Öykü

Zümrüt

1- Zümrüt ve Yakut

“Sizi temin ederim sayın shisa, burada bahsini ettiğiniz gibi bir değerli taş görmüş kimse yok. Hatta gelecekte olabileceğini de zannetmiyorum. Herkes fakir olduğu için kimsenin çalmayı bilmediği bir ülkedesiniz.” oldu keşişe karşı saygılı adamın kendinden emin ve düzgün yanıtı.

Keşiş sıkkındı. Kırmızı tek parça kumaştan ibaret ve Gond ve diğer pek çok ülke de shirna adıyla bilinen entarisinin altından kaba etini kaşıdı. Saçları yoktu ama kelliği yaştan değildi. Yine de ona şöyle bir bakan herhangi yabancı, yüzünden dökülen tevazuya ve gençliğe şahit olurken uyuyan derin gücü de hissedebilirdi.

“Buralarda bize shisa diyene pek rastlamadım” dedi gözlerini kısarak, “cettin neredendir? Memleketin yani, nerelisin?” dedi rahip tane tane. Canının sıkılma sırası köylüdeydi. Boynunu eğdi sanki biraz da keşişe yanaştı. “Ben, daha doğrusu tüm köy, uzaktan geldik.” Dedi ve daha fazlasını sorma der gibi dudaklarını gerdi. Keşiş için bu yeterliydi. Gond’un güney ellerinde olup bitenlerin dedikodularından haberdardı.

Gond ülkesi üzerinde olduğu gezegenin kuzey yarım küresinin yarısı kadar alanı boydan boya kaplardı ve geri kalanı da okyanusla paylaşırdı. Ya da keşişe hep öğretilen buydu, kimsenin okyanusun ötesine gittiği görülmüş değildi ama bazen puslu toprakların efsaneleri ve uzaklardan gelen insanlara dair öyküler en sağır adamın kulağına bile çalınırdı.

Güney yarım küre birleşik krallıklar ve dukalıklardan oluşurdu. Güneyin en güneyinde ise bilinmeyen buz dağları vardı. Gond’un da soğuk ve buz tutmuş engin ormanlık alanları vardı ama ‘hiçbir keşişin yürümediği güneyin güneyindeki diyarlar’ kötü çocuklara geceleri anlatılan bir masaldı.

Kırmızı entarili adamın amacı en yüksek dağda yürümek ve mümkünse zirvesine tırmanmaktı. Esasında yolculuğunun sebebi ne macera aşkı ne de görev tutkusuydu. Onun motivasyonu sadece ve sadece gururun soğuk prangalarıydı. “Soğuk ama güvenilir” dedi keşiş. Adam anlamadan ona baktığında devam etti, “Köyün ve sen. Soğuk ama güvenilirsiniz. Yalan demezsin. Nitekim üç gün ve üç gecedir adım atarım, daha tek at görmedim.” Dedi kafasını sallayarak.

Adam onayladı, kimsenin at alacak parası yoktu. Tarlaları sürmeye yetecek tohumları ya da yeni doğanları besleyecek sütleri de yoktu. Sefildiler, göçmendiler, en büyük efsanelerden biriydi kaçtıkları. Keşiş bu hikâyeye ve kanıtlarını önceki haftalarda bir balıkçıdan da duyduğunu anımsadı. Şansını zorlamak gibiydi bu adamı sorgulamaya devam etmek fakat kaybedecek hiçbir şeyi yoktu.

“Onu gördünüz mü? Yani, katran tüylü, tepesi arşa değen ve soluğunda kara cehennemi taşıyan kertenkeleyi?” şeklinde sordu pat diye. Köylü şaşaladı ve ardından dizlerinin bağı çözüldüğünde yere çöktü. Keşiş onun titrediğini ve cevap vermediğini gözlemlediğinde, bu ona yetti.

Önceden konuştuğu balıkçı duyan birinden duymuştu. Denilenlere göre bir tür iblis elemin ve nefretin diyarından kopup gelmiş, etrafa korku ve ölüm saçmıştı. Yol boyunca Gond’a doğru giden sayısız insana rastladı ve ne zaman birine bu yaratıktan bahsetse sorduğu kişi sayısı kadar türde tepki aldı. Güney de bir felaket koptuğu söylentisi her ne kadar boyutunu henüz kestiremese de görünüşe göre gerçekti.

Düşüncelerine dalmayı göze alamadı. İzleniyordu ve daha da beteri onu izleyen her ne ise bir insan değildi. Köylüyü o halde bırakarak toplanmaya başlayan yılmış kalabalığı da daha fazla kışkırtmadan oradan ayrıldı. Keşiş türünün tuhaf bir örneğiydi. Diğer gezgin keşişler gibi bir silah taşımıyor veya güç durumda olanlara yardım etmiyordu. Ancak karşılığında ne altında kalacak bir dam ne de boğazı için aş talep etmişliği vardı. Ayrıca bir yerde uzun süre kaldığında oraya ağır bir uğursuzluk getiriyordu ve peşindeki takipçinin bununla yakın bir alakası olduğuna emindi.

Dördüncü günün şafağında uyumak için sakin bir köşe buldu ve kıvrıldı. Hiç rüya görmezdi. Doğumdan ölüme keşiş kalacak bir neslin sayısız evladından biriydi. Böyle adamların hayalleri veya pişmanlıkları olmazdı. Hiçbir tanrı için değil, insanlar için savaşmanın buyruğuna sadık yüz binlerce kırmızılı adamdan biri olmasına rağmen işte burada, Gond’un yüzlerce kilometre uzağında, kuyruğunda bir kâbusun gölgesi, bir masalın peşinde ve gururunun pençesindeydi.

Uyandığında kocaman bir burun ile karşılaştı. Saniyeler sonra burnun büyük değil, sahibi olan yüzün fazla yakın olduğunu algıladı. Korkmadı veya sinmedi, sadece izledi. Burnun sahibi ise geri çekildi ve önünde bağdaş kurup oturdu, “Pek derin uyursun efendi.” Dedi.

Gördüğü bir çocuktu. En fazla on ikisinde olmalıydı ve leş gibi kokuyordu. İlk düşüncesi onun evsiz veya gerçekten görgüsüz bir evin evladı olduğuydu. “Sanın nedir?” dedi genç adam çocuğa ve bir yandan da doğruldu.

Çocuk düşünür gibi yaptı, “Unuttum, belki sen bana kendini dersin, sonra ben sana beni derim. Nasıl?” dedi ve rahip acı ile gülümsedi. Daha önce hiçbir insan evladının bu denli hızlı konuştuğunu duymuşluğu yoktu. “ismim Enza. Şimdi sıra sende.” Dedi hafif bir sabırsızlıkla. Çocuğu izlerken sinirleri bozuluyordu. Bir insanın otururken bile bu kadar hareketli olabileceğini bilmezdi.

“İsmin bu kadar mı? Bana yalan demiyorsun?” dedi kurnazca. Enza omuz silkti. ‘Benden bu kadarını alabilirsin’ der gibi ayağa kalktı ve çocuğu daha fazla umursamadığını kast edecek şekilde toparlandı. Keşişin asabı küçüklüğünden beri uykusunu alamadığında bozulurdu. Bununla beraber çocuk onun restini gördü ve tam ayak parmaklarının ucuna kadar gelip önünden çekilmeden “Hadi ama de bana, tam sanın ne?” dedi durmaksızın ve defalarca.

Adının Enza olduğunu iddia eden adam sabırlı biriydi. Bir şelalenin altında tüm gün meditasyon yapabilir veya tek elinin üzerinde saatlerce tek damla ter dökmeden baş aşağı durabilirdi. Buna rağmen çocuğun davranışları ve ses tonu hayatı boyunca deneyimleyebileceği en mükemmel ve katlanılmaz işkenceydi. Sonunda “Neden umurunda?” dedi bezmiş bir ifadeyle.

Çocuk burnunu karıştırırken cevapladı, “Abim dedi ki İmparatorluktan bir adam gelecekmiş. İmparatorun başrahibi gibi miymiş neymiş. Üç adam boyunda ve yüz kurt gücündeymiş. Sonra dediler, onu yakalayana gondlu kel adamlar ağırlığınca yakut bahşedilecekmiş.” Şeklinde aynı atiklikte ve gıcıklıkta cevapladı. Ancak bu defa keşiş gülmeden edemedi.

“Yüz kurt ha? Peki, sence ben üç adam boyunda gibi miyim?” dedi çocuğun var olması için dua ettiği sağduyusuna seslenerek. Çocuğun dudakları arasından “cık!” diye ürkütücü derecede sinire dokunan bir ses çıktığında halen şüpheli görünüyordu “Şehirde seni güzel oğlan diye kerhane de satarlar.” Dedi. Bu bardağı taşıtan son damlaydı. Keşiş yere çöküp kendini kapatmak zorunda kaldı. Aksi takdirde, meditasyona başlamazsa, çocuğu oracıkta boğarak öldürebilirdi.

2- Zümrüt ve Aşk

Hayalsiz bir adam için rüya görmek bile bazen bir lütuftur. Gond sınırını aştığından beri aynı düşü her uzun uykusunda görüyordu. Önce sakin başlardı, aynı o gün gibi. Sıcak fincan yeşil çayın anısı dudaklarını ve dilini süslerdi.

O ve imparatoriçe Başkent Aanard’ın göbeğinde, imparatorluk sarayının seksen katının altmış altıncısında, batıya bakan en geniş balkon da kahvaltı yapıyorlardı. Sabahın o saatinde bu balkon rüzgâr almazdı ve oturulmaya müsait olurdu. O yaz güneşin alazlamaya başladığı kent ve daha ötesinde uzanan engin topraklar uzun gölgelere boyanırken İmparatoriçe Yamaxanadu henüz on altı yaşındaydı. Ondan genç yöneticilerin savaşları yönettiği olmuştu fakat Başrahip onun özünde halen bir çocuk olduğunu görebiliyordu.

Kimisi bunun sebebini çalınan zümrüde bağlıyordu. Denilene göre doğu tapınağının en değerli hazinesi bir zümrüttü ve öyle sıradan bir değerli taş da değildi. Gond rahiplerinin önem verdiği sayılı nesnelerden biriydi ve her taç giyme töreninde en doğudan Aanard’a tapınağın o andaki en kıdemli rahibi tarafından getirilir ve İmparatoriçenin sadece bir defa elinde tutması ve bu sırada yönetiminin ana fikrini içeren bir konuşmayı zikretmesi gerekirdi. Ancak Yamaxanadu’nun töreninde zümrüt yoktu, çalınmıştı. Çok az dini inancı olan bir diyarda töreler ve önemi ağırlık kazanırdı. Sonunda insanlar Yamaxanadu’nun aslında taç giymiş sayılmadığını bile iddia etmeye başlamışlardı.

“Benimle ne yapacağını düşünüyorsun değil mi Rahkasa?” dedi kız. Tüm boyaların ve harika kumaşların altında üzgün bir yüzü vardı. Adam kızın onunla tek başlarınayken unvan kullanmadan konuşmasına alışıktı. “Hayır, Gün Işığı Zanadu. Söylentileri nasıl çözeceğimi düşünüyordum, hepsi bu.” Başrahip ona Zanadu adını takan ve onunla bu şekilde konuşabilecek tek kişiydi. “Doğu tapınağını araştırmaya gittiğim geçtiğimiz hafta çok ilginç bir öykü öğrendim. Duymak ister misiniz?” dedi onu neşelendirmek istercesine.

“Lütfen anlat bana.” Dedi ve ellerini yanaklarına koyarak statüsünü unuttuğunu ve tüm ilgisini ona verdiğini gösterdi. “Töreninizde buraya özür dilemek için gelen ve daha sonra ne kadar uzun sürmesi gerekirse gereksin taşı bulacağına ant içen rahibin yerine bakan adamdan duydum bu öyküyü.” Dedi ve dinleyicisini meraklandırmak ve bir yudum çay almak için kısa bir ara verdi.

“Söylediğine göre taşın kaybolmasının ardından bir gün bile geçmeden hırsıza âşık olan bir rahip adayı oğlan olmuş. Oğlan sizin yaşlarınızda olmalı. Daha önce karşı cinsten kimseyi görmemiş ve rahipler de hırsızın aslında bir kız olduğunu bu oğlan sayesinde anlamışlar. Kıdemli rahip bir an için aslında hırsızın bu oğlan olabileceğini düşünmüş ancak onun söylediği bir şey ilgisini çekmiş. Ona “Ne kadar âşıksın?” diye sormuş ve oğlan da, “Taştan bir köprü olurdum. Üzerinden kimsenin geçmediği, altından önemsiz bir derenin aktığı yosun kaplamış eski bir taş köprü olurdum. Beş yüz yıl güneşin altında beklerdim ve beş yüz yıl yağmurun. Beklerdim. Sadece bir defa o üzerimden geçsin diye.” Demiş.

Yamaxanadu’nun şaşırdığı her halinden belliydi. Beyaz makyajının altından bile kızaran yanakları seçilebiliyordu. “Gerçek bir âşık!” Dedi daha sonra konuştuğunda. Başrahip Rahkasa ise onu kafasıyla onaylamakla yetindi.

Zanadu’nun yanından ayrıldığında Rahkasa kilometrelerce uzayıp gidebilen saray hollerinden birinde güney ellerinden gelen bir elçi ile karşılaştı. İşte rüya da her şey bu aşamada sarpa sarıyordu. Yolculuğunun başlangıcı aslında bu konuşmaydı. Hiç hesapta yokken zümrüdün peşine bizzat düşmesi ve gerekirse kaçağın gittiği en yüksek buz dağına kadar onu takip etmeyi kafasına koyuşu o anda kaderine asla sökülüp atılamayacak harfler ile dağlanmış olmalıydı. Elçiye o haftanın sıcak konusu olan zümrütten bahsettiğinde yaşlı kadının kaşları olabilecek en yayvan kavisle alnını aşıp saçlarına dokunacak gibi oldular. “Ama o taş sadece bir efsane değil, aynı zamanda bir gerekliliktir.”

“Zümrüdün gücü tartışılmaz. Ona dokunan her kim olursa olsun hayatı boyunca bir daha asla, kimseye, âşık olamaz. Taşın insanların tek bir canlıyı diğerlerinden çok sevme gücünü yok ettiği iddia edilir. İmparatoriçe canını halkına adamak zorunda. Gün Işığı Yamaxanadu’ya bu gerçeğin annesi tarafından anlatılmış olduğuna eminim. Öyle olmak zorunda çünkü her taç giyme adayının tacı reddetme hakkı vardır. Taç reddedildiğinde diğer sekiz ailenin en uygun ferdine başrahip tarafından çağrı yapılır. Bunu bilmiyor olmanıza inanamıyorum Sayın Enza.” Dedi ve onaylamaz şekilde başını salladı.

Rahkasa da duyduklarına inanamıyordu. Henüz çok genç olduğu doğruydu ve insanlar durumu yüzüne her fırsatta vururlardı. Ancak elçinin söyledikleri onu rencide edecek şeyler değil, yüzüne karşı söylenen gerçeklerden ibaretti. Kararını verdiğinde elçiye imparatoriçenin yanına kadar ona eşlik etmek için kolunu uzattı.

Taht salonlarından altıncısına ulaştıklarında elçi tüm bu zümrüt ve taş zırvasından çok daha önemli bir olayı anlattı. Güney krallıklarından savaşların koptuğu bir bölgede beliren iblis ile ilgili korkunç şeylerdi. “katran tüylü, tepesi arşa değen ve soluğunda kara cehennemi taşıyan kertenkele” dedi elçi. Yabancılar Gond’dan sığınma hakkı talep ediyorlardı en yakın Gond valiliği ne yapacağına emin değildi. Çok geniş topraklar yaşanmaz haldeydi. Binlerden, on binlerden bahsetmiyordu, yüz binler söz konusuydu. Zanadu kararını almadan önce her zaman yaptığı gibi Rahkasa’ya bir an için baktı.

İşte o an başrahibin gönlü kapkara bir fikir ile ağırlaştı. Yamaxanadu ona âşık olmalıydı. Bunun duyulmuş bir şey olmadığını biliyordu. Mutlaka ama mutlaka bir çözüme ulaştırılmalıydı. Zümrüdü bulmak zorundaydı. İşte bu yüzden esasında imparatoriçesi yaşadığı müddetçe yanından ayrılması yasak olmasına rağmen tek bir kelime bile etmeden o gün önce salondan, sonra da saraydan ayrıldı. İşte rüya burada biterdi.

Rahkasa Enza tüm düşüncelerden arındığı, rahatsız ve engin boşluktan yaklaşık yarım gün içinde uyandı. Gözlerini hassas ve kırılmaya hazır bir huzurla açtı ve onu taklit eden çocuk ile karşılaştı. Kalkıp yanına gittiğinde bağdaş kurmuş halde uyuya kaldığını gördü. Ne kadar sinir bozucu ve başkalarının işlerine burnunu sokan bir velet olursa olsun halen masum bir çocuktu. Etrafına bakındığında öğleden sonra olduğunu tahmin etti. Onu uyandırmayacak kadar kısık ama kendi kulağının duyabileceği kadar yüksek bir sesle, “Neden beni ele vermedin?” dedi.

Sık ağaçlar ile kaplı arazinin neresinden geldiği belli olmayan tok bir ses, “Çünkü seni kendi yakalamak istedi.” Dedi. Rahkasa uzayan gölgelerin yanıltıcılığına ve orman canlılarının ilgi dağıtıcı seslerine rağmen yorumcusunu en yakın kızılağacın berisinde seçebildi. Çocuk hakkında yanılmış olabilir miydi? Adam fark edildiğini anladığından mı yoksa sadece canı istediğinden mi bilinmez, ortaya çıktı ve çocuk ile genç adamın yanına geldi.

Adam cüce, daha doğrusu belki de bir pigmeydi. Kafasının ve ellerinin büyüklüğü onu çocuktan ayıran unsurlardı. Tabi bu durum beden boyutuna hiç yakışmayan sesi ile de birleştirdiğinde onun cüce olduğunu düşünmek mantıklıydı.

Rahkasa Enza konuştu. “Sen abisi olmalısın. Ne demek istediğini görebiliyorum. Eğer sana haber vermiş olsaydı ve sen beni ele verseydin sadece ‘senin’ ağırlığınca yakuta kavuşacaktınız.” Dedi cümlenin sonuna doğru sırıtmaya başlayarak. Çocuğun bu şekilde düşündüğüne emindi. Cüce kafası ile onayladı. Genç adam tekrar meditasyon pozunda uyuyakalmış çocuğa baktı, “Adı ne?”

Adam sağ başparmağı ile kendini göstererek, “Udum” dedi ve aynı elin işaret parmağı ile oğlan için “Ramza” diyerek omzunu silkti. Keşiş “Öz kardeşin olmadığını düşünürsem seni kırmış olmam ya?” dedi ve Udum’u güldürdü. “Anasını babasını Kara Gün de kaybetti. Kendi kendine bakabiliyor, neden abisi olmayayım?” dedi onay ister gibi. Rahkasa’nın aklı ‘Kara Gün’ de takıldı ise bile sözünü etmedi. Bir an evvel oradan ayrılmak istiyordu, yeterince zaman kaybetmiş olmalıydı. “İkiniz benim hakkımda umduğumdan fazla şey biliyorsunuz. Belki başka şeyler de biliyor olabilirsiniz?” dedi ve bir cevap bekledi.

Adam ona çatık gözler ile karşılık verdi ve “ne gibi şeyler?” dedi. Rahkasa üzerine düşmüş yaprakları silkelerken, “Değerli bir taş ile yolculuk eden bir kız ve onun peşinden giden aynı benim gibi kel bir oğlan hakkında mesela.” Dedi ve doğrudan cücenin gözlerinin içine baktı.

Adam gözlerinin ardındaki aklının tecavüze uğradığına yemin edebilirdi. Hiçbir gizlisi kalmadan her beyin kıvrımının gözlendiğini hayal etti ve istilacısı ayrılmayı reddettiği için teslim olmaktan başka çaresi kalmayan düşünceleri isteksizce ağzından döküldüler. “Senin gibi giyinmiş iki keşiş geçti dört sabah önce. Seninle ilgili öyküyü de onlardan öğrendik. Sorduğunun aynını sordular ama oğlandan bahsetmediler. Bu kadarını bilir ve söyleyebilirim.” Diye cevapladı. Rahkasa tatmin olmuş bir şekilde başını sallayıp arkasını döndü ki cüce bir şey daha ekledi, “Yola çıktıklarında dört kişiymişler. Kız, diğer ikisini öldürmüş.”

Rahkasa Enza arkasını dönmeden ve adımları duraksamadan, “Önceden sadece bir hırsızdı, şimdi ise bir katil. Kardeşine iyi bak.” Dedi ve ormanın daha sık ağaçlar ile örülü derinliklerine doğru yola koyuldu.

3- Zümrüt ve Asit

Saraydan ayrılalı tamı tamına bir yıl geçti. Bu süreçte, Rahkasa Gond’un dışındaki topraklar hakkında da engin bir bilgiye sahip belki de tek rahipti. Zümrüdün asıl peşinde olması gereken diğer iki doğu tapınağı rahibinden haber işitmeyeli haftalar oluyordu. Hırsızın izini hiç kaybetmedi. Bir noktadan sonra tek yapması gereken bir dişi hırsızdan ziyade bir dişi hırsızı soran oğlanı aramak oldu.

“Acaba ona ne olur.” Diye düşündüğü oluyordu. Eğer zümrüde istemeden dokunursa veya hırsız onun dokunmasını sağlarsa beş yüz yıllık aşkını unutur muydu? Halen bir taş köprü olmak ister miydi yoksa belki biraz güçten düşer ve yağmurlu bir günde yola konulmuş bir ahşap plaka olmaya razı mı gelirdi?

Zümrüdün yanı sıra takip ettiği efsanevi iblis-kertenkelenin kıyamet kopardığı sıfır noktasına vardığında işte aklında tam olarak bunlar vardı. Durduğu tepeden tüm yaylayı ve yıkılmış kaleyi görebiliyordu. Toprak simsiyahtı. Tek bir çimen bile yetişmiyordu. Siyah yaylanın ortalarına doğru bu dünyadan hiçbir şeyin sebep olamayacağı kraterlerin sayıları artıyordu ve tam ortasında artık içi yağmur suyu ile dolmuş bir gölü işaret ediyorlardı. Gölün daha önce orada olmadığını söyleyenler olmuştu.

Göle daha yakından bakma fırsatı bulduğunda suyun katran renginde parladığını gözlemledi. Cebinden çıkardığı bir dal parçasını suya soktu ve değdiği yerden başlayarak hemen yukarı tırmanan ufalanmayı hisseti. Dalı hemen bıraktı ve bir cızırtı ile yok olduğunu gördü. Bu, suyun aslında bir tür petrol yatağı ile karışmış olabileceği teorisini yerle bir etti. En başından beri böyle sanıyordu. Rahkasa büyü ve iblislerden önce dünyanın kemiklerinde yatan gerçek ve bilimsel güce inanırdı. Ancak asidin yoğunluğu tüm fikirlerini alt üst ediyordu.

Kara Gün’ün vuku bulduğu bu lanetli topraklardan olabildiğince hızlı uzaklaştı. Saraydan ayrıldığından beri aklının bir köşesinde ona baskı uygulayan izleniyor olduğu fikri bu her yeri açık göl arazisinde her zamankinden ağırdı. Araziyi yarılamıştı ki takipçisi bir yılın ardından sonunda kendini gösterdi.

Ona nasıl bakarsa baksın bir karga görüyordu. Ancak onun bir karga olmadığına emindi. Olağan dışı biçimde ergimiş bir kayanın üstüne tünemiş, kırmızılı adama bakıyordu. Çok büyük ve çok siyahtı. Bir an için kuşun gölden çıkıp geldiğine dair delice bir fikre kapıldı ve aynı anda kuş konuştu.

“Bundan daha ileriye gidersen çok fazla şey kaybedeceksin. Kara toprağı geride bırakır ve ormana girersen dağlara kadar durmadan ilerleyeceksin, seni kimse durdurmayacak. Fakat kendi ellerinle imparatoriçenin ilacını değil, Gond’un yıkımını getireceksin.” Dedi uyarırcasına.

Her mantıklı insanın yapacağı üzere Rahkasa ona kim olduğunu ve neden takip ettiğini sordu. Kuş gizemli olmayı seçebilirdi ancak inanılmaz olmayı yeğledi. “Ben burada hayat bulmuş cehennemi durduran adamın dostuyum. Onun aksine insanların yaptıkları aptalca şeylere burnumu sokar ve sağduyulu davranacağınızı umut ederim.” Dedi azarlar bir tavırla.

“Ne yapmamı bekliyorsun? Hiçbir şey olmamış gibi arkamı dönüp Zanadu’nun yanına gitmemi mi?” dedi öfkeyle. Kuş sağ kanadını açtı ve gagası ile birkaç tüyünü aceleyle düzeltti. “Hayır, ölmeni istiyorum. Hemen, burada, şimdi.” Dedi duygusuzca. “Ancak bunu kendin yapmalısın. İntihar etmek zorundasın.” Diye tamamladı.

Rahkasa anlamıyordu. Karganın söylediği her şey çok saçmaydı. Tam cevap verecek oldu ki kuş kanadı ile gölü gösterdi, “izle ve devam etmen ve geriye dönmen durumlarından neler olacağını gör.” Dedi. Göl dalgalandı ve kabardı. Aniden düzleştiğinde aynı bir ayna gibi oldu ve epey uzakta olmasına rağmen Rahkasa’ya gelip geçen görüntüler sunmaya başladı.

Saraydan düşmüş Başrahip o anda hissettiği korkuyu nasıl betimleyebilirdi? Kendi canı için değil, diğerlerinin hayatları için duyduğu sonsuz endişeyi hangi cümleler ile anlatabilirdi? Kaderin üst üste geçen ilmeklerinin kopmaya ve çözülmeye bu kadar yatkın olduklarını hangi yolla bilebilirdi? Güney krallıklarının Atrophos dedikleri tanrının elini ilk kez bu denli yoğun hissetti. Çaresizdi, yapabileceği hiçbir şey yoktu.

Daha doğrusu bir şey dışında hiçbir şey. Kuşun dedikleri çok doğruydu. Rahkasa ölmeliydi. Aynı bu yaylada can veren kertenkele gibi kendini yok etmeliydi. Bir saniye bile tereddüt etmeden, tüm görüntüler geçip gittiğinde tekrar siyaha bürünmüş göle doğru emin adımlarla yürümeye başladı. Hiç durmadı ve korkmadı.

Kuş onu izlemekle yetindi. Yapması ondan istenen şey için adamı zorlayamazdı. Aksi takdirde yeni ve daha çözümsüz ilmekler örülürdü. Eskiden Başrahip olan adamın ufak bir yükseltinin üstünde tam gölün yanında ayakta durduğunu seçebiliyordu. Adam sadece tek defa arkasını döndü ve kuş onu duyamasa da “Teşekkür ederim” dediğini biliyordu. Rahkasa kendini göle bıraktı ve küçük bir hidrojen bulutu dışında geriye hiçbir şey bırakmadı.

4- Zümrüt ve Elem

Kuş dostu ve efendisinin omzuna konduğunda halen ağlıyordu. “Neden ağlıyorsun Seraphim?” dedi ona adam. “Bunu yapmak zorunda değildi.” Oldu kuşun boğuk yanıtı. Adam gülümsedi. Başını kaldırmış saraya bakıyordu. Girişteki halka açık bahçelerden birinde oturmuş en yüksek balkondan aşkının yolunu gözleyen bir genç kızın gözlerindeki endişeyi izliyordu. “Hırsızın aslında Yamaxanadu olduğunu ona göstermek zorundaydık. Zümrüdü yaratan kişi olarak buna hükümlüydüm. Denge sağlanmalı. Hiçbir adamın ömrü boyunca boşuna kürek çekmesine sebep olamam.”

Kuş “Neden her şeyi unutup gözden uzakta yaşamayı seçmedi?” dedi merakla. Adamın cevabı bildiğine emindi. Siyah cüppesinin başlığını geriye atıp ona baktığında adamın yüzünde derin bir elem vardı. “Bazı insanlar beş yüz yıl bekleyemezler. Bunu fark ettiğinde aslında kendi de Yamaxanadu’ya âşık olduğunu anladı. Belki o oğlan kadar değil. Oğlanın aşkının büyüklüğü ile yarışamadığını duyumsamış olabilir. Anlıyorsun ya, imparatoriçesine uygun bir âşık değildi. Bazen insanlar bir şeye çok fazla değer yüklerler ve onu ellerinden aldığında geriye sadece kocaman bir boşluk kalır. Ah dostum, bugün çok kederli bir gün.”

“Peki, oğlana ne oldu?” dedi kuş merakla. “Neden oğlanın peşinden gitmeyi seçmedi?” Diye sordu. Adam sakalsız çenesini kaşıdı. “Tek bildiğim şey çocuğun zümrüde dokunsa bile hiçbir şeyin değişmeyeceği.” Dedi. Kuş şaşırdı, “İşte bazı insanların da öyle çok sevgisi vardır. Ellerinden alamazsın. Ayrıca oğlanın geleceğin Gond imparatoru olduğunu görebiliyordu. Hadi, bu kadar muhabbet yeter. Geriye almamız gereken değerli ve yeşil bir taş var. Daha fazla trajedi doğurmadan önce asıl sahibine geri dönmeli.” Dedi ve göz kırparak başlığı kafasına geçirir geçirmez ortadan kayboldu.


Erman Yücel | Nihbrin

Zümrüt” için 2 Yorum Var

  1. Selamlar sevgili Nihbrin;

    Hikayeni okumakta geç kaldığım için özür dilerim öncelikle. Yoğun bir dönemden geçiyorum ve gerçekten vakit ayırmak istediğim bazı şeylere eskisi kadar zaman ayıramıyorum. Her neyse, bu kadar söylenmek yeter, hikayene gelelim. Seraphim’i yeniden görmek, Gond diyarını yeniden arşınlamak olukça keyif verdi bana. Her zamanki gibi kendi evreninde kendine has tarzınla enfes bir anlatım sunmuşsun. Şimdiye dek yorum almamasına şaşırdım doğrusu. Gerçi önceki hikayelerini takip etmeyenler için bazı şeyler havada kalıyordur muhtemelen. Senin handikabın da bu sanırım 🙂

    Kalemine sağlık üstat, hikayelerinin farklılığına ve özgünlüğüne doyum olmuyor.

    1. Yorum için beş yüz yıl olsa da beklerim ben. Hikayemi beğendiğine sevindim. Anlattığım her şeyi Gond ile ilgili kılmak gibi bir takıntım var bir süredir. Kendime mani olamıyorum. Birbirleri ile mümkün mertebe ilgisiz duran kısa hikayeler yazmak ve bizimkinden başka ama tek bir dünyayı anlatmak bana eğlenceli gelmeye devam ettiği sürece seçkiye olan katılımlarım bu yönde olacak. Teşekkür ederim.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *