyle.
“Evime izinsiz girdiniz!” diye itiraz etti cadı.
“Merlin’in sakalı… Son hatırladığıma göre bu köşk benimdi.” dedi Marvin, sakalını sıvazlayarak.
“Beni yok etmeye çalıştınız!”
“Sen de son birkaç yılımı bir baykuş olarak yaşamaya mecbur bıraktın.” dedi Marvin.
“Ve bir sürü çocuğu kendi kötü amaçların için kurban ettin.” diye ekledi şövalye.
“Beni… Öf tamam, tamam. Siz kazandınız.” dedi cadı en sonunda, pes etmiş bir vaziyette. “Ayrıca çocukları kurban falan da etmedim.” diye ekledi sonra da.
“Etmedin mi? Harika!” dedi şövalye sevinçle.
“Etmedim tabi. Ben çocuk kurban etmem, onları yerim.”
“Yer misin? Ama bu korkunç!”
“Korkunç mu? Nesi korkunçmuş anlamadım. Körpe bir çocuğun etinin ne kadar tatlı olduğunu biliyor musunuz siz?” dedi cadı iştahla çarpık dişlerini yalayarak.
Tiksinmiş bir yüzle cadıyı izlerlerken kılıç âdeti olduğu üzere hemen lafa karıştı. “Tatlı mı? Canın tatlı bir şeyler yemek istiyorsa neden çikolata, şeker falan yemeyi denemiyorsun ki?”
“Çikolata mı?” dedi cadı soran bakışlarla. “Gerçekten de öyle bir yiyecek var mı? Ben onun büyülü bir yanılsamadan ibaret olduğunu sanıyordum.”
“Evet ya. Bu iyi bir fikir. Aferin kılıç.” dedi Marvin. Elinin bir hareketiyle sivri uçlu şapkası elinde beliriverdi. Kılıcın gayet şaşkın ve heyecanlı bir sesle sorduğu “Bana mı dedin? Bana aferin dedi gördün mü?” sorularına kulak asmayarak elini şapkanın içine daldırdı ve karıştırmaya başladı. Kolu normalde giremeyeceği kadar şapkanın derinliklerine gömülmüştü ve içini araştırırken sanki büyük bir depoyu karıştırıyormuşçasına şapkadan yankılı tangırtılar yükseliyordu. Sonunda şapkayı yere koyarak içinden büyük beyaz bir şey çıkardı. “Buna buzdolabı diyorlar.” dedi meraklı bakışları yanıtlamak için. Ya da geveze kılıcın konuşmasına fırsat vermemek için de olabilir elbette. “İşte bir parça çikolata.” dedi yiyeceği cadıya uzatırken.
Cadının etrafındaki eşarplar çözüldü. Cadı çikolata parçasını temkinli bir şekilde eline aldı. Biraz evirip çevirip kokladıktan sonra köşesinden dikkatlice ısırdı. Gözleri bir anda irileşti ve parçayı büyük bir hızla ağzına atıp keyifle çiğnemeye başladı. Dolu bir ağızla “Bu haaaarika!” dedi ve kıkırdamaya başladı.
“Dahası da var.” dedi Marvin ve dolaptan turtalar, kekler, pastalar, şekerler çıkardı. Cadı hepsinin tadına baktı ve hepsini de bayıldı.
“Sanırım büyük bir sorunu hallettik.” dedi Marvin keyifle.
“Ne yani? Sorun halloldu mu şimdi?” dedi şövalye şaşkın bakışlarla tıkınan cadıyı izleyerek.
“Daha savaşacaktık ama.” dedi kılıç hüsranla.
“Elbette. Artık yiyecek bulmak için kimseyi kaçırmak zorunda değil, görmüyor musunuz?” dedi Marvin.
Şövalye bir müddet daha tıkınan cadıyı izledi ve derin bir iç çekişle “Sanırım haklısın. Keşke bunu çocuklara bir zarar gelmeden önce yapabilseydik.”
Dolu bir ağızla onlara doğru dönen cadı “Çocuklara bir zarar geldiğini kim söyledi ki? Hepsi yukarıda, çalışma odamın arkasındaki gizli bölmedeler.” dedi çikolata kaplı parmağını az önce yıkılan balkona doğru sallayarak.
“Ah, eski yatak odam demek istiyorsun. Kirli çamaşırlarımı meraklı misafirlerden saklamak için gizli bir bölme yapmıştım.” dedi Marvin ve eski günlerin hatırasıyla gülümsedi. Ama şövalye onu duymadı bile. O çoktan köşkün girişine doğru koşmaya başlamıştı çünkü. Hızla merdivenleri tırmanıp yatak odasından bozma çalışma odasına daldı. Odanın ortasındaki kazan hala yeşil ışıklar saçarak fokurduyordu. Seri adımlarla kazanı geçti ve odanın sonundaki eski püskü şömineye vardı. Sırıtkan kurukafa figürünü görür görmez ne yapması gerektiğini kavradı ve elini kafatasının üzerine koydu. Kurukafa yüksek sesle “İyi bir büyücü, iç çamaşırı temiz olan büyücüdür!” diye gürledi, ardından da kısık ve hızlı bir sesle “Böylece kokusundan konsantrasyonu bozulmaz.” diyerek ekledi. Şömine savrularak yana açıldı ve gizli bir girişi ortaya çıkardı. Şövalye az önce duyduğu şey karşısında burnunu kırıştırarak odaya girerken, kılıç ise kahkahalarla gülmekteydi. Birdenbire pek çok kafadan çıkan bir tezahürat onları karşıladı, çocuklar buradaydı.
Kurtarıcılarının eşikten geçtiğini görünce “Şövalye!” diye bağırdılar sevinçle.
“Şövalye değil… Budala! Ay… yani şövalye, evet.” dedi kafası karışık kahramanımız. Çocukları hızla içinde tutuldukları kafeslerden saldı ve hepsine tek tek sarılarak kahkahalar attı. Sevinç gözyaşları eşliğinde basamakları inip tekrar bahçeye çıktılar. Cadı hala tıkınmakla meşguldü. Marvin ise yine garip bir cihaz çıkarmış, onunla oynuyordu. Çocukları ve şövalyeyi görünce “Ah, işte buradasınız.” dedi ve onlara yaklaştı. Çocuklar garip büyücü ve hain cadının görüntüsü karşısında korkarak şövalyenin arkasına saklandılar.
Şövalye, “Korkmayın, korkacak bir şey yok.” diyerek çocukları sakinleştirdi. Marvin çocuklara gülümsedi, birkaç karmaşık el hareketiyle tam önlerinde bir boyut kapısı açtı ve onlara dönerek “Sanırım ayrılma vaktimiz geldi ufaklıklar. Eminim aileleriniz sizi özlemiştir, sanırım siz de öyle. Bu yol sizi ormanın içinden geçme derdinden kurtararak doğruca köyünüze ulaştıracak.” dedi. Çocuklardan sevinç çığlıkları ve alkışlar koptu. Hepsi Marvin’e tek tek teşekkür ederek ve cadıya yan gözlerle bakarak kapıdan geçtiler ve gözden kayboldular. En sonunda bahçede şövalye, Marvin ve cadıdan başka kimse kalmamıştı. Şövalye, başıyla hala iştahla yiyen cadıyı işaret ederek “Sen iyi olacak mısın?” diye sordu büyücüye.
“Merak etme.” dedi Marvin. “Beni ikinci kez kandırmasına izin vermem. Hem bu sefer öyle bir şey denemeyeceğine dair bir his var içimde. Unutmadan, bu senin.” diye ekledi ejderha oymasını şövalyeye verirken.
Şövalye minnetle gülümsedi ve “Sanırım bu da sana ait.” dedi kılıcı Marvin’e doğru uzatarak. Marvin ise kılıcı eli ile kibarca iterek “Sende kalsın. Ona benden daha çok ihtiyacın olacak. Ne kadar geveze olursa olsun faydalı bir yol arkadaşıdır. Zamanla göreceksin tahminimce.” dedi.
“Gevezeymiş, hıh!” dedi kılıç. Şövalye büyücü ile el sıkıştı ve en kısa zamanda tekrar görüşmek için birbirlerine söz verdiler. Ardından şövalye de boyut kapısından geçerek bahçeyi terk etti. Göz açıp kapayıncaya kadar köy meydanındaydı. Etrafta tam bir bayram havası esiyordu. Çocuklarına kavuşan aileler onları öpüp kokluyor, çocuklar ise neşe ile anne babalarına sarılıyorlardı. Şövalye kapıdan geçer geçmez büyük bir tezahürat koptu ve kahramanımız kendini birdenbire omuzlar üstünde buluverdi.
“Harika bir maceraydı değil mi?” dedi şövalye kılıcına.
“Hayır efendim hiç de değildi! Aptal bir iki goblin dışında doğru dürüst tek bir şey bile biçemedim.” diye mızmızlandı kılıç. Şövalye gülerek başını sağa sola salladı ve gecenin geri kalanında eğlence ve kutlamaların tadını çıkardı.
***
Birkaç ay sonra şövalye kulübesinde oturur ve yaklaşan ilkbaharın tadını çıkarırken bir güvercin uçarak tam önündeki masaya kondu. Güvercinin ayağına bir mektup bağlıydı. “Bak sen. Gel bakalım ufaklık.” dedi şövalye güvercine doğru elini uzatarak.
Güvercin ayağını geri çekerek “Hey ahbap, sen kime ufaklık dediğini sanıyorsun bakayım?” diye çıkıştı sinirli bir sesle.
Şövalye eli havada kalakaldı. “Sen konuşuyorsun!” dedi şaşkınlıkla.
“Ne tesadüf, sen de öyle…” dedi güvercin.
“Selam Tezkanat.” dedi kulübe duvarına yaslı duran kılıç.
“Sana da selam ahbap.” dedi güvercin. “Hey, bu hödük senin yeni sahibin mi?” Bir taraftan da bacağındaki mektubu şövalyenin eline tutuşturmakla meşguldü.
“Eh, öyle de denebilir. Bir süreliğine beraber takılıyoruz. En azından daha iyisini bulana kadar…” diye cevapladı kılıç.
“Sana bol şans dilerim, bol da sabır.” dedi güvercin kılıca. Sonra da ağzı bir karış açık olan şövalyeyi işaret ederek ekledi “Şuna biraz terbiye öğret. Hadi görüşürüz.” diyerek havalandı.
“Görüşürüz. Marvin’e selam!” diye ciyakladı kılıç.
“Marvin…” diye mırıldandı şövalye. Şimdi anlamıştı. Merakla elindeki rulo haline getirilmiş mektuba baktı. Üzerindeki mühürde büyücünün amblemi vardı. Tam tahmin ettiği gibi… Hevesle açtı ve okumaya başladı.
“Hey, yüksek sesle oku şunu! Ben de duymak istiyorum.” dedi kılıç.
“Emredersiniz efendim.” dedi şövalye sıkılı dişlerinin arasından ama kılıcın emrivakii ricasını da geri çevirmedi.
Sevgili Dostum;
Sana daha önce yazamadığım için üzgünüm. Senin de tahmin edebileceğin gibi uğraşmam gereken pek çok iş vardı. Neyse ki hemen hemen çoğunu hallettim. Köşküm eski, güzel günlerine geri döndü. Benim tekrar buraya yerleştiğimi duyan çevre halkı da yavaş yavaş da olsa eski yerleşim yerlerini tekrar kuruyor. Eski dostlarım da sık sık ziyaretime gelip toplanmama yardım ediyorlar. Umarım sizin oralarda da her şey yolundadır ve yine umarım kılıç ve sen iyi anlaşıyorsunuzdur.
Hem şövalye hem de kılıç bezgin bir sesle, aynı anda “Yaa, ne demezsin.” dediler.
Ben oldukça iyiyim. Arada sırada bir fare gördüğümde iştahımın kabardığını hissetsem de baykuş kısmımdan pek bir eser kalmamış gibi görünüyor. Yokluğum sırasında Büyücüler Divanı’ndan çıkarılmışım ama bunu pek de sorun etmiyorum. Böylece diğer araştırmalarım için daha fazla vakit bulmuş olacağım. Goblinlerden ise pek bir iz yok. Son duyduğuma göre ejderhamızdan kurtulanlar dağlara doğru kaçıyorlardı. Belki de ilgilenirsiniz?
“Bak işte bu harika bir fikir.” dedi kılıç hevesle ve sadist kahkahalarından birini atıverdi.
En kısa zamanda sizleri ziyaret etmeyi planlıyorum. Bu arada sizin de yolunuz bu tarafa düşerse bana uğramadan geçmeyin sakın. Yoksa sizi lanetlerim! Şaka ediyorum tabi ki. Eğer bugün bu mektubu yazabiliyorsam bunu tamamen sizlere borçluyum. Tekrar teşekkürler dostlarım.
Sevgilerle
Marvin
Not: Cadı sizlere ömür. Geçtiğimiz ay şeker komasından kaybettik
gerçekten oldukça güzel bir hikaye. Zevkle okudum. Kılıcın konuşmaları ve şovalyenin, “Şovalye değil budala!” demesi beni çok güldürdü. Holtu, çok hoş. Ciddiyetten uzak kıpır kıpır bir maceraydı. Ben olsam devamını yazarım. Gerçekten devamını yazmalısın. Tekrar tekrar ellerine sağlık.
Teşekkürler! Bu eskiden yazdığım bir hikayeydi aslında. Tema ile konu uyuşunca neden bu güzel hikayeyi gün yüzüne çıkarmayayım ki dedim. Beğendiğine göre iyi ki de öyle yapmışım. Gülmene ve keyif almana çok sevindim. Kılıç kesinlikle favori karakterlerimden birisi 🙂 Okuduğun ve yorumladığın için çok ama çok teşekkürler.