Öykü

Zerre Hikâyeleri 2 – Çığlık

NOT: Bu öyküyü okumadan önce ZERRE HİKÂYELERİ 1 – ÇOBAN adlı öyküyü okumanız devamlılık açısından önem arz etmektedir.


1

Cübbeli adam kara mahlûku izliyordu. Onu ormanın derinliklerine çekene kadar büyü gücünü kullanmıştı. Gücü neredeyse tükenmek üzereydi, eğer yakalamayı ya da öldürmeyi başaramazsa mahlûkun önüne geleni sorgusuz sualsiz katledeceğini biliyordu.

“Et, kemik, kan hepsi benim, anladın mı genç efendi, beni uzun süre kandırmanın cezasını çekeceksin!!” diye kükredi yaratık ve önündeki büyüyle oluşturulmuş ceylanı paramparça etti. Yorulduğu anlaşılıyordu nefes nefese kalmıştı. Cübbeli adam, yaratığın iyice yorulduğuna kanaat getirip büyük bir cam küreyle etrafını sardı. Cam kürenin içindeki havayı boşalttı. Yorgunluğun ve havasızlığın etkisiyle, mahlûk patates çuvalı gibi yere yığıldı. Cübbeli adam mücadelenin yorgunluğunu üstünden atmak için derin bir nefes çekti. Cam küreyi ortadan kaldırdı. Şimdi işini sağlama almanın zamanıydı, yaratığın kafasını koparırsa iyice rahatlayacaktı. Hızlıca yaratığa doğru ilerledi fakat adımları yavaşladı ve durdu. Ağızı bir karış açık kalmıştı şaşkınlıktan. Kara mahlûk sisin dağılması gibi dağıldı ve sonunda ardında çıplak erkek insan vücudu bırakıp gitti.

2

Masum bir kız çocuğu patikadan yukarıya hoplaya zıplaya çıkıyordu. Şarkı söylüyor gibiydi sesi neşeliydi. Arkasından ona hızla yaklaşan şeyi son anda fark edip döndü. Gözleri korkudan irileşti bir çığlık kopardı, aynı anda bir kılıç kafasını gövdesinden ayırdı. Çocuğun vücudu titreyerek yere düştü, kafası ise havada ağzı ve gözleri açık bir şekilde döne döne savruldu. Toprak yolun üzerinde bir iki defa sektikten sonra bir taşın yanında durdu. Gövdesiz başın gözleri, şimdi neden ben der gibi bakıyordu. Çocuğu öldüren yabancı, elini kesik başa doğru uzattı, yabancının eli çocuğun kanıyla kirlenmişti.

Salih yattığı yerden “Hayırrr!!!” diye haykırdı. Gözlerini açtı ve gözyaşları yastığıyla buluştu. Sağ elini tavana doğru kaldırmış, bir şeyi kavramak için pençe haline getirmişti sanki. Rüya mı gördü, yoksa gerçekten o kızı öldürmüş müydü? ilk başta kavrayamadı. Mantık çarkları çalışmaya ve uykunun parmakları zihninden uzaklaşmaya başlayınca, gerçeğe yakın bir rüya gördüğünü düşünmeye başladı. Bir anda doğruldu şimdi fark etmişti. “Kahretsin” dedi kendi kendine. Üstünde kıyafet namına bir şey yoktu. Telaşla etrafına baktı, kılıçlarını aradı, kılıçlarını başucunda yerde bulunca rahatladı. Odunsu kasabasından ayrıldıktan sonra çınlamaya benzer bir ses işitip bayıldığını hatırladı. Hayır, aslında bayılmadığını kılıçlarının onu ele geçirdiğini tüm çıplaklığıyla kavradı. Kim onu buraya getirmişti, Acaba neler olmuştu? Hemen ayrılması gerekiyordu buradan. Üzerindeki ince örtüyü çekip doğrulmak istedi fakat oda ayaklarının altında kaydı, gözlerinin akı bir anda ortaya çıktı, başı zonklayıp gözleri karardı, olduğu yere yıkıldı.

3

Yirmi kişinin sığabileceği granit mağaranın ortasına iki kısa taş sütun üstüne kaba saba yuvarlak bir taş sabitlenmişti. Kaba masanın etrafına altı kişinin oturabileceği, kabaca yontulmuş taştan sandalyeler dizilmişti. Mağara ağzına bakan sandalyede cübbeli adam otuyordu ve diğer sandalyeler boştu. Anlaşılan birilerini bekliyordu. Adam sabırsızca masanın ortasında yanan üç muma ve mağara girişine bakıp duruyordu. Nihayet beklediğine değmiş gibiydi, üç kişi mağara girişinde belirdi, yeni gelenler de cübbeliydi fakat tanınmamak için kukuletalarını takmışlardı. Beklemeden masaya doğru ilerlediler.

“Gecelerin huzurlu, gündüzlerin aydınlık olsun Kara Ayaz, söyle bakalım haberlerin nicedir.” dedi ortadaki adam ve üçü gelip oturdu masanın başında. Üç yabancının sırtı mağara girişine dönüktü. Anlaşılan başka misafir olmayacaktı.

“Aynısı sizin içinde olsun Zaliha Efendi” dedi Kara Ayaz.

“Köleyle gönderdiğin mesajı aldık. Gördüklerine emin misin, gerçekten o mu?” diye sordu Zaliha Efendi, kuşkulu gözlerle muhatabını inceliyordu. Kara Ayaz kafasını olumlu anlamda salladı ve başından geçenleri anlatmaya başladı.

“Ormanda dolaşmaya çıkmıştım. Çevreye saçılmış ağaç parçaları ve içi dışına çıkmış hayvan ölüleri gördüm. Başta bir yaratığın buna neden olabileceğini düşünmüştüm. Sonunda onunla karşılaştım.”

Sesi titremeye başlamıştı gördüklerini hazmetmeye çalışıyordu. Birkaç defa derin derin soludu. Zaliha Efendi sabırsız gözlerle adama bakıyordu. Eliyle işaret edip “Devam et efendi.” dedi.

Kara Ayaz, mahlûkun işini bitirmek için hamle yaptı. Kapkara şekil dağılmaya başladı. Yanına yaklaşınca karaltının dağıldığını ve genç çıplak bir erkek vücuduna döndüğünü fark etti. Kara Ayaz çıplak bedene telaşla yaklaştı. Yüzünü görmek için sırt üstü çevirdi, sağ gözünün üstündeki yarayı ve sol göğsünün üzerindeki kara lale işaretini görmesiyle, küçük dilini yuttu, karnında bir yumrunun oluştuğu hissine kapıldı. İnanmaz gözlerle bedene baktı. Hemen kulağını hareketsiz vücudun göğsüne dayadı. Baygın adamın kalbinin attığını duyunca karnındaki yumrunun çözüldüğünü hissetti. Olanları hemen bildirmesi gerekiyordu.

“Kara Lale her şeyi açıklıyor” dedi. Zaliha Efendi. Heyecanlanmıştı. “Bu çok önemli bir bilgi bize aktarılana göre prensin bin sene önce öldüğüydü. Şimdi onun yaşadığını öğrendik Tanrılarrr!!” diye haykırdı. Konuşurken heyecandan ayaklanmıştı. Kendisiyle gelenlere “Duydunuz mu dostlarım? Kara Prens Yaşıyor, duydunuz mu!!!” diye haykırdı. Yanındakiler onaylarcasına gülümsüyorlardı. Kara Ayaz’a dönüp.

“Nereye götürdün prensi?” dedi. Gözleri mutluluktan parlıyordu.

“Kulübeme götürdüm.” dedi.

Zaliha Efendi hemen “Ulu yüce bilge Ay Ata Efendi bize yardım edecektir.” deyip yanındakilerle birlikte mağaradan ayrıldı.

4

Salih gözlerini açtığında birisinin onu yatağa taşıdığını fark etti. Sol tarafına döndü yüzü ay gibi parlayan yaşlı sevimli bir dedeyle karşılaştı. Tanıyamamanın ifadesiyle yaşlı adama bakıyordu, birden Salih’in yüzü tanıdık ama gördüğü kişiden memnun olmamış gibi buruştu. Derhal kılıçlarına uzandı; fakat yaşlı adam çevik çıkmıştı, Salih’i omuzlarından yakalayıp yatağa mıhladı. Yaşlı adam sevimli sevimli gülümsüyordu.

“Buna gerek yok kayıp prens, ben senin tarafındayım artık.” dedi yaşlı adam.

“Hafızam beni yanıltmıyorsa bin sene önce beni neredeyse öldürüyordun Ay Ata!” dedi Salih, tükürürcesine bağırarak söylemişti. Sakinliğini koruyan Ay Ata devam etti.

“Bin sene boyunca karşılamamızı sürekli düşündüm. Yanılmış olduğumu acı bir gerçek olarak fark ettim. Hâlbuki senin içinde iyilik ve kötülük birlikte hareket ediyor. Bunun dengesini kurmaya çalışıyordun. Özür dilerim Kara Prensim, seni yanlış yargıladığım için binlerce defa özür dilerim.” dedi Ay Ata.

Salih, Ay Ata’nın içtenlikle söylediğini anlamıştı; ama huzursuz bir rahatlama hissetti. Karşılaşmayı istemeyeceği bir düşmanı dost olmuş gibiydi. Bin sene önce ölümün eşiğine adımını atmıştı. Ay Ata onu dipsiz uçurumun kenarında sıkıştırmıştı. Salih ölümü göze alıp uçurumdan atlamıştı. Soylu kanından gelen güçle ve şansının yardımıyla kurtulmuştu. Kurtulduktan sonra kimse tanımasın diye kılıçlarını mühürlemişti. Mühürlemenin etkisiyle de sol göğsündeki Kara Kral’ın varisi simgesi olan lale de silinmişti. Bir anlık aptallığı yüzünden kılıcının mührünü kırmış ve yaşadığını bütün dünyaya bildirmiş olduğunu fark etti.

“Kara Kral Shuhadaku’nun varisi Kara Prens Dayyanum, gördüğüm kadarıyla hala bocalıyorsun sana yardım edebilirim”. Yüzündeki gülümsemeden bir şey kaybetmeyerek devam etti Ay Ata. “Seni Çığlıklar Mağarası’na götüreceğim. Benliğin orada ikiye bölünecek. Yapman gereken ikisini dengede tutup tek bir benlik haline getirmen eğer başarılı olursan çok güçlü olursun.”

Salih’e, Dayyanum diye hitap edilmemesinin üzerinden çok uzun süre geçmişti. Bir anda kendini garip ve yabancı hissetmişti. Karışık duygular içindeydi şimdi. Bilge adamın samimiyetine inanmalı mıydı? Dayyanum’un uzun süre yaşaması, insanların yalan söyleyip söylemediğini hemen anlamasını sağlıyordu; fakat hala şüpheleri vardı. Kendisinden bile çok önce var olmuş bu şahıs, tecrübeleriyle Dayyanum’u aldatabilir, onu ikna edebilirdi. Anlaşılan istemese de güvenmek zorundaydı. Şu an yapabileceği bir şey yok gibiydi.

“Yaşlı bilge, söylediklerin bana samimi geliyor, sana inanıyorum; ama ya siz insanların karanlık dediğiniz tarafım galip gelirse ne olacak?” diyen Dayyanum, sert bir ifadeyle adamın gözlerine bakıp, sorusuna yanıt için bekledi.

Ay Ata’nın yüzündeki tebessüm kayboldu şimdi ciddi ve gayet sert bir şekilde bakıyordu.

“Öyle bir şey olmayacak eminim; çünkü bir tarafın insan olan annene çekmiş. Biz insanlar ortaya çıktığımızdan beri yaşamak için mücadele veriyoruz. Bu bizim doğamızda var. Senin içindeki insan kısmın bunu kanıtlıyor. Hala yaşıyor ve diğer yarınla mücadele ediyor. Bu kanıt benim için yeter de artar bile. Haydi, hazırlan yatağın başucuna temiz kıyafetler var. Giyin yolumuz çok uzun.” diyen Ay Ata odadan çıkmak üzereydi ki Salih tekrar konuştu.

“Beni buraya kim getirdi. Yanılmıyor isem kılıçlarım tamamen kontrolü ele geçirmiş diye düşünüyorum. Yoksa bu kadar halsiz olmazdım.”

Yaşlı Bilge bu sözler üzerine dönüp devam etti. “Maalesef dediğin doğru, çılgınca etrafa saldırıyormuşsun. Dostlarımdan biri seni bulmamış olsaydı o çevreye yakın bir köyün tamamını yok etmiş olacaktın. İçini ferah tut zarar gören sadece hayvanlar oldu.”

5

Çığlıklar mağarasına varmaları üç koca günlerini almıştı. Mağaranın girişinde rüzgârın sesi uğursuz bir sese dönüşmüş vuuuluyordu. Gün ışığı mağaranın birkaç metre içerisine sızabiliyordu, kalanı zifiri karanlıktı. Girişteki sarkıtlar adeta tehlike saçıyordu, sanki mağara davetsiz misafirlere karşı korunmak için sarkıtları mızrağın sivri ucu gibi sivriltmişti.

Dayyanum ve Ay Ata mağaranın girişinde durmuş, uğultulu rüzgârın sesini dinliyordu. Çığlıklar Mağarası diye düşündü Dayyanum. Kuyrukluların mağarası, avlarını ses taklitleriyle tuzağa düşüren garip örümceğimsi yaratıkların yuvası… Ay Ata, Dayyanum’a gümüş sikke büyüklüğünde bir bakır verdi.

“İçerisi zifiri karanlık olacak, önümüzü rahatlıkla görebilmek için bu büyülü bakır eşyaya ihtiyacımız var. Mağaranın içinde garip bir aura var, meditasyon yapmanı kolaylaştıracaktır. Benliğini zihninde ikiye bölmen gerekiyor. Kuyrukluları merak etme, koruyucu cam küre bizi onlardan koruyacaktır.” dedi Ay Ata.

Dayyanum hiçbir şey söylemeden büyülü eşyayı aldığı gibi mağaraya daldı. Rüzgârın sesi kesilmiş yerini su şapırtıları doldurmuştu. Hava nemlenmişti. Dikitlerin arasında biraz daha ilerleyip, düz kaygan bir zemine ayakbastılar. Ay Ata eliyle Salih’e dur işareti yaptı. Birden çevrelerinde bir cam küre belirdi, Ay Ata zahmetsizce küreyi ortaya çıkartmıştı.

“Otur şuraya ve aurayı zininde hisset. Varlığının insani tarafını yani annenin yüzünü hatırlayarak düşün. Diğer yarını sakın ilk başta düşünme. Çünkü o senin varlığının temeli ve çok güçlü, insan tarafını yok edebilir.” dedi Ay Ata.

Salih olduğu yerde bağdaş kurdu ve gözlerini kapadı. Başarısız olacağı düşüncesiyle zihninin derinliklerine daldı. Auranın mırıltıyı andıran incecik sesini duydu ve bir girdaba yakalanıp sürükleniyormuş gibi zihninde sürüklendiğini hissetti. Çimenle örtünmüş geniş bir arazide buldu kendini, incecik mırıltıyı burada daha net duyuyordu, şimdi mırıltı sanki şarkı söylüyordu. Bir çığlık duydu ardından birinin kendisine bağırarak “Seni affetmeyeceğim efendi, beni mühürlemenin acısını çıkartacağım senden!” söylediğini duydu. Salih sakindi, huzurluydu, bu haline şaşırması gerekiyordu; ama sakinlik öyle bir duyguydu ki sanki çok uzun süredir sakinliğin pençesindeymiş gibi hissettiriyordu. İnsani yönü olan duygularından bile arındığını, öfke, sevinç, hırs, acı korku gibi duygularının kalmadığını, sakinliğin bile insani bir duygu olduğunu kavradı. Peki, neydi şuan olan, Bunun tek bir açıklaması olabilir miydi, Ölmüş olabileceği gerçeği? Ölmeden önce ölmüş olmak, duyguların bulanıklaştırdığı zihninin berrak su gibi aktığını ve bütün gerçekliğin önüne serildiğini gördü. Gerçek, doğruluk, iyilik? Kime göre, neye göre? Bulunduğun ortam şartlar, hâkim olan duygular sürekli gerçekliğin, iyiliğin ne olduğunu değiştirmez miydi? İyice derine daldı Salih. Şimdi bir hiçti, hiçliğin babasıydı artık.

Salih’in önünde bir varlık belirdi. Salih’e benziyordu; fakat Salih, onun çehresinde kara auranın yükseldiğini net bir şekilde görebiliyordu. Varlığının temel gücü, dünya oluşmadan önce var olan soylu kanı belirivermişti sonunda.

* * *

Ay Ata kürenin etrafını sarmış kuyruklu örümceklere tiksinerek bakıyordu, neyse ki bir tehlike arz etmiyorlardı. Güvendeydiler cam küre uzun süre dayanabilirdi. Durumunu kontrol etmek için dönüp Salih’e baktı. Salih’in kaşları çatılmış iki dudağı sımsıkı kapanıp bir çizgi halini almıştı, alnında boncuk boncuk ter damlaları belirmişti. Birden cam küre dalgalanıp titremeye başladı. Ay Ata çevreye telaşla göz attı. Gözleri bir yere sabitlenip kaldı. Mavi tüylerle kaplı, ayı büyüklüğünde, yüzü insan yüzüne benzeyen Gulyabanileri görmüştü. Bunu tahmin etmeliydim diye düşündü, ellerini yumruk yapıp sıktı.

Gulyabaniler kuyruklu örümcekleri sürüler halinde beslerlerdi. Anlaşılan Kuyrukluların sahipleri sürüyü beslemek için ava çıkmıştı. Tüm gücüyle kalkanı iyice güçlendirdi. Gulyabaniler genellikle tek başına hareket ederler; ama bir sürüyle hareket eden olursa genellikle sayıları ellinin altında olmazdı. Onları kolayca halledebilirdi fakat Salih’in güvende olması gerekiyordu şimdilik.

* * *

Salih özüne bakıyordu hala. Öz dile geldi ve konuştu sesinden öfke fışkırıyordu. “Genç efendi, babana hatta soyumuzun kurucusu Hereman’a ihanet ettin! Beni yani özünü, yani özünün dışarı taşmış gururlu ve soylu kılıçlarını mühürledin! Zavallı insancıkların arasına dalıp onlar gibi yaşadın! Kendi öz varlığını ve amacını unuttun! İnsanlar seni beğensin diye utanç duyduğun varlığını mühürledin! Affedilemez! Affedilemez!” deyip saldırıya geçti. Şuan hiçliğin babası olan Salih, varlığının özü olan öfkeli parçasını bir bakışıyla hareketsiz hale getirdi. Hiçliğin babası Salih aldırmıyormuşçasına konuşmaya başladı.

“Varlığımın özü, kin, öfke, kendi doğrularıyla yoğrulmuş zavallı özüm. Söylediğin şeylere hak veriyorum. Herreman atam dünyanın oluşumuna şahitlik etmişti. Dünyanın yavaş yavaş soğuyup canlıların ortaya çıkmasına da tanık olmuştu. Doğası gereği kendine göre en iyi ve en doğrusunu seçmişti. Parçalayıp yok etmek varlığını devam ettirmek doğruluktu, soyunun devamı ise iyilikti. Sonra kısa ömürlü zavallı insanlar yeryüzünde var oldu. Bizi gördükçe kötü demeye başladılar. Kendilerine göre iyilik ve doğruluk tanımı yaptılar. Kendilerine zarar verene kötülük dediler, yarar sağlayana da iyilik. Söyle öz varlığım. Bize göre de öyle değil mi, kendimize göre iyiliklerimiz ve doğruluklarımız yok mu?” dedi Salih. Özünden ses çıkmayınca devam etti.

“Babam bu durumu fark etmişti ve âşık olduğu insanla tüm müdahalelere rağmen evlenmişti. Hem insanlar hem de Kara Kral soyu nerdeyse ikisini öldürecekti. Ne uğruna olacaktı bu, tatbikîde herkes kendi doğrusu uğruna yapacaktı bunu. Sana soruyorum ey özüm! Hangisi doğru olabilir, ayrıca doğru nedir, iyilik nedir, kime göre iyi, kime göre kötü diyebiliriz, hangisini seçmeliyim? Bunun üzerinde çok durdum. Sonunda şu kanıya vardım ki, dünyanın dengesi için ikisinin de dengede olması gerekiyor. Hiç düşündün mü, İnsanların iyilik dediği şey kazırsa iyilik artık iyilik olarak tanımlanabilir mi, ya da insanlar bize kötü diyorlar. Kötülük kazanırsa kötülüğün meşruluğu devam eder mi, kötülük artık kötülük olarak kalabilir mi? Şimdi gel ey özüm birleşelim” dedi Salih ve özünü serbest bıraktı. Salih’in özü haykırarak “Geber!” dedi. Bütün gücüyle saldırıya geçti.

* * *

Ay Ata terden sırılsıklam olmuştu. Tüm gücüyle cam küreye yoğunlaşmıştı. Tahmini doğru çıkmıştı. Elli beş tane gulyabani cam küreyi durmadan dövüyordu. İçinden hadi be Salih, hadi prensim çabuk bitir işini deyip duruyordu. Gayri ihtiyari dönüp Salih’e baktı. Gözleri kamaştı. Beyaz auranın ve siyah auranın birleştiğini gördü. Beyaz bir ışık mağaranın içini doldurdu. Gulyabaniler feryat figan içinde kaçarken, akrep kuyruğunu andıran kuyruklara sahip örümcekler ise ışığın etkisiyle çürüyüp yok olmuşlardı. Parlaklık azalıp mavi renkte ışıldamaya devam etti. Ay Ata gözlerini açıp Salih’e baktı. Salih’in kara aurası şimdi mavi renkte ışıldıyordu. Kara Kilij kılıçları bile mavi aura ile kaplıydı. Ay Ata güldü. Sonunda olmuştu hiçliğin babası Salih, dengenin koruyucusu Dayyanum Salih olarak yeniden doğmuştu.

Mağaradan çıktılar. Dayyanum bir şarkı duydu. Rüyasında gördüğü kızın sesine benzetti. Ay Ata’nın bile göremeyeceği bir hızda gözden kayboldu. Bal rengi gözleriyle etrafa mutluluk saçan bir kız tozlu patikada mutlu mesut bir şekilde şarkı söylüyordu. Birden arkasında bir çınlama sesi duydu. Dönüp baktığında donup kaldı. Hemen arkasında iki adam kılıçlarını bir birine geçirmiş vaziyette buldu.

Dayyanum Salih son anda yetişmişti. Biraz daha geç kalsa kızın kafası rüyasındaki gibi kopacaktı. Suikastçı hamlesinin engellendiğini görünce afallamıştı. Kendisine gelince delici bakışlarla ona bakan bir adam gördü. Ne yapacağını bilemedi, savaşçı içgüdüsüne göre hamle yaparsa kesinlikle kaybedecekti. En azından bu işi alttan alarak kurtulmanın mantıklı olacağına kanaat getirdi.

“Beyim çok yanlış bir iş yapıyorsunuz” dedi Suikastçı pozisyonunu bozmadan devam etti. “Bu çocuk imparatorumuzun canına kast etmeye çalışan bir ifrittir. Çocuk gibi göründüğüne bakmayın. Elimde ferman var öldürülmesi gerek” dedi.

“Buna müsaade edemem. Her şeyin dengede olması gerekiyor. İmparatoruna söyle. Kara Kralın varisi Dayyanum döndü. Bu çocuk koruması altında de.” dedi Dayyanum.

İsmi duyan suikastçının gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Birkaç adım geriledi. “Buna pişman olacaksın” deyip uzaklaştı.

Devam Edecek…

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *