Öykü

Doğru’yu Ararken

Rehesus’tan hikayeler

Sağda duruyormuş anarşist, solda duruyormuş sosyalist. Hemen önlerindeyse nihilist varmış. Nihilist sağ önündeki kapitaliste bakmış. Kapitalist ellerini ortada duran emperyaliste uzatmış. Emperyalist ona yüz vermemiş ve gelen adama bakmış; onunla beraber de hepsi.

“Sen,” demişler. “Neysin?”

Adam “Ben bilgeyim.” Demiş. Adamlar anlamamış; ama bu bilge kişi aslında Rehesus’muş.

“Ne? Bilge mi? Biz de bilge olmak istiyoruz. Nasıl bilge olabiliriz?”

“Evet, evet.” Demiş bir başkası. “Bilge olmak için ne yaptın?”

Rehesus hafifçe gülümsemiş ve cevap vermiş. “Hayatımdan ‘-ist’ ekini çıkardım.”

Doğru’yu Ararken

 

Arayıcının notlarından,

O sıralar üçüncü Güneş yılının bahar zamanına denk geliyordu. Kış yerini canlı bir yeşilliğe bırakırken, son sözleriymişçesine ufak kar tanelerini ağaçların üzerine döküyordu. Deniz sakinleşmiş, yarımay çıkmıştı.

İşte böyle bir havada karar verdi şövalye intikamına. Size birazdan hikayesini anlatacağım şövalyedir bu. Çünkü her ne kadar alakasız görünse de mantık sistemleri ve İdealar’ı derinden sarsacak olan Büyük Olay’ın uğradığı; biraz nefeslenirken belki de kendisinin gidişatını değiştirecek biçimde bünyesini yapılandırdığı yerde geçer bu şövalyenin hikayesi.

O sıralar -Zaman’ı evrensel kabul edecek olursak- Morpheus Cendal büyük bir düşmanını, Adalet’i yenerek İdealar Dünyası’na savaş açmıştı. Ayrıca Madde Düzlem diye adlandırdığımız ve adı ‘Dünya’ olarak geçen gezegenin her köşesine haber yollayarak tüm Fikir Adam’lara davasına katılmaları için çağrı yapmıştı. İdealar da savaşı görmüş ve kendi güçlerini, tüm Fikirleri İdealar Dünyası’nın merkezinde toplamaya başlamışlardı.

Ama İdealar Morpheus Cendal’ın zihninden geçenleri, onun hırsının ve iradesinin sınırlarını bilmiyorlardı.

Bir çoğunun aksine Morpheus Cendal’ın zamana ihtiyacı yoktu. Tek bir saniye bile onun için yıllarca sürebilirdi. O Zaman’dı;  ve bu özelliğinden faydalanarak yıllarca sürebilecek bir çalışmayı haftalara indirgedi. Düşünce, Fikir Adam olduktan hemen sonra zihnine yerleşmişti ve o da bu düşüncesinin üzerine gitti.

Ve bu olumlu sonuç verdi.

Morpheus Cendal araştırmalarına dayanarak yeni dünyaların, hayır, dünyaların değil; yeni mantık sistemlerinin varlığını tespit etmişti. Öyle ki bu farklı sistemlerde Morpheus ve diğerlerinin bulunduğu evrenin mantık kuralları işlemezdi. Evrende saçma olarak görülen şeyler orada saçmalık değil; birebir ve kanlı canlı gerçeklerdi. Hatta Morpheus bu sistemlerden birine gitmeyi ve kendi gözleriyle bu teorisini kanıtlamayı amaçlamıştı ama deneyi başarısız oldu. Kendi mantık sisteminden çıkamamış, farklı mantıkları ziyaret edememişti. Bir süre bu başarısızlığının acısı altından kıvrandı.

Fakat vazgeçmeyi reddederek çalışmalarını sürdürdü ve küçük bir ihtimal de olsa mantık sistemleri arasında geçişi sağlayacak bir yol buldu.

Ama bu başka bir hikayenin konusu. Dediğim gibi bugün size şövalye Mephisto’nun hikayesini anlatacağım. Daha demin ki mantıkla ilgili söylevim de gerekliydi, zira şövalye Mephisto farklı bir mantık sisteminde varlığını sürdürmektedir. Öyle bir diyar ki; ejderhalar, giornlar(yüzünde hiçbir organ bulunmayan ve uzun kollarındaki dokungaçlarla yönünü bulan yaklaşık bir metrelik yaratıklar), arisler(kanatlı ve meleksi insanlar), Riu’lar(mavi renkli tenleri olan ve deniz altındaki ‘Su Ağaçları’nda yaşayan ırk), cesur şövalyeler, kudretli büyücüler ve daha birçok destansı yaratık yaşar bu diyarda. Ama sakın bunların saçma olduğunu düşünmeyin. Çünkü bilge kişilerin de fark ettiği üzere; saçmalık belli bir gerçeğe göre değerlendirilemez, çünkü hangi gerçeğin hakikat olduğu belirlenmesi imkansızdır. Yani tabuların belirttiğinin aksine ‘saçmalık’ dediğimiz kavram gerçekliğe uymamazlıktan çok kendi içindeki çelişkilerle vuku bulur.

Neyse. Değdiğim gibi. Bugünkü anlatacağım hikaye Mephisto adındaki şövalye’nin Morgen adlı büyücüye savaş açmasıyla başladı. Morgen uzun zamandır Hullaria diyarını demir yumruk altında yönetiyordu. Öyle ki insanlar son zamanlarda dışarı bile çıkmaya korkar olmuştu. Artık bir kült halini alan Morgen çocukların korkulu gece hikayelerinde yerini almış, büyük adamlarınsa gerçeklerini kabusa çevirmişti.

Elbette ki insanlar birlik olup Morgen’e karşı çıkmayı düşünmüşlerdi; ama daha ufak ordularını toplar toplamaz kendi içlerindeki anlaşmazlık ve Morgen’in verdiği korku onları dağıtmıştı. Dağılan insanların morali kat be kat çökmüş, ordu toplama ve isyan düşünceleri bir başka bahara ertelenmişti.

İnsanlığın mihenk taşlarından biri olan Şövalyelik de sessizdi. Ne zaman Morgen lafı geçse başını başka tarafa çevirmeye alışmışlardı artık. Haksız da sayılmazlardı. Giornlar ve ejderler Morgen’in adına fetihler yapıyor, arisler kiralık insanlar tarafından avlanıyordu.

Dünya kötüye gidiyordu ve Mephisto tek başına bu çılgınlığa savaş açtı. Henüz kimsenin bu savaştan haberi yoktu. Zaten Mephisto da henüz karar vermişti bu savaşa; ama karar vermişti işte.

İnsanlığın ve tüm güzelliğin uğruna savaşacaktı.

Böylece yolculuğuna başladı…

Büyü. İdealar. Mantık.

Henüz bu kavramlar üzerinde çalışmaktayım. Bir teori de geliştirdim; ama fikrim hala oluşum aşamasında. Fakat eğer düşündüklerim doğruysa, eğer Morpheus Cendal’ın ne düşündüğünü doğru tahmin ediyorsam, tüm mantıkları sonsuza dek değiştirecek bir olayla karşı karşıyayız.

Arayışım sürüyor…

Adilur Lôrin Endemar,

Arayıcı,

Yaldızlı Şövalye kötülüğe, yanlış düzene meydan okudu ve geceyi geçirmek için hana girdi.

Hanın atmosferi mum ışığı dolayısıyla loştu ve pek de iyi kokmuyordu. Ama şövalyenin şikayet edecek hali yoktu. Hanı bulmuştu ya, bunu da şükür. İçinden bunları geçirirken tanrısına uzun zamandır dua etmediği aklına geldi. Yorgun olmasına rağmen bu gece uyumadan tefekkür etmeli ve tanrısını hoş tutmalıydı. Tanrısı kindar değildi; ama kendisi de nankör değildi. Tanrısını unutarak böyle bir etki bırakmak istemiyordu…

Kimin üzerinde böyle bir etki bırakmak istemiyordu? Tanrı üzerinde mi? Tanrının egosu mu vardı?

Hayır tabiî ki, dedi şövalye içinden. Kendi üzerinde böyle bir etki bırakmak istemiyordu. Söz konusu ego kendisine aitti. Ego. Mutluluğun kaynağı ve düzenin getiricisi. Her ne kadar öyle gözükmese de.

Hancı hemen pırıl pırıl parlayan zırhıyla belirlen şövalyeyi karşılamaya gitti. Şövalyenin kaliteli göğüs zırhı ve işlemeli kınına bakılırsa iyi bahşiş koparma ihtimali yüksekti.

“Şövalye hazretleri ne buyururlar?”

Şövalye burnunu çekti ve önündeki böcekten farksız adama cevap vermedi. Adamı geçerken hafifçe omuzladı; öyle ki adam az kalsın yere düşüyordu. Gitmeden “kuru ve sıcak bir oda. Şimdi içinse et ve şarap.” Sözlerini hancıya bağışlamayı uygun gördü.

Köşede, karanlıkta boş bir masa vardı ve şövalyenin şu anda muhabbet kaldıracak havası yoktu. Han fazla kalabalık değildi; bu yüzden yeri kapmak için acele etmedi. Salına salına yürüyor ve şövalye olduğunu göstermekten çekinmiyordu. Odanın diğer köşesinde de birkaç şövalye vardı. İki tanesi kendi aralarında konuşuyor ve heyecanlı heyecanlı fısıldaşıyorlardı.

Şövalye köşelerdeki karanlık yerine oturdu ve diğer şövalyeleri görmezden geldi. Diğer şövalyeleri küçümserdi o. Bunda kibir ya da onlardan iyi olduğu düşüncesi etken değildi. Diğer şövalyeleri sevmezdi, çünkü onlar büyücü Morgen’in zorbalıklarına ses çıkarmazdı.

İşte! Hemen yanlarında getir götür işlerine bakan kızı taciz eden iki tane paralı asker vardı. Büyük olasılıkla da Morgen’in askerleriydiler. Yersiz kahkahalar atıyor, boşalan maşrapalarını ağzına kadar bira ve şarapla dolduruyorlardı.

Alçaklar! Hayır, paralı askerler değildi alçak olan. Onlar alçaktan da beterdi, şövalye onlara hakaret bile etmezdi. Alçak olanlar taciz edilen kıza bakıp, kafalarını aşağı eğen şövalye bozuntularıydı.

Fakat Yaldızlı Şövalye de bir şey demedi ve sessizce yeni gelen sıcak yemeğine yumuldu. Sonunda açlığı yatıştığında hancı geldi ve odasının hazır olduğunu söyledi. Şövalye başıyla onayladı ve biraz daha oturacağını belirtip tütün içmeye koyuldu.

Sonra birden şövalyenin de henüz fark ettiği bir adam köşenin karanlıklarından çıktı ve kendi maşrapasını kendi doldurmak üzere bira fıçısının yanına gitti. Adamın dengeli adımları ve kudret saçan bir ifadesi vardı. Her ne kadar kara cüppe giyse de omuzlarının genişliği ve yürüyüş tarzından bir savaşçı olduğu anlaşılıyordu. Adam ayağa kalkınca hovardalık eden paralı askerler sustu ve sessizce önlerindeki yemeklerine odaklandılar.

Kara cüppeli adam maşrapasını doldurdu ve doğrudan bizim şövalyenin masasına yürüdü. Daha şövalye tepki veremeden teklifsizce adamın masasına oturdu. Adamın kara gözleri kısıktı ve çukurdaki göz bebekleri şövalyenin mavi gözlerine odaklanmıştı. Şövalye gözlerini adamdan alamadı. Adamda çok değişik bir hale vardı. Kendine çekiyordu insanı ve güçlü çenesi de yüzündeki yırtıcılığı artırıyordu. Yüzündeki bazı yaralardan tecrübeli bir savaşçı olduğu anlaşılıyordu. Şövalye tam emin olamasa da adam gelirken belinde bir kının salladığını görür gibi olmuştu.

“Selam olsun şövalyem. Afiyette misiniz?” ahenk dolu sesi her ne kadar yumuşaksa da çok büyük bir kararlılık ve güven hissi yayıyordu. Önce soruyu sorarak da psikolojik olarak üstünlüğü ele geçirmişti.

Yaldızlı Şövalye rahatsızca kıpırdandı. “Evet, birader. Sorduğun için sağol.” Biraz duraksayıp sakin olduğunu göstermek için şarabından bir yudum aldı. “Sizi tanıdığımı zannetmiyorum. Masama oturma onurunu bana bahşetme sebebinizi sorabilir miyim?” şövalyenin sesi nazik ve ölçülüydü. Bu adama karşı nasıl bir tavır takınması gerektiğini henüz çıkaramamıştı.

Adam hafifçe gülümsedi. “Elbetteki beni tanımıyorsunuz. Hatta işin garibi ben de sizi tanımıyorum. En azından şahsen. Ama önemli olan burada kişisel kimliğimiz değil. Kalıbımız.” başıyla şövalyenin göğüs zırhını işaret etti. “Her halinizden bir kraliyet şövalyesi olduğunuz belli oluyor. Sizin gibi akıllı bir şövalye de tahmin etmiştir ki ben bir şövalye değilim ve o tür şeylerle pek az işim olur.”

Şövalye alayı duymazdan geldi. “Hala sizin tarafınızdan onurlandırılma şerefeni hak edecek ne yaptığımı anlamadım.”

“Anlamayacak ne var! Söyledim ya. Şövalyesiniz ve bu benim sizinle yegane ilgilenme sebebim.”

Bu sırada iki paralı asker ayaklandılar ve şövalyenin masasına doğru yürümeye başladılar. “Efendim? Bu şövalye bozuntusuyla bir sorununuz mu var?”

Kara cüppeli adam kafasını iki yana salladı. “Yeni nesil işte. Usulü bilmiyorlar.” Adama yaklaşmasını işaret etti. Paralı asker başını kara cüppeli adamla aynı seviyeye getirecek şekilde eğdi ve o sırada kara cüppeli adam kuvvetli bir şamar yapıştırdı askerin suratına. Adam az kaldı yere düşüyordu. “Biz burada iki beyefendi saygı çerçevesi içinde muhabbet ederken hangi hakla aramıza giriyorsun, maymun akıllı?”

Adam kızardı bozardı ve anlaşılmayan birkaç özür mırıldandı.

“Defol hadsiz köpek. Git de içkini iç. Yarın da gözüme gözükme. Dua et ki bu bey var yanımda, yoksa sana yapacağımı bilirdim ben. Defol! Hadi.”

Adam anında kayboldu.

Kara cüppeli sıkıntıyla nefes verdi. Diğer adama da laf arasında biten maşrapasını işaret etti. Paralı asker hemen maşrapayı aldı ve doldurmaya gitti.

“Kusuruma bakmayın şövalyem. Artık iyi eğitim verilmiyor bunlara. Ne kadar boş gezenin boş kalfası var hepsini benim emrime vermişler.”

Şövalye yavaşça öne eğildi. “Siz kimsiniz?”

Adam gülümsedi ve kara gözleriyle şövalyeyi hapsetti. “Ben Fatih Morgen’in subayı Altor.”

Şövalye irkildi. “Komutan Altor? Sizin gibi rütbeli biri ne arar bu döküntü yerde?”

“Mütevazi bir hayata alışkınım. Para beni hiç değiştirmedi. Savurganlık da en sevmediğim huydur. Altında ha saman var ha pamuklardan yastık. Ne fark eder uyuduktan sonra?”

“Ziyaret-i sebebiniz?”

“Açıkça konuşmak gerekirse, üslerimden aldığım bilgiye göre Morgen şövalyelerin çok fazla boy gösterdiğini düşünüyor. Onların biraz uyarılması ve biraz daha az görünmeleri için teşvike ihtiyaçları olduğunu söylüyor. Ve siz…adınız ne demiştiniz?”

“Adımı söylememiştim.” Diye cevap verdi şövalye soğukça.

Altor gülümsedi. “Güzel. Ben size Bay Ahmak diyeceğim öyleyse. Evet, nerede kalmıştım? Hah! Morgen sizin artık demode olduğunuzu ve temsili olarak da kalmamanız gerektiğini düşünüyor. Ben de aynı düşünceleri paylaştığımı belirtmeliyim. Bu yüzden temizliğe başladım diyelim. Şövalye temizliği. Anladınız mı, Bay Ahmak? Zannetmiyorum. Size aslında nazil bir şekilde söylemeye çalıştığım şey artık defolup gitmeniz gerektiği. Birazdan şurada duran iki şövalyeye de aynı şeyi söyleyeceğimden emin olabilirsiniz. Hadi şimdi siz ufak ufak…”

“Azizim,” dedi şövalye. “Kendinize gelmenizi salık veririm. Bu gibi düşmanlıklar için burası ne yeri ne de zamanı-“

“Kes sesini pis yılan.” Adam sesini bile yükseltmemişti. “Şövalyeliğine mi güveniyorsun? Bak! İnsanlar size gülüyor. Gülmekte haklılar tabiî ki. Sizin gibi sünepe…yılışık ve temsil ettiği değerlere zerre önem vermeyen adamlara başka ne yapılır ki? Şu iki şövalyeye bak. Adamlarım gözlerinin önünde garson kızı taciz etiler ama şövalyelerin gıkı bile çıkmadı. Hah! Şövalyelikmiş. Her şeyiniz yalandan ibaret sizin. Şimdi, pislik, buradan çıkacaksın ve zırhını bir demirciye satacaksın. Daha sonra da gidip çiftçi mi olursun, tanrının cezası bir köyde bekçilik mi edersin umurumda değil; ama bir daha şövalyeyim diye gezinmeyeceksin.” Şövalye hafifçe kızardı. Elini sakinleştirmek için kara cüppeliye uzattı ama adam elini itti ve ayağa kalktı. “Sana toparlanıp gitmen için beş dakika veriyorum.” Giderken de ‘ahmak’ diye mırıldanıyordu.

Altor uyarılarını diğer iki şövalyeye de tekrir etmek için oradan uzaklaştı. Altor onlara yaklaşınca adamlar sanki zaten kalkacaklarmış gibi yaptılar; ama suratlarındaki korku ve endişe ifadesi onları ele verdi. Adam onlara oturmalarını işaret etti ve o da sandalyelerden birine oturdu.

Hancı hemen bizim şövalyenin yanına geldi. “Beyim gitseniz iyi olur. Uzatmanın alemi yok.”

Yaldızlı Şövalye salonun ortasına yürüdü ve henüz sönmüş piposundaki türünü mumlardan biriyle tekrar tutuşturdu.

Altor ayak seslerini duydu ve oraya döndü. “Sana gitmen için beş dakika vermiştim!“ yüzü öfkeliydi. “Neden siz şövalyeler bu kadar ahmaksınız?”

“Birader durun-“ Yaldızlı Şövalye tekrar bir konuşma girişiminde bulunmuştu ama Altor yine sözünü kesti.

“Sizi gidi salaklar… Ah, lanet olsun! Hancı! Biram bitmiş görmüyor musun? Zaten bu salakların Lord kumandanlarıyla bir görüşme yapmak zorundayım; bari kafam biraz iyi olsun.” Etrafına bakındı. “Sen salak herif… evet sen. Bön bön bakan.” Yaldızlı Şövalyeyi gösteriyordu. “Senin işe yarayabileceğini düşünmeye başladım. Hemen havalara girme. Basit bir mesaj görevi. Komutanına benden bir mesaj yollayacaksın. Ne yazmalı… ah buldum! Ona de ki, ‘Pek saygıdeğer Vally Komutanı ve Üstat başyardımcısı, Komutan Altor yarın müsaitseniz sabah kahvaltıyı birlikte yapmak suretiyle size önemli konulardan bahsetmek istediğini rica eder’… yok yok. Rica eder deme. Talep eder. Evet, talep eder. Ondan bunu talep ediyorum.” Şövalyeye baktı. “Anladın mı? Bunu aklında tutabilecek misin? Yoksa minik kafan bunu hafızasına alamayacak kadar yetersiz mi-“

Bir tokat susmasına sebep oldu.

Yaldızlı Şövalye eldivenlerini ellerinden sıyırmaya başladı. “Hakaretleriniz beni usandırmakla beraber geçmişte ettiğiniz hakaretlerle beraber sınırınızı aştınız. Halbuki ben sizi defalarca kez centilmen gibi uyarmaya çalışmış ve konuşmaya davet etmiştim. Lakin siz bu davranışlarımın yüceliğini anlamadınız ve bana hakaret üzerine hakaret yağdırdınız.” Eldivenlerini çıkardı ve Altor’un suratına fırlattı. “Sizi düelloya davet ediyorum. Yarın sabah, hemen bir mil ilerideki açık arazide.” Solgun gri gözlerini Altor’a dikti. “Ve Ak Saçlı Tanrı’ya yemin ederim ki, cesedini toprağa gömmelerine izin vermeyeceğim.”

Altor gülmeye başladı. “Bak pislik herif-“ birden çeliğin parıltısı görüldü ve uzun kılıç Altor’un boğazına dayandı. Hancı inledi.

“Biraz daha konuşursan birader,” kılıç eli birazcık olsun titremedi. “Dilini koparmak zorunda kalırım.” Yaldızlı Şövalye diğer şövalyelere göz attı ama onlar hala tepkisizdi. Geride duran iki paralı asker ayaklandı.

“Adamlarınıza oturmalarını söyleyin.”

“Efendim bu salak ne yapı-“

“Adamlarınıza oturmalarını söyleyin yoksa yemin ederim onları öldürürüm.” Adamlar gelmeye devam etti. Birisi kılıcını çıkardı ve şövalyeye hücum etti.

Şövalye çift elli kılıcını ustaca kaldırdı. Darbeyi karşılamakla kalmadı, rakibine kılcını saplamayı da başardı.

Altor’un gözleri açıldı. “İsyan bu! Morgen’e karşı isyan. Artık ölüm fermanın hazırlandı bil. İsyan-“

“İsyan değil,” diye usulca onun sözünü böldü şövalye. “Savaş.” Altor gözlerini kırpıştırdı. “Bu bir savaş. Ben yüksek şövalye Mephisto, bu dünyanın kötülüğüne işler çeviren Morgen Dé Sarjon’a meydan okuyorum.” Altor’u boğazından yakaladı. “Savaş teklifimi ona sen götüreceksin.”

Altor adamın elinden kurtuldu ve paralı askerine işaret ederek “Buna pişman olacaksın şövalyem, seni temin ederim.”

“Bunu bize zaman gösterecek birader. Sadece zaman.”

Altor yere tükürdü ve kendi adamının cesedinin üzerinden atlayarak kapıdan çıktı.

* * *

Daha demin Altor tarafından azarlanan iki şövalye ayaklandılar ve Mephisto’nun ellerine sarıldılar. “Ah şövalyem! Ne büyülük ettiniz de gelip bizi o canavardan kurtardınız”

“Evet evet. Siz olmasanız kim bilir ne yapardık! Ama ne surat ifadesiydi o Altor’unki! Haha! Gerçekten şövalyem-“

Mephisto şimdi konuşan şövalyenin elini tuttu ve acı verecek biçimde büktü. Dudakları titriyor; ona vurmamak için kendini zor tutuyordu. “Bana bak sefil! Sen… sen kendine şövalye mi diyorsun! Evet, orada otururken ve şu kötülüğün dölü tarafından köşeye sıkıştırılmış biçimde hesap verirken hiç de şövalye değildin. Sen ve senin gibi sütü bozuklar yüzünden bak şövalyelik ne hale geldi. Morgen’e şaşıyorum doğrusu. Neden sizin gibi korkakları, sizin gibi şövalye bozuntularını yakalayıp tek tek öldürmüyor?” Adamın elini daha da büktü ve adam ağzından küçük bir feryat kaçırdı. “Siz ne anlarsınız şövalyelikten. Siz ne anlarsınız doğrular adına, ülküler adına çarpışmaktan. Şövalyeliği sadece yüce bir sıfat gibi taşımak yetmez. Şövalyelik sıfatı seni yükseltmez. Bir şövalye sıfatının kendisini yükseltmesini talep etmez. O, sıfatını yükseltir. Yaptıklarıyla, inancıyla, kötülüğe karşı duruşuyla temsil eder o muhterem sıfatı. Şövalyelikmiş. Peh! Sizinkisi şaklabanlıktan başka bir şey değil. Bu dünyada insanları üçe ayırırım: İyiler, kötüler ve iyilik adına çalışanlar. İyileri sever ve her zaman gözetirim. Onlar bu dünyanın umudu, tek yaşanma sebepleridir. Onlar nadide bir çiçektir, korunmaları gerekir.

“Kötülerse düşmanımdır. Onlardan nefret ederim. Onlara karşı her seferinde mücadele veririm. Onlar faaliyetlerini durdurmadıkça içim rahat etmez, gece yastığa başımı koyup da bir rahat uyku çekemem. Ama onlara saygı duyarım. Nefret ederim, dünya için birer tehlike olduklarına inanır ve bu doğrultuda çalışırım; ama onlara saygı duyarım. Çünkü onlar kötülüğü en iyi şekilde temsil ederek, ülkülerini savunurlar. Tek farkımızı ülkülerimizin adıdır. İkimiz için de ülkü her şeydir. Bu yüzden onlara gururlu bir ölümü müstehak görürüm ve elimden geldiğince bu ölümü onlara sağlamaya çalışırım.

“Fakat üçüncü bir insan sınıfı vardır ki-evet, iyilik adına çalışanlar- onlardan ölümüne nefret etmekle beraber; değil kötüler kadar, şu böceğe duyduğum saygının yarısını bile duymam. Onlar ki ne hakla kendilerini iyilik adına çalışan olarak addederler? Nasıl bunu yapmaya cüretleri vardır? Böyle bir şeyi bırak yüzü kızarmadan, nasıl gururlanarak yaparlar, ha nasıl! Dünyada bu kadar kötülük varken, kötülük dünyaya bu kadar hakimken, şövalyeler nasıl olur da ‘iyilik adına’ savaşırlar. Nedir bu şövalyeler? Kukla mı? Oyuncak mı? Ha, sana soruyorum, oyuncak mıdır?!”

Mephisto hala adamın elini tuttuğundan adam Mephisto ne isterse yapmaya hazırdı; kafasını iki yana sallayarak “Değildir! Şövalyeler kesinlikle ne bir oyuncak, ne de bir kukladır.”

“Hah!” diye kükredi Mephisto. “Öyleyse ne işe yararlar? Neden hala bu dünyada kötülük var o halde? Peki, insanların içinden kötülüğü atamayız; fakat nasıl olur da kötülük dünyaya hakim olur? Siz ki şövalyeler; Ak Saçlı Tanrı’nın seçilmişleri nasıl olur da bu dünyada kötülüğün egemen olmasına izin verirsiniz? Eğer buna izin verirseniz, siz şövalyelerin kukladan ne farkı kalır? Kukla! İnan bana şu kukla sizden daha yararlıdır. En azından insanlığın son umudu olan şövalyeliğin yaptığı gibi; o büyük umutların, o masum yüreklerin son umutlarını böyle ayak altına almıyor.”

Diğer adam korkudan titreyen bir sesle “Peki şövalyem, siz? Siz de bir şövalye değil misiniz-“

“Şövalye mi?” küçük bir kahkaha patlattı. “Ben şövalyeliğin ‘ş’ si değilim.” Mephisto adamın elini bıraktı ve diğer eliyle adamın göğsüne vurarak onu yere düşürdü. “Kendime nasıl şövalye derim? O Morgen denen it ölmedikçe ve dünya iyilik hükmüne girmedikçe kendime nasıl şövalye derim, yüzüm kızarmadan? Hayır ben bir şövalye değilim; ama olacağım. Pek yakında. Pek yakında, Morgen’le karşılaşacağım. Onu düelloya davet edecek, dışarı çıkarak benimle erkek gibi dövüşmesini isteyeceğim. O çıkmayacak. Kalesindeki türlü yaratıkları beni öldürmeleri için yollayacak. Bense orada dimdik duracak ve bana gönderdiği her şeytan dölüyle korkusuzca yüzleşeceğim. En son sıra ona geldiğinde bana yalvaracak; onun canını bağışlamam için yalvaracak ve eğer küçücük bir fırsat verirsem hemen buradan gideceğine dair yeminler edecek. Bense acımayacağım. Aslında bunu yaparken içim acıyacak; ama adalet dürtüsü benden baskın çıkacak ve tüm insanlığa çektirdiği bu acı nedeniyle onu öldüreceğim. Böylece tekrar diyarda iyilik hüküm sürecek. O gün… o gün pek yakın!”

‘Deli’ mırıltıları dolaştı tüm salonun içinde. Mephisto haklı olarak öfkelendi. Herkes Altor’un yardımcısı ve Mephisto arasında çıkan ve ölümle sonuçlanan arbededen beri korkuyla olanları izliyordu. Fakat Mephisto konuştukça yavaşça gülmeye ve onun deli olduğuna inanmaya başladılar. Hatta hancı da cesedi temizlemenin zahmeti ve şokunu atmış, onlara kulak kabartmaya başlamıştı.

 

* * *

Burada Arayıcı’nın bu konuyla ilgili notlarını sunmakta fayda olduğunu düşünüyorum. Böylece daha kolay anlaşılır Mephisto’nun ‘haklı öfke’si.

* * *

Arayıcının notlarından,

İnsanlar böyleydi işte. Normaller arasındaki farkı anlamıyorlardı. O günün etiği ve normal sayılanı neyse, herkes için bunu öngörüyorlar ve buna aykırı bir normalle kısıtlanan birini ‘deli’ olarak görüyorlardı. Onlar için tek bir doğru vardı ve mantığa tamamen aykırı olarak bu doğruyu kendilerinin belirlediklerini düşünüyorlardı. Evet ‘bir’ doğru vardı; fakat binlerce hatta tüm insanların sayısınca etik olabilirdi. Tüm insan sayısınca ‘normal’, ya da başka bir deyişle ‘norm’ olabilirdi; ve bu etikler ile normlar insanın elindeydi. Kesinlikle ve kesinlikle her insan için geçerlidir, diye bir kaide de yoktu.

Peki neydi insanları bu safça ve küstahça anlayışa iten? Neydi onların sadece doğru olduklarını ve diğer tüm doğruların saçma olduğunu düşündürten? Halbuki insanlar doğruyu belirleyemez, sadece etikleri belirler. Etik dediğimse popüler fikirlerdir. Yani bugün kırmızı giyinmek ayıplanır ve yarın moda olursa işte bu etiktir; ve etikler günden güne değişebilir.

İzin verin bir örnek üzerinden açıklayayım.  Bu günlük hayatta da başımıza gelen ve aslında biraz dikkat edersek hemen gözümüze çarpabilecek bir olgudur. Dediğim gibi insanlar doğruyu belirleyemez. Neden mi? Bu tamamen doğrunun tanımıyla ilgilidir. Öyleyse karşımıza bu kez şöyle bir soru çıkıyor: Doğru nedir? Doğru, mutlak olan ve her zaman ve her mekan için istisnasız geçerli olan mutlak etiktir. Mutlak kelimesinin altını çizerim. Bu kelimeyle insanların etiği ve insanların belirleyemeyeceği etik olan, ‘mutlak etik’;  yani ‘doğru’yu ayırıyorum. Bu kısım önemlidir çünkü biraz sonra açıklayacağım fikirler tamamen bu düşünce üzerine temellendirilmiştir.

Bazılarının aklında soru işareti oluşabilir, ‘Doğrunun mutlak ve evrensel olduğunu kim söylemiş?’ Onlara şu cevabı vermek istiyorum. Doğru zaten kelime olarak ‘mutlak’ı da içerir. Doğru olan şey hep doğrudur ve doğrunun asıl kaynağı hep mutlakiyetle doğru kalacaktır. Mutlak olmayan doğru mu olur?

Tamam biliyorum, bu inandırıcı ve tatmin edeci olmadı. Ben de tahmin edememiştim böyle zor açıklanabilecek bir şey olduğunu.

O zaman bir örnek üzerinden açılayayım. İyilik ve Kötülük kavramlarını ele alalım. Herkesin kabul ettiği, sırf bu zaman içinde değil, tüm zamanlar içinde kabul ettiği temel doğru ve yanlışlardır bu iki kavram. Yine herkesin kabul ettiği üzere İyilik ‘doğru’, Kötülük ise ‘yanlış’tır. Kötü olan kimseler bile kötülük yaparken bunun doğru bir şey olduğu inancını taşımazlar. Varlıklarının tüm yapıtaşlarınca bilirler ki yaptıkları yanlış bir şeydir;  ve bu ezelden beri değişmemiştir.

İşte bu örnekle de anlayacağımız üzere değişmemiş ve insanların etiğinden ayrılarak değişmeyecek bir ‘doğru ve yanlış’ kavramı var karşımızda.

Bazı kendilerini zeki sananlar şöyle diyebilir. ‘Ben doğru ya da yanlış diye bir kavramın olduğuna inanmıyorum. Bence olaylar sadece olur ve insanlar onun akışına göre yol alır.’

Size şunu söylemekten rahatsızlık duymuyorum: eğer biri size böyle bir şey söylerse hiç çekinmeden ona ‘Salak’ diyebilirsiniz.

Neden mi? Çünkü bu kişi başlangıç kuralını, ‘Varlık ve Bilinç’ kuralını yok sayıp bunu söylemiştir. Bu kural ne midir? Şudur: İnsan öğrenmediği, daha önce örneğini görmediği ve tabiri caiz ise gözüne sokulmayan bir şeyi bilemez. İnsanın tüm mantık hipotezleri deneyim ve öğrenme üzerine temellendirilir. Yani eğer ben havada durmakta olan bir nesnenin eğer dış bir etmen olmazsa yere düşeceğini bilirim; ama nasıl bilirim? Bu kesinlikle benim salt kendime ait bilgimden olmayacaktır. Ben bu nesnenin yere düşeceğini daha önce düşmüş olmasını referans alarak bilebilirim. Çünkü daha önceki denemelerimde bu nesnenin düştüğünü gözlemiş ve bunu öğrenerek hayat içinde de kullanmaya başlamışımdır.

Buna şöyle karşı gelenler olacaktır. “İnsanın bir şeyi öğrenerek bildiğini ispatlayamazsınız. Mesela ben bilginin doğuştan geldiğine inanıyorum”

Aslında dışarıdan gayet haklı ve mantıklı gibi görünen bir argüman; fakat ben onların bu düşüncesini tamamen yalanlayabilirim. Nasıl mı? Tek bir soruyla. Sorum şu: eğer bilgi doğuştan ve daha sonraki edimsel çabalarla edinilmemişse bana yeni bir kavram bulabilir misiniz? Ama bu öyle bir kavram olmalı ki daha önceki hiçbir kavramla ilintisi olmasın ve insanın aklında kendine ait yeni bir yer açsın.

Hayır efendim, boşuna uğraşmayın. Çünkü bulamayacaksınız. İnsanların zihni doğuştan bilgilerle değil, sonradan kazanılan deneyimsel hatıralarla çalışır.

Ayrıca şu da var ki; eğer doğuştan bilgi var olsaydı, insanın zamanla bilgi birikimini artıramaması gerekirdi. Bir bebekle bir yetişkinin seviyesi aynı olmalıydı. Ama bunların aksine benim ateş yakmak için ateş yakmayı öğrenmem gerekir, havada duran bir nesnenin yere düşmesi gerektiğini söylemem için daha önce aynı koşullarda yere düşen bir nesne görmem gerekir. Tahmin yapabilmem için hatıralarımda sakladığım edimsel çabalarımın deneyimsel yardımı gerekir.

Öğrenmezsem bilemem.

Öyleyse tekrar bir önceki sorumuza dönelim. ‘Ben doğru ya da yanlış diye bir kavramın olduğuna inanmıyorum. Bence olaylar sadece olur ve insanlar onun akışına göre yol alır.’ Diyen birine neden salak diyebiliriz?

Cevap basit. Eğer ‘Doğru ve Yanlış’ diye kavramlar yoksa, ben daha önce örneğini görmediğim bu kavramların nasıl farkında olabilirim? Daha önce örneğini görmemişsem nasıl bu kavramlardan bahsedebilirim. Eğer doğru ve yanlış olmasaydı, inanın bana ‘olmazlardı’. O zaman buradan başka bir çıkarım da yapabiliriz. Varlık bilgidir. Bilinmeyen şey ‘yoktur’ ve varlık dediğimiz şeylerse sadece bilinen şeylerdir… ama neyse bu konuya eğer ileride işimiz düşerse döneceğiz.

Daha demin ki kanıtlarıma da istinaden şöyle bir sonuç geliyor elimize: Eğer bir şey biliniyorsa, vardır.

Adilur Lôrin Endemar,

Arayıcı.

* * *

Mephisto…

* * *

Mephisto ‘deli’ mırıltılarını duyunca daha deminki düşüncelerimizi de referans alarak haklı olarak sinirlendi.

Ama onlar halktı. Onlara ne yapabilirdi ki?

“Siz… siz ne anlarsınız? Siz ki şövalyelere güvenen ve onlardan medet uman… hayır, sizin suçunuz yok. Tüm suç kötüde ve iyi adına çalışanda. Sizinle… sizinle anlaşamayız.”

Tüm kalabalık bu sözlerden sonra iyice kahkahaya boğuldu. Şövalyemiz-aslında kendisini daha demin de belirttiği üzere şövalye olarak görmüyordu- mahzun bakışlarını yere çevirdi ve omuzları bitkinlikle indi.

“Deli yahu…”

“Hem de ne deli!…”

“Olacak iş değil, adam resmen kötülüğe karşı şövalyeleri bırakmamızı söylüyor…”

Mephisto bu söz üzerine itiraz edecek oldu. “Hayır, şövalyeleri bırakın demiyorum…” baktı ki hiç kimse kendisini dinlemiyor fısıltıyla ekledi. “Şövalyeler artık hayata tutunsun diyorum…”

Kahkaha tufanı devam ederken birden Mephisto’nun da fark etmediği bir şövalye ayaklandı ve salonun ortasına, Mephisto’ya doğru yürümeye başladı.

Adamın kızıl saçı ve aynı renkte oldukça gür sakalları vardı. Kahverengi gözleri kalın ve gür kaşlarının altına gizlenmiş, sanki kimsenin bilmediği bir sır biliyormuş ve bu sır altında eziliyormuş gibi acıyla ve pişmanlıkla bakıyordu etrafa; ama bu gözler kesinlikle acıma kabul etmiyordu; ve yine hayır, bu kibirden de kaynaklanmıyordu. Sanki… sanki gözler her şeyi görmüş, hayatın gizini çözmüş ve acınması gerekenin kendisi değil, gördüğü dünya olduğuna kanaat getirmişti. Cüsseli bedenini dengeli adımlarla hareket ettiriyordu. Cüsseli olmasına rağmen tek bir gram bile fazladan yağ bağlamamıştı vücudu. Sıkı kaslar bedenini sarıyor, üzerinde gümüş parıltılar saçan zırhından bile daha fazla koruma vaat ediyordu.

Adam Mephisto’nun yanına ulaştı ve onu korurcasına arkasına alarak kalabalığa seslendi. Eli de daha fazla taşkınlık olursa diye kılıcının kabzasının üzerindeydi. “Ne oluyor? Utanmıyor musunuz, sizi Altor gibi bir despottan kurtaran ve onun dalkavuklarınızı başınızdan defeden adama hakaret etmeye? Üstelik –üzgünüm efendim- kendisi bir şövalyeyken?” Mephisto çenesini kasmasına rağmen sesini çıkarmadı. “Bu yaptığınıza nankörlük denir.”

Kalabalıktan biri “Ama söylediği sözleri duymadınız mı? Deli saçması şeyler…”

Kızıl sakallı şövalye başını o tarafa çevirince adam sindi ve başını gizledi. Şövalye tatmin içinde başını salladı ve Mephisto’ya döndü. “Sizi en içten dileklerimle selamlarım, Mephisto.”

“Teşekkür ederim, birader. Belki de iki kez etmeliyim. Zira beni şu ahmaklar topluluğundan kurtardığınız için.”

Şövalye lafı bile olmaz dercesine elini şöyle bir savurdu ve Mephisto’nun koluna girerek onu masalardan birine doğru yürütmeye başladı. “Benimle içmek onuru bana bahşeder misiniz?”

“Tabiki.”

“Ah ne kabayım. Kendimi tanıtmadım size. Ben Romero; ama beni buradakiler Kızıl Sakal diye tanırlar.”

“ Evet, bir arkadaşım bu kasabadakilerin hayal güçlerinin geniş olduğunu söylemişti.”

Romero gülümsedi. “Öyle ya. Şu kısa adamı görüyor musunuz? Onun lakabı ne sizce?”

“Cüce falan mı?”

“Hayır, daha da kötü. Sadece ‘Kısa’.”

Bunun üzerine Mephisto kahkaha attı. “Ah azizim, sizin gibi biriyle sohbet etmeyeli uzun zaman olmuştu. Gerçekten müteşekkirim.”

Kızıl Sakal cevap vermedi. Bir süre sonra, içkiler geldiğinde “Daha demin şövalyeleri azarlarken söylediğiniz sözlerde içten miydiniz?”

Mephisto sanki adam dalga geçmek için bahane arıyormuşçasına Romero’yu süzdü. Fakat adam ölümüne ciddiydi. Bir süre sonra ihtiyatla “Evet, her kelimesinde.”

“Öyleyse benden de hoşlanmıyorsunuzdur herhalde?”

Mephisto hafifçe gülümsedi. “Pek sayılmaz, birader. Siz diğerleri gibi değilsiniz. En azından topluluğu karşınıza alarak beni koruma yüceliğini gösterdiniz; sizi diğerlerinden biraz daha çok seviyorum diyelim.”

Kızıl Sakal büyük bir yudum aldı kara birasından. “Ah, ama beni sevmelisiniz. Ben de sizin gibi düşünüyorum- en azından şövalyeler hakkında. Bakmayın öyle, dalga geçmek değil amacım. Sizin gibi düşünüyorum; ama bu sizden önce başlamış bir şey değil. Sizin konuşmanızdan etkilendim açıkçası. Ben de kendimi kısa bir süre öncesine kadar şövalye diye adlandırırdım. Sanırım artık bu alışkanlıktan kurtulmalıyım.” Hüzünlü gözleri yine sanki bir sırrı sadece kendisi biliyormuşçasına çok az duygu kırıntısı yansıttı.

Mephisto’nun yeni fark ettiği üzere adamın yüzünde ve zırhının aralıklarından görüldüğü kadarıyla bir çok yarası vardı. Anlaşılan adam sürüsüyle arbede yaşamıştı

Romero yaralarını kapatarak-Mephisto’nun baktığını fark etmişti- ve birden canlanarak ayaklandı. “Ne dersiniz, ben de arayışınıza katılayım mı?”

“Ne arayışı?” şövalye suratını buruşturmuştu bunu sorarken.

“Morgen. Morgen, elbette. O soysuza ders vereceğinizi söylememiş miydiniz? Böylece tekrar şövalyelerin devri başlayacak, kudretli günlerimize dönecek ve göğsümüzü gere gere ‘Biz şövalyeyiz!’ demeyecek miydik? Bunların olması için sizin de ima ettiğiniz gibi Morgen köpeğinin ölmesi gerekiyor, değil mi?

“Evet.” diye fısıldadı Mephisto düşünceli bir şekilde.

“E, öyleyse? Tıpkı öykülerdeki gibi. Şövalye Telstuch kılıcını ve arkadaşlarını alarak maceraya çıkar, ha? Ne dersiniz? Şahsen ben burada çok önemli bir dostluğun temellerinin atılmış olduğunu görüyorum. Dost olacağız azizim, bundan adım kadar eminim.”

Bu lafın üzerine Mephisto da gülümsedi ve ayağa kalkarak Romero’ya elini uzattı. “Sizinle yolculuk etmek benim için şereftir, Romero. Sizin gibi insanlar olduğu sürece insanlığa dair olan umutlarım asla tükenmeyecek.”

Kızıl Sakal da gülümsedi ve sertçe sıktı elini Mephisto’nun. “Öyleyse yarın?”

“Tamam fakat… önemli bir noktayı kaçırıyoruz, nerede bu Morgen?”

Kızıl Sakal bir süre düşündü ve “Yakınlarda, at sırtında yaklaşık bir günlük mesafede, bir paralı asker grubu var. Onlara sorabiliriz. Ne de olsa onlar Morgen’in adamları. Yerini biliyor olmaları gerek.”

Mephisto temkinliydi. “Evet, fakat… nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz bize hemen cevap vereceklerine?”

Romero kının içinde duran kılcına dokundu. “Cevap vermek zorunda kalacaklar.”

Mephisto’nun endişeleri bu cevapla daha da arttı. “Fakat birader, yanlış anlama korktuğumdan değil; ama yaklaşık yirmi kişiyle iki kişi mi çekişmeliyiz diyorsunuz?”

“Öncelikle,” dedi Romero. “Şu ‘sizli bizli’ kurutlun… kurtul dostum. Artık dostuz biz. İkinci olarak paralı askerlerden korkmana gerek yok. Buradakilerin taşkınlık sebebi sadece yanlarındaki Altor denen adamdan aldıkları cesaretti. Tıpkı bir köpeğin sahibinden cesaret alıp kendisinden daha büyük bir köpeğe sataşması gibi; ve bu paralı asker grubunun kampında hiç rütbeli biri yok. Sadece bir ast çavuş onların başında duruyor ve aşırıya kaçmalarını engelliyor. Şöyle bir gürlesek istediğimiz her cevabı alabiliriz? Ne dersin?”

“Bilmem ki. Siz… sen daha tecrübeli görünüyorsun bu konularda. Bu yüzden sana güveneceğim.”

Romero tatmin içinde başını salladı. “Öyleyse uyumalıyız. Zira yarın uzun ve yorucu bir gün olacak.”

“Haklısın. Yorucu ve uzun.”

* * *

Güneşin batmasına iki saat kala iki yoldaş küçük bir köye girdiler erzak almak için. Hava soğuk olduğu için birkaç mil ilerideki handa konaklayacaklardı; ki bu da yolculuklarının bir gün daha uzayacağı anlamına geliyordu.

Romero erzak almaya gönüllü oldu ve çiftçiyle arpa çuvalları için pazarlığa girdi.

Mephisto’ysa Romero’nun hemen birkaç metre uzağına oturmuş bir yandan göğüs zırhının kopçalarını çözerken bir yandan da etrafına göz gezdiriyordu; ve köy hakkında söyleyebileceği tek bir söz vardı: Fakir.

Romero da köyün refah düzeyini fark etmiş ve gönlü acıyarak arpa çuvallarına ederinden biraz fazla vermişti. O sırada küçük bir kız-üstünden çok fakir olduğu anlaşılıyordu; yırtık bir gömlek(ki büyük olasılıkla babasının), delik deşik olmuş ayakkabılar, önceden beyaz olduğu belli olan ama şimdi siyah ve gri tonlarında olan bir pantolon- Mephisto’nun yanına geldi. Kızın yüzü kirliydi ve bedbaht bir hali vardı. Henüz yaşı çok küçük olmasına rağmen –sekiz mi dokuz mu?- bakışları hüzün ve hayattan yediği silerlin izleriyle doluydu. Gururlu olmasına rağmen- küçük ve toplu dudaklarından tutun, cüretkar burnuna kadar belli oluyordu yüzünden- büyük bir fedakarlık yaparak (büyük olasılıkla ölen aile bireyleri tarafından kendisine bakması için vasiyet edilmiş küçük bir kardeş için) konuşmaya başladı. “Sör. Hasta annem ve küçük kardeşim için yemek ve ilaca ihtiyacım var… gerçekten ihtiyacım olmasa sizden istemezdim- ama bekleyin lütfen!”

Mephisto sinirle kalkıp atların yanına doğru yollanmıştı; ve küçük kıza tek bir sikke bile vermemişti.

Dostunun bu davranışına çok şaşıran ve bir o kadar da içerleyen Romero hemen gururlu kızın gönlünü almak ve onun gururunu daha fazla kırmadan para vermek amacıyla yanına seğirtti. “Ufaklık, onu dert etme. Şu sıralar zor günler geçiriyor. Sana bakınca memleketinde bıraktığı küçük kız kardeşini hatırladı herhalde- neyse. Bak burada fazladan sikkem var. Bunu al ve annene ilaç ile yemek götür.”

Kız başını öne eğerek ve elini istemeyerek kaldırarak parayı aldı. Gururu kırılmıştı bir kere; ama yine de annesi için yaptığı fedakarlığın büyüklüğü su götürmez bir gerçekti. “Teşekkür ederim, beyim. Siz gerçek bir şövalyesi-“

“Hayır!” diye bağırdı istemeden Romero. Sonra aşırıya kaçtığını ve küçük kızı korkuttuğunu fark ederek hemen kızın küçük ve kirli ellerini kendi nasırlı avuçlarının içe aldı. “Hayır.” dedi Sonra usulca. “Ben ne bir şövalyeyim ne de iyilik adına herhangi bir şey yapan kimse. Ben… ben hiç kimseyim. İşte bu. Ben hiç kimseyim ve sense dünyanın gördüğü en yüce ruhsun… evet, yüce ruh. Sen busun işte.” Kız şaşkın bakışlarını kendisine dikince daha fazla konuşmak istemedi ve kızın başını okşadıktan sonra arkadaşının yanından atların yanına doğru gitti.

Mephisto sanki hayatı buna bağlıymış gibi tüm gayretiyle atın yularını çözüyor ve aceleden eli ayağına dolaşıyordu. Romero’nun ona doğru geldiğini görünce sinirli ve boğuk bir sesle “Ben… ben bu gün ormanda kalacağım. Sizi buna zorlayamam, bu yüzden isterseniz handa kalabilir ve gece rahatça uyuyabilirsiniz. İnanın hiç kırılmam.”

Arkadaşının gergin olduğunu fark eden Romero, biraz da onunla tekrar ‘sizli bizli’ olduğu için kırgın bir şekilde “Sen nereye ben oraya. Hem nerede görülmüş Telstuch’un arkadaşlarını bırakarak sefahat içinde yaşadığı?”

Mephisto bir an durdu ve yan gözlerle bir süre onu süzdü. Sonra hafif ve biraz daha az sinirli çıkan bir sesle “Sahiden öyle ya.” dedi ve atına atlayarak Romero’yu beklemeden ormana doğru sürmeye başladı atını.

Romero gece izlerin izlenmesi zor olduğu için erzakları hemen atına yükleyip dostunun ardından yola koyuldu. Mephisto dört nala sürmüş olacak, Romero’nun onu bulması uzun sürdü. Romero onu bulduğunda Yaldızlı Şövalye kamp kurmaya başlamış, hatta çalı çırpı toplama işinin çoğunu yapmıştı.

“Soğuk bir gece.” Dedi Romero sırf konuşmak için.

“Evet,” dedi Mephisto pek de ilgilenmeyerek. “Soğuk… soğuk iyidir.”

“Ne? Anlamadım.”

“Yok bir şey. Benim… ben biraz yorgunun. Bu yüzden şimdi uyuyacağım. Senin de nöbet tutmana gerek yok kanımca. Bu ormanda bize saldıracak, dallardan başka kimse yok.” Ateş yakma işini hemen bitirip tulumunun içe yerleşerek uykuya daldı.

Romero da tulumunu ateşin yakınına çekti; ama hemen uyumadı. Bir süre Morgen’i ve onu yendikten sonra olacakları düşündü. Tüm şövalyeler onu tebrik ediyor; onları eski kudretli günlerine kavuşturduğu için Romero’ya teşekkür ediyordu. Romero’ysa alçak gönüllükle işin büyük kısmını Mephisto’nun yaptığını söylüyor, alçak gönüllük ederek daha da yüceliyordu. Elbette ki insanlar bunun farkındaydı ve gözlerinde daha bir büyüyordu Romero. Ozanlar onun için şarkılar yazıyor, krallar onu sofralarına buyur ediyorlardı; ama Romero bunlar için zaman olmadığını hala dünyada kötülüğün var olduğunu ve Morgen olmasa bile kötülüğün yeterince güçlü olduğunu söylüyordu. Krallar da başlarını sallayarak onu onaylıyor kendi düzenli birliklerinden oluşan büyük bir orduyu Romero’nun emrine veriyorlardı… ‘hey,’ diyordu sonra kralın soytarısı. ‘Bu hayal senin hayalin, neden içinde illa kötülük olmak zorunda ki? Sonuçta kendi ütopyanı yarattın, neden içine kötülüğü koyma gereği duyuyorsun? Yoksa… yoksa… ‘ soytarı kahkaha atmaya başladı ve Romero uyandı. Ne ara uyuduğunu ayırt edememişti. Hayal kurarken uykuya dalmıştı anlaşılan.

Su dökmek için ağaçlığın oraya gitti ve işini soğuk hava yüzünden –Tanrım! Gerçekten soğuktu!- çabuk bitirip tekrar tulumunun içine girecekti ki, Mephisto’nun tulumunda olmadığını fark etti. Etrafına kısa bir bakış attı ama karanlıkta görmek neredeyse imkansızdı. Romero ateşe yaklaşarak bir süre beklemeye karar verdi. Belki de Mephisto da kendisi gibi işemeye kalkmış ve işini henüz bitirmemişti.

Yaklaşık beş dakika geçtikten sonra Romero daha fazla dayanamayarak soğuğa rağmen ateşten uzaklaştı ve Mephisto’yu aramaya başladı. Cesaretinin el verdiğince yüksek sesle ona sesleniyor fakat yanıt alamıyordu.

Arayışı yaklaşık on beş dakika sürüp de umudunu kaybetmeye başlayınca geri dönmeye karar verdi. Üstelik donmak üzereydi.

Mephisto’nun nerede olduğuna dair tahminlerde bulunmak istemeyen Romero hızlı hızlı kamp alanına doğru yola koyuldu. Bir süre gitmişti ki hemen batı tarafından kesik kesik ve sık nefes sesleri duydu. Arada bir de ete değen kırbaç gibi bir şaklama sesi duyuyordu.

Romero kılıcını almadığına lanet yağdırarak yavaş ve temkinli adımlarla sesin geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Fakat ormanın sesi dağıtması gibi bir talihsizlik söz konusuydu. Öyle ki bir süre sonra sesin batı yönünden geldiği konusunda o kadar da emin olamadı. Doğu muydu? Kuzeydi sanırım. Güney de olabilir miydi? Yok güney değildi- o da ne? Güney sanırım. Fakat…

Romero ikirciklenmeye başlamıştı. Sonra bir ağaca çarptı ve öne doğru tökezledi. Fakat tam düşecekken başka bir ağaca daha çarptı ve biraz daha tökezledi. Yine tam düşecekken bir ağaç daha… böyle sürdü bu. Bu saçmalık sürerken Romero etrafına bakınma fırsatı geçirdi bir kez ve ağaçların arasında beyaz bir suret gördüğünü sandı. Hatta yüzünü de görmüş ama ayrıntılarını ayırt edememişti. Suret bir saniye kadar görünüp tekrar hiçliğe karışmış ve Romero’yu korku içinde bırakmıştı. Sonra karanlıktan bir ses duydu. Ya da duyduğunu sandı. Şöyle demişti galiba: “Çabuk!”

Romero nasıl çabuk olabilirdi ki? Son bir dakikadır yaşadığı olay o kadar absürdü ki! Sürekli ağaçlara çarpıyor ve bununla kazandığı ivme sonucu gittikçe ormanın derinliklerine ilerliyordu.

Romero’nun emin olduğu tek bir şey vardı. Bu iş başına kendi sakarlığı yüzünden gelmiyordu. O küçüklüğünden beri savaşçıydı ve dengeli adımları vardı. Hem yanlışlıkla olsa bile insan en fazla iki yanlışlık yapardı. Oysaki Romero yaklaşık onuncu ağacına çarpıyordu. Hayır, emindi; bu ağaçlar onun önüne bilerek konmuştu. Sonunda yere düştü ve biraz nefeslendi. Bir yandan omzunu ovarken bir yandan da ayağa kalkmaya çalışıyordu. Bu arada emin olduğu şeylerin sayısı ikiye çıkmıştı; yarın omzu fena halde ağrıyacaktı.

‘Ah, lanet!’ diye geçirdi içinden. ‘o soytarı konuşmasaydı… Hep onun yüzünden. Kötü biri o. Hem de ne kötü! Hatta o kadar kötü ki… hatta… şey…’

Ney? Rüyasından hatırladığı kadarıyla soytarı ona hiçbir kötülük yapmamıştı. Hem yapsa bile ne olacaktı ki? Bu bir rüyaydı sonuçta.

Sonra durumu aklına geldi ve bu monolog şeklinde giden tartışmayı kafasında sonlandırdı. Şüphe yerini artık endişeye bırakmıştı. Dostu için endişeleniyordu.

“Mephisto!” dedi cesaret edebildiğince yüksek sesle. Cevap yok.

Tam o sırada tekrar kesik nefes seslerini ve ete çarpan kırbaç seslerini işitti; ama bir farkla. Bu kez bu seslerin nerden geldiğini biliyordu.

Hızlı adımlarla, temkini de bir kenara bırakarak sesin geldiği yere doğru yürüdü.

Görmeyi beklediği şeyle gördüğü şeyin arasındaki fark uçurumlar kadardı. Ya da bir kıl kadar ince. Bakış açısına göre değişir.

Onun beklediği şey; bazı perilerin gece Mephisto’yu esir aldığı ve ona işkence etmekte olduklarıydı. Büyük olasılıkla ona kırbaçlarıyla vuruyor bir yandan da kesilen nefesinin sesini dinlerken ölümcül bir haz alıyorlardı. Ağızları zevkle açılıyor ve daha fazla zevk almak için daha sert vuruyorlardı.

Ama olan şey bu değildi. Ağaçların seyreldiği bir noktada Mephisto oturmuş –üstelik çıplak, hem de bu soğukta!- kalın bir dal parçasıyla kendi sırtına darbe üstüne darbe indiriyordu. Bu görüntü Romero’ya komik gelebilirdi; tabi ki arkadaşının gözlerinden akan o yaşlar olmasaydı.

“Mephisto… ne yapıyorsun sen?”Mephisto hemen durdu ve sesin geldiği yere baktı. Gözleri acıdan ve soğuktan bulanmış olacak, onu tanımamış gibiydi. Özellikle gözlerindeki o histerik ve çılgın ifade Romero’yu derinden yaraladı ve içi acıma duygusuyla doldu. “Dostum, ne yapıyorsun böyle? Delirdin mi?”

Sonunda onu tanımış olacak “Romero,” dedi. “Aziz dostum.” Sonra bir kahkaha koyuverdi. “Aziz ve iyilik sever dostum benim. Herkese yetecek merhametinden bana da var mı?” kahkahası daha da çılgınlaştı ve bir süre sonra hıçkırıklarla ağlamaya başladı. “Romero … Romero. Ne olursun git! Ne olursun! Beni bu halde görmeni istemiyorum. Kendim yapıyorum yeterince zaten, acıma işine sen de bulaşma. Ben… ben iyi olacağım…” sesini kontrol altına almaya çalışarak öksürdü- sonra bu öksürüğün devamı gelerek onu krize soktu. “Ah, lanet soğuk. Dur, dur. Hayır. Soğuk olması daha iyi. Ne diyorum ben? Hayır, soğuk olmalı. Zaten bu yüzden burada kaldım değil mi? Evet, soğuk yüzünden.” Bir kez daha öksürük krizine girdi. Durduğundaysa gözlerinde mahzun bir ifade vardı.

Romero içi kan ağlayarak çıplak dostunun yanına gitti ve üzerindeki tuniği çıkarıp hemen arkadaşını sardı. “Sen… amacın ne Mephisto? Seni anlamakta zorlanıyorum… Lanet olsun! Şu soğukta yaptığın harekete bak! Ölmek mi istiyorsun? Soğuk, gerçekten soğuk.” Kamp alanına doğru yürümeye başladılar. Her nasılsa yolu biliyordu. Ya da çimenler mi demeliydi? Çimenler ve yabani otlar belli bir patika yapmış; adeta kamp alanına giden yolu gösteriyordu.

“Evet. Evet,  gerçekten soğuk. Keşke daha önce keşfetseydim burayı. Ah! Neyse artık-” öksürük yine yakasına yapıştı. “Ne diyordum. Ha, evet. Artık buraya gelebilirim. Gerçekten güzel yer-”

“Sen delirmişsin!” diye bağırdı Romero. “Neden yaptın bunu?”

“Adalet dostum. Her şey adalet ve vicdanım için yaptım.”

Bu ciddi ve isterik bir ton içermeyen bilinçle söylenmiş kelimeler Romero’yu soğuktan daha çok etkiledi. “ Ne… ne demeye çalışıyorsun?”

“Adalet diyorum, adalet. Anlasana. Gayrı meşru bir suçluyum ben; ama yine de suçluyum. Cezamı çekmeliyim.”

“Dostum gerçekten senin için endişelenmeye başladım. Durumunu hiç iyi görmüyorum. Sen… seni iyisi mi yarın bir şifacıya götürmek. Şu yakınlarda bir köy olacaktı. Orada…”

“Şimdi de seninki laf mı? Ne şifacısı, ne rahatlığı-“

“Kendine gel!” diye bağırdı istemeden Romero. “Kendine gel Mephisto. Kim olduğunu unutma. Neden? Neden böyle yapıyorsun?!”

“Suçluyum da ondan Allah’ın belası! Suçluyum! Suçluyum! Neden anlamıyorsun? Neden kimse anlamıyor? Onlar… asıl onlara bak! Onların suçu ne? Neden ben değil de onlar? Bu güç bana verilmişken neden hala ben değil de onlar, ha! Neden? Suçları ne? Benim marifetim ne? Zengin bir ailede doğmak mı? Adalet mi bu?” ağlamaya başladı. “Bırak beni. Üşümeliyim. Donmalıyım. En azından bir kemiğimi kırmalıyım. Bırak dedim! Bıraksana piç kurusu! Ne kadar kolay tatmin oluyorsun. Ne kadar kolay kendini kandırıp vicdanını rahatlatıyorsun. Tek bir sikkeyle her şey hallolur mu sandın?!”

“Dostum söylediklerinden hiçbir şey anlamadım.”

“Ah, bırak bu ayakları. Nasıl unutursun? Bir insan hiç unutur mu?” dermansız kollarıyla kendisine destek olmaya çalışan Romero’ya vurdu. Zaten soğuktan uyuşan ve bunun üzerine de Mephisto’nun ağırlığının üzerine bindiği kolları daha fazla dayanamadı ve hem Romero hem de Mephisto yere yuvarlandı.

Romero korkuyla dostuna baktı. “Canın yandı mı?”

“Evet!” diye coşkuyla bağırdı Mephisto. “Tanrım, şükürler olsun, evet!” Sonra bilerek dikenlerin üzerine yuvarlandı ve aynı anda hem acı hem de zevk çığlıklarıyla ormanı inletti. Öksürük krizine girmese kim bilir daha neler yapacaktı; fakat öksürükleriyle iyice halden düşen Mephisto sonunda Romero’ya teslim oldu ve Romero sürekli ağlayan koca adamı sonunda tulumuna sokabildi. Üzerine ne kadar sıcak tutacak şey varsa yığdı ve ateşini kontrol etti. Henüz tam bir şey yoktu, ama kesin bir şey olacaktı. “Dostum… neden?”

Mephisto hıçkırıklarla ağlıyordu. “O… o küçük kız. Onun için. Adaletin yerini bulması için. Acı mı çekiyor? Ben de çekmeliyim. Soğuktan donuyor mu? Bende donmalıyım. Mutsuz mu? Ben de-“

“Tamam dostum, tamam.” Diye sözünü kesti Romero onun. “Anladım; ama… ama madem onun için bu kadar üzülüyorsun, neden senden para istediğinde ona para vermekten kaçındın?”

“Ah dostum, iyi yürekli dostum. Beni hiç biriniz anlamıyorsunuz. Ona para vermek neyi değiştirecekti? Ona para versem kıtanın öbür ucundaki aç çocuk ne yapacaktı? Ona bir faydam olacak mıydı? Hayır. Ben geçici değil, kesin çözümler peşindeyim…”

“Peki o kesin çözüm, sadizm mi? Kendinize acı çektirerek onlara bir yararınız mı dokunuyor sanıyorsunuz?”

“Hayır, hayır. Anlamadınız. Adalet, her şey adalette yatıyor. Eğer onlar benim gibi olamıyorsa ben onlar gibi olmalıyım, anladınız mı? Eğer onlar üşüyorsa-”

“Evet, evet! Biliyorum. Sen de üşümelisin.”

Sonunda gözleri kapanırken biraz gülümsedi Mephisto. “Evet azizim, şimdi anladınız işte…” Gözlerini kapadı ve huzursuz bir uykuya daldı.

Romero kampı bile toplamadan tüm gayretiyle Mephisto’yu atına yerleştirdi ve en yakında yerleşim merkezine doğru at sürdüler.

Sık ağaçlar yüzünden at depara kalkamıyordu. Hafif bir tırıs eşliğinde gölgelerden gölgelere giderken Romero hem kendi hem de arkadaşının başını serseri dallardan korumak için eğmek zorunda kalıyordu.

Bir süre daha hafif tırısla gittiler. Ay gökyüzünde yarımay şeklini almıştı ve bembeyaz ışığını her yere saçıyordu -ağaçların gölgesi hariç. Ayın yüce ışığı bile ağaçların gizli sırlarını sakladıkları gölgelere giremiyordu. Öyle bir karanlık vardı işte.

Tam o anda Mephisto sayıklamaya başladı. Söyledikleri anlamsız ve ipe sapa gelmez şeylerdi. Tedirginlikle elini Mephisto’nun alnına koyan Romero, Mephisto’nun yandığını ve kısa süre içinde şifa görmezse beyninde kalıcı hasar kalabileceğini fark etti. Üzerlerindeki dallara ve yüksek ağaç köklerine aldırmadan atını dörtnala sürmeye başladı. İşin kötüsü de önünü göremiyor ve dallardan kaçmak için gerekli fırsatı yakalayamıyordu. Bir yandan atı sürüp bir yandan da eğerden düşmesin diye Mephisto’yu tutmaya çalışmak yeterince zordu zaten; bir de bu karanlıkta dallardan kaçmayı umut etmek fazla iyimserlik olurdu. Acıyı kabullendi ve dişlerini sıkarak sebatla ormandan çıkmaya çalıştı.

Bir süre daha at sürmüşlerdi ki, Romero’nun en büyük korkusu gerçekleşti; kaybolmuşlardı.

Romero bir yandan küfür edip lanetler okurken diğer yandan da yetersiz ay ışığı altında yolunu bulmaya çalışıyordu. Atından indi ve Mephisto’yu da indirerek nemli otların üstüne yavaşça başını yerleştirdi.

“Yok… hayır! Hayır! Lütfen…” tekrar sayıklamaya başlayan Mephisto çığlıklar attı ve ağladı. Teni sararmıştı ve yoğun bir şekilde ter kokuyordu.

Arkadaşı için duyduğu endişe hat safhaya ulaşan Romero ne yaptığını bilmeden kılıcını kınından çekti ve “Çık ortaya. Kimsen çık. Benimle yüzleş ve hangimizin daha cesur olduğunu görelim.” Diye bağırdı boşluğa. Umutsuzca maddi bir düşman isteyen Romero’nun isteği gerçekleşmedi. Hastalık gibi soyut bir şeyle nasıl savaşabilirdi? Öfkeyle bir çığlık kopardı ve ağaçlara saldırmaya başladı. “Çık karşıma! Çık seni… artık her neysen! Çık… ne olur çık… çık, çık, çık! Lütfen…” o da ağlamaya ve çılgın gibi etrafta koşturmaya başladı. “Ciğeri beş para etmez mahluk, çık karşıma da geberteyim seni!” kılıcıyla ağaçlara vurmaya başladı.

Dışarıdan bakan biri bu olaya çok gülebilirdi. Yerde yatan iri yarı bir adam anlamsız anlamsız şeyler söylüyor; bir gülüyor, bir ağlıyordu. Onun hemen biraz ilerisinde bir adamsa olmayan düşmanına meydan okuyor ve savaş meydanında nasıl onun canını alacağından bahsederek ağaçlara kılıç sallıyordu.

Ama onların ruh halini bilselerdi gülemezlerdi. Onların çektiklerini, onların cefalarını…

En sonunda Romero yorularak yere bıraktı kendisini. “Üzgünüm dostum.” Diye fısıldadı. “Kayboldum…”

* * *

Romero omzunu sarsan nazik bir tarafından uyandırıldı. Başta gözlerini açamadı ama el çok ısrarlıydı ve Romero artık kalkma zamanının geldiğini anladı.

Gözlerini yavaşça açtı. Buna gerek yoktu zira etraf hala zifiri karaydı. Nasıl olmuştu da uyuya kalmıştı? En son… en son… Mephisto!

Hemen ayaklandı ve kendisini dürten elin sahibini gördü. Kalakaldı. Tutukluğu fazla uzun sürmedi ve hemen diz çöktü. “Leydim! Sizin gibi biri bu zamanda ormanda tek başına dolaşmamalı. İzin verin size gitmek istediğiniz yere kadar eşlik edeyim.”

Kadın bir aristi. Yani müthiş güzellikleriyle ünlü kanatlı ve insanımsı yaratıklar. İyiliğin timsali oldukları bilinirdi ve şövalyeler tarafından saygıyla karşılanırlardı. Fakat bir süredir Morgen onları avlıyordu ve bu yüzden bu meleksi ırk ormanlara ve gölün diplerine kaçmışlardı. Kadının boyu şövalyenin omzuna bile gelmemesine rağmen azametiyle ondan kat kat üstündü.

Kadın pürüzsüz ve bembeyaz eliyle Romero’nun kızıl saçlarını okşadı. Ak kanatlarını da olabildiğince açmış ve ay ışığının odağı olmuştu. “Uyandınız ya şövalyem, bu bana yeter; çünkü burada yardıma ihtiyacı olan ben değil, arkadaşınız Mephisto’dur.”

Romero’nun içini aniden acı doldurdu ve hemen arkadaşının yanına çöktü. Nabzını kontrol etti, bir de üzerine kulaklarını ağzına yaklaştırarak nefes alıyor mu diye baktı. Sonra “Yaşıyor,” dedi güçsüz bir sesle. “Fakat bu durum uzun sürmeyecektir. Nabzı çok zayıf ve nefes alış verişleri düzensiz. Hemen şifa görmesi lazım.” bunları söylerken yine çaresizliğine hiddetlendi ve istemeden yere bir yumruk attı. Acısını bile duymadı. “Leydim! Bana yardım edin!”

“Edeceğim şövalyem,” dedi dalgın bir sesle. Koyu renk gözleri Mephisto’nun üzerinde sevgiyle geziniyordu. “O… o, o kadar iyi ki. Adalet için kendini cezalandırıyor. Bu nasıl bir yüce ruhtur ki, adalet için kendini hiçe sayıyor?” Aniden keskin gözlerini Romero’nun üzerine dikti. “O ölmemeli şövalyem. Dünyanın onun ve tabiî ki sizin gibi insanlara ihtiyacı var.” İki parmağını ağzına götürdü ve tuhaf, tiz bir ıslık çaldı. Birkaç saniye sonra ay kadar beyaz ve görkemli bir aygır önlerinde duruyordu. “Bunun adı Şimşektoynak. Bu aygır Sauni Lbot’un, yani tarihimizdeki gelmiş geçmiş en hızlı Ayaygır’ın oğludur. İsmi gibi hızlı ve dayanıklıdır. İkinizi de kısa süre içinde köye götürür.”

“Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum leydim. Siz olmasanız ne yapardık….”

“Bu sözler için henüz erken şövalyem. Yaralının durumu hala ağır.”

“Evet, haklısınız. Fakat bir sorum olacak size.” Kadın başını hafifçe eğince devam etti. “Ormanda yolumu bulmamı sağlayan ve sürekli ağaçların bana çarpmasını sağlayan siz miydiniz? Ve siz kimsiniz?”

Aris gülümsedi. “Evet, bendim. Ben Aglora.”şövalye devamı varmış gibi bekleyince kadın zarif bir şekilde kahkaha attı. “Hayır, kraliçe veya prenses gibi bir ünvanım yok. Sadece Aglora.”

Şövalye de güldü. “Tekrar teşekkür ederim leydim. Bu iyiliğinizin karşılığını elbet bir gün ödeyeceğim.”

Kadın karanlıkların içine sokulmaya başladı ve bir süre sonra sadece başı görünüyordu. Bir süre sonra ise sadece sesi, ufak bir fısıltı asılı kaldı havada. “Bana olan borcunuzu ödemek için yaşayın şövalyem, yaşayın…”

* * *

“Bir hafta boyunca yataktan çıkmamalı. Şu anda ölümcül bir durumu yok; ama bu havada şifa kapması demek, ölüm demektir. Eğer Ak Saçlı Tanrı’ya erken gitmek istemiyorsa iyi bir bakım ve sıkı bir dinlenti süresi geçirmesi gerekiyor.”

Romero yerlere kadar eğildi. “Size minnettarım leydim.” Kadın yetmişini geçmesine rağmen Romero nezaketi hiçbir zaman elden bırakmıyordu. “Benim için bir emriniz var mı? Herhangi bir şey?”

Kadın düz bir sesle ve somurtarak “Yok.” Dedi. Şifacıyla olan yaklaşık bir günlük münasebetlerinde daha kadının güldüğünü, hatta gülmek değil tebessüm bile ettiğini görmemişti. Buna rağmen hemen ona ısınmıştı Romero.

Kocakarı ilaçlarının üzerlerini tekrar örtmeye başladı. Son kez yatakta yatan ve mışıl mışıl uyuyan Mephisto’nun ateşini kontrol etti ve çıkmak için kapıya yöneldi.

“Leydim,” dedi Romero düşünceli bir sesle. “Siz… siz ve ben, aslında biz aynı karakteriz. Farklı yolların aynı yolcusu.”

Kadın tamamen dönmeden yan gözlerle ona baktı; ama bir şey demedi. Bunu üzerine şövalye devam etti:

“Siz de, ben de hep sonu belli olan; ama yine de buna karşı duran ahmaklarız. Siz önünde sonunda ölüme yenileceksiniz, ben… bense kötülüğe; fakat aynı istikrarla çalışmaya ve karşı durmaya devam edeceğiz. Sonu, mutlak yazgıyı bile bile.”

Kadın ilk kez gülümsedi. “Sende hastalıkların en büyüğü olan umutsuzluğu görüyorum evlat.” Tam olarak ona döndü. Bakışlarında şefkat vardı. “Öyle bir sinsi hastalıktır ki bu, her şeyin her zaman en kötüsünü gösterir. Oysaki dünyada iyi şeyler de vardır. Önemli olan iyiliğin kötülük karşısında yok edilmesi değil; savaşırken, ülküler uğruna canlar feda ederkenki çabadır. Bu çaba öyle yücedir ki, isterse tüm dünya saf kötülükten olsun; bir yetimin, bir mazlumun hayata tutunma çabası karşısında eğilmek zorunda kalacaktır bu kötülük. Bu kötünün en çok korktuğu şeydir. Hiçbir kötü iyinin ve inancın karşısında dimdik duramaz; yeter ki önemli olanın sonuç değil, bu uğurda harcanan emek olduğunu bil. Çünkü emek harcarken hep ‘şimdi’ vardır ve ‘şimdi’ en önemli zamandır; geleceğin aksine elimizde olan ve geçmişin aksine değiştirilebilir olan.” Elleriyle küçük odasını ve ilaçlarını işaret etti. “Ama bir konuda haklıydın. Sen ve ben farklı yolların aynı savaşçılarıyız. Ben ölüme meydan okuyorum sense kötülüğe karşı çıkıyorsun. Ve biz muzafferiz; çünkü biz savaşçıyız. Ve savaşma eylemi her zaman savaşın sonucundan daha önemli, daha değerlidir.” Kadın daha fazla bir şey demeden ve Mephisto’nun da konuşmasına izin vermeden odadan çıktı.

* * *

Romero o sabah çok mutluydu. Tüm şüphelerinden arınmış, tüm kuruntuları kudretli bir ışık altında eriyip gitmişti. Şimdi tek yapması gereken dostunun yanında durmak ve iyileşmesini beklemekti.

Sevinçle dostunun odasının kapısını çaldı ve içeriye girdi. İlk duyumsadığı şey kokuydu; ama kokuya dikkat etmedi, çünkü Mephisto kalkmış, pencerenin önünde duruyor ve dikkatle bir şeyler üzerinde uğraşıyordu.

Mephisto’nun yanına gelince şok oldu. “Mephisto! Ak Saçlı Tanrı adına ne yapıyorsun?!”

Adam elindeki bir bıçakla avuç içini oyuyordu; ve şimdiden büyük bir oyuk açmıştı.

Mephisto gözlerini, o bilge ve zeka dolu gözlerini, kaldırdı. Bu gözler her şeyin farkındaydı ve o kadar kendilerinden emindiler ki, Romero susmak zorunda kaldı. Bu gözler dünkü gözlerden, o isterik ve deli gözlerden çok farklıydılar. Bu gözler teslim olmuş ve pes etmişti. Bu gözler…

“Adaleti yerine getiriyorum.” Dedi sakin ve karalı bir sesle. Romero her şeyi diyebilirdi; ama Mephisto’nun aklının başında olmadığını iddia edemezdi. Ve Mephisto dünyanın en normal şeyiymiş, sanki her gün yaptığı bir aktiviteymiş gibi kayıtsızca ve dengeli darbelerle avucunu oymaya devam ediyordu.

Romero bıçağı almak için ileri hamletti, ama Mephisto ona bıçağı vermedi. Romero sinirle “Bunları konuşmuştuk,” dedi. “sadizmin hiçbir şeyi çözmeyeceğini-“

“Romero,” dedi Mephisto asla anlatılamayacak kadar duygulu bir sesle. Romero iki damla yaşın Mephisto’nun yanaklarında parladığını gördü. Adam ağlıyordu. Bıçak tutan eli odanın karşısındaki masayı işaret etti. Konuşmaya çalıştı ama konuşamadı. Ağzından tek çıkan sözcükler “Morgen’den hediye…” oldu.

Romero korkuyla masaya gitti ve bir çuval gördü. Odadaki pis kokunun kaynağı buydu işte. Pis çuvalın üzerinde de bir not vardı: ‘Morgen’den hediye’ diye.

Romero çuvalın içini açmasıyla çığlık atıp yere fırlatması bir oldu. “Bu… bu nasıl olur?”

Artık hüngür hüngür ağlıyordu Mephisto. “Biz ne yaptık Romero? Biz ne yaptık…”

Yere düşen çuvaldan bir kütle, vücudundan ayrılmış bir kafa çıktı. Güzel yüzü dehşetle çarpılmış, koyu renk gözleri inanamazlıkla açılmıştı.

Bu yüz onları ormandan kurtaran aris Aglora’nın yüzüydü.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *