Öykü

Haberci

Yağmurdan daha fazla nefret ettiğim bir şey yoktur diyebilirim. Daha doğrusu ben dışarıda olduğumda yağan yağmurdan nefret ederim. Sanki beni bekliyormuşçasına hep ben dışarı çıktığımda yağması yok mu bir de. Çıldırtıyor insanı. Ben içerideyken yağsa aslında sorun yok. Gözlerimi dışarı diker keyifle seyrederim gökten inen seli. Fakat gelin görün ki yine ben dışarı çıktığımda bastırdı yağmur.

Ağaçların seviyesinde uçmaya çalışarak ağaçların dalları sayesinde yağmurdan mümkün mertee korunmaya çalışıyorum. Zehir gibi başlayan yolcuğum birkaç saat içerisinde kanatlarımın ıslanmaya başlamasıyla iyice zehir zemberek olmuştu benim için. Şimdi de türlü kuşların tünemiş olduğu ağaçların arasından dallardaki uyuşuklara gıpta ederek uçuyordum. Nasıl oldu da bulaştım ben bu işlere? Ah, tabii ya, ben böyle doğmuştum. Annemin de dediği gibi benim kanımda vardı bu. Sahi ben kendimi tanıtmadım değil mi size? Gerçekten çok ayıp etmişim.

Öhöm… Daha doğrusu ‘gak gak gak’. Hah, boğazımı da temizlediğime göre babam gibi etkili bir giriş yapabilirim konuşmama. Eğer şu anda sesimi duyuyor olsaydınız beni yağmurun altında çılgınca uçan bir deliye benzetirdiniz. Ki size bir sır vermem gerekirse biraz da öyleyim denebilir.

Bana Kırık Kanat derler. Zamanında, yumurtadan çıktıktan kısa bir süre sonra uçmaya çalışmış, kümesin bulunduğu on beş metrelik kulenin penceresinden aşağı düşmüşüm. Lanet olasıca bekçi beni almaya inmemiş bile. Şerefsiz. Yeni doğmuş bir yavru orada öylece bırakılır mı hiç? Babam da sağolsun çok ilgilenmemiş. Niye ilgilensin ki? Ben, ailenin beşinci çocuğuydum. Babam benden önceki dört çocuğuyla gururlanırken, beni bir fazlalık olarak görmüş olacak ki aşağı düştüğümde birkaç kanat çırpıp kümesten çıkmayı gereksiz bulmuş. Ama annem kümesin açık olan kapısından kaçıp kuleden dışarı fırlamış ve beni düştüğüm yerden gagasıyla tutarak yukarı çıkarmış. Fakat yumurtadan çıktığında çok hareketli olan ben, kanatlarımdan birini hareket ettiremez olmuşum. Bunun üzerine annem beni bekçinin önüne bırakmış ki beni tedavi etsin. Fakat gözü çıkasıca bekçi beni yemek artıklarını attığı yere fırlatmış. Valla iyi dayanmışım diye düşünüyorum son zamanlarda. Sen önce kuleden düş, ondan sonra da seni oraya buraya fırlatsınlar. Annem, tabii durum böyle olunca, bir hayli sinirlenmiş. Kümesi gaklamalarıyla ayağa kaldırdıktan sonra beni yerden almış ve tekrar bekçinin önüne koymuş. Bu böyle birkaç kere tekrarlanmış. Yani anlayacağınız pestilimi çıkarmışlar. (Bok ye bekçi şerefsizi!) O günden sonra da beni böyle çağırdılar işte. Kanadım, bekçinin beni oraya buraya fırlatmaları sağolsun, tam olarak iyileşmedi. Kümesin en yavaş uçan kuzgunu olup çıktım. Zaten beni göreve pek yollamazlar. Bu arada söyleyeyim, annem ve babam, kümesin en iyi kuzgunlarıdır. Annem en hızlısı, babam ise en dayanıklısıdır. Aldıkları her görevi başarıyla yerine getirmişler. Babamın söylediğine göre, hayatındaki tek başarısızlık benmişim. (Bokuma kurban ol sen, pis herif!)

Bu, bana bekçinin verdiği üçüncü görev. Birinci görevde, kuleden çıktıktan birkaç saat sonra geri dönmek zorunda kalmıştım. Kanatlarım daha tam olarak iyileşmediğinden uçmam da zor oluyordu. Benim boynumdan alınan kağıt parçası en büyük ağabeyime (kendisi tam bir boktur- ben ona Bok 3 diyorum) verildi. Ağabeyim (Bok 3) birkaç gün sonra cevap kağıdıyla çıka geldi. Tabii gururla karşılandı kümeste. Ben ise bir kenarda durmuş, Bok 3’ün kabarmalarını izliyordum.

İkinci görev ise daha beter sonuçlanmıştı. Bekçinin boynuma astığı kağıdı kaybetmiştim. Yahu, bir kartal saldırdı, canımı zor kurtardım diyorum ama kimse inanmıyor bana. Neymiş, beceriksizin tekiymişim. Kartalla karşılaş da bir gör bakalım dünya kaç bucakmış. Tabii benim anlattıklarım hep yalandı. Kartalla falan karşılaşmamıştım. Yolun yarısında yorulmuş, bir ağacın sık dalları arasında biraz kestirmiştim. Uyandığımda tam uçacaktım ki boynumdaki ufak kutu bir dala takıldı. Anında koptu meret ve aşağı düştü. Tam da ağacın altında dinlenen yılanın başının üzerine. Şanssızlık işte. Hem senin ne işin var ki orada? Uyuyacak başka bir yer mi bulamadın? Orada öylece uyursan başına kağıt da düşer, benim bokum da.

Şimdi yılandan rica etsem acaba kağıdı bana verir miydi diye soruyorum kendime. Fakat herhalde kağıdı vermek yerine beni midesine indirirdi. Evet, olayın böyle sonuçlanması daha olası görünüyor. Neyse, sonuç olarak havalandığım gibi kuleye uçtum. Haliyle bir hayli azar işittim. Zaten bekçi beni birkaç gün yemeksiz ve susuz bıraktı. (Bok 2)

Şu anda da üçüncü görevimdeyim. Bekçinin bana acıdığını ya da benim, sonradan ortaya çıkan bir yeteneğim olduğunu falan sanmayın. Bekçi zorunda olmasa beni kümesten çıkarmazdı.

Bütün kule ateş kırmızısına teslim olmadan hemen önce uyanmıştım tünediğim yerde. Annem, babama sarılmış bir şekilde uyuyordu hala. Görevden yeni gelmişti. O nedenle annemi uyandırmadan, sessizce kümesin kapısını açtım. Bu arada ben kümesin kapısını açabilen tek kuşum o kulede. Diğerlerinin aklına böyle bir şey yapmak gelmemiş bile. Gerizekalılar (annem hariç).

Bok 3’ün kanadına hafifçe vurarak çıktım kümesten. Uykusunun bölünmesini istiyordum ama hayvan herif nasıl uyuyorsa artık silkelenmedi bile.

Kümesten çıkıp, kulenin içinde birkaç tur attım. Sonrasında da acıktığımı fark edip kümesin olduğu odaya uçtum. Ama kümese girmedim yine. Son anda aklıma daha iyi bir fikir gelmişti. Ben böyleyim işte; zihnim, kimsenin akıl edemeyeceği fikirlerle dolu. Yönümü değiştirdim ve kümesin karşısındaki odaya girdim. Bekçi, görevlerini başarıyla tamamlayan kuzgunlara ödül olarak verdiği özel yemleri bu odada, tahta bölmenin içindeki beyaz çuvala koyardı. Hemen tahtanın üzerine kondum. Gagamla çuvalı birkaç yerinden deldim.

Ben afiyetle yemeğimi yerken arkamdan bir sıcaklık yükseldi. Önce aldırmadım. Çünkü hoşuma gitmişti. Tüylerimi hafifçe yalayan sıcaklık tüm bedenimi sarıyordu. Ama sonra sıcaklık arttıkça arttı ve pis bir koku burnuma ilişti. Arkama döndüğümde odanın dışında kırmızı ışıkların dans ettiğini gördüm. Bir süre ipnotize olmuş gibi baktım dans gösterisine. Fakat hemen sonrasında anladım karşımdakinin ne olduğunu. Daha önce hiç görmememe rağmen, annemin hikayelerinden yola çıkarak anlamıştım bunu. Kule yanıyordu.

Hemen havalandım ve odanın içerisinde delicesine turlamaya başladım. “Yangın! Yangın!” diye bağırdım avazım çıktığı kadar.

Ben havada öylece turlayıp bağırırken, odaya birden yüzü siyahlar içerisinde bir adam girdi. Korkum daha da körüklendi. Şeytan bana yaklaşıyordu ve beni yakalamaya çalışıyordu.

“Bir yerinde dur pis hayvan!” diye bağırdı birkaç kere. Bunu bana sadece bir kişi söylerdi.

Gözlerimi siyahlı adama çevirdim. Ha, sen miydin Bok 2! O anda bağırmalarım daha da arttı.

Yangın var Bok 2!

Yanıyoruz ulan!

Bok 2!

Ama benim dediklerime kulak asmadı şerefsiz. Hala beni yakalamakla uğraşıyordu.

Yakalanmayacağım ulan!

Ama yakalandım. Bok 2 beni sert bir şekilde tuttu ve avuçlarında bir süre sıktı. (Bıraksana beni şerefsiz! Bırak da göstereyim sana dünyanın kaç bucak olduğunu.)

Bırakmadı. Avucunu biraz gevşetti ama bunu, boynuma bir mesaj kutucuğu yerleştirmek için yapmıştı. Kutucuğu iyice sabitledi boynumda. Düşmesin diye birkaç düğüm daha atmıştı. İlk boğulur gibi oldum ama sonrasında nefes almam biraz kolaylaştı.

Bekçi beni pencereye götürdü. İki eli arasında beni dışarı çıkardı ve havaya doğru fırlattı. Önce bir bocaladım uçmak konusunda. Şerefsiz öyle bir sıkmıştı ki kanatlarımı, doğru dürüst gevşetemedim bir süre. Ama sonra kanat çırpmalarım sonuç verdi ve yükselmeye başladım. Kafamı biraz geriye çevirip baktığımda gözcü kulesinin yerle bir olduğunu gördüm. Kulenin etrafı daha önce hiç görmediğim (daha önce kimi görmüştüm ki?) insanlarla çevriliydi. Ellerindeki silahları yerde yatan cansız bedenlere sokup sokup çıkarıyorlardı.

Büyük bir iğrentiyle önüme döndüm ve kaleye doğru yola koyuldum.

***

Yolculuğum böyle başlamıştı işte. Şimdi de boynumdaki kağıtla kaleye doğru gidiyordum. Annem ve Bok Sürüsü ölmüştü. Sadece anneme üzülüyordum ve bu son görevimi de annem için başaracaktım.

***

Yağmur sonunda kesilmiş, bulutlar da yavaş yavaş kenara çekilmeye başlamıştı. Şu ana kadar hiç dinlenmeden uçtuğumu göz önüne alırsak bu gayet büyük bir başarı sayılabilir benim için.

Gökyüzünün birden aydınlanmasıyla, az önce dallarda tüneyen kuşlar değişik sesler çıkarıp havalanmaya başlamıştı. Kuşlardan birisi -bir güvercindi- birden yanımda beliriverdi. Hah, dedim kendi kendime, bir sen eksiktin.

“Hey, ahbap!” diye seslendi kendine özgü sesiyle.

Cevap vermedim. Mümkün olduğunca hızlı uçmaya ve dengemi sağlamaya çalışıyordum. Zira Bok 2 sayesinde vücudumun dengesi de bozulmuştu.

“Sağır mısın kardeş?” dedi yanımdaki güvercin. Sen hala burada mısın lan?

Yine cevap vermedim güvercine. Zaten işim başımdan aşkındı, bir de bu güvercinle uğraşamazdım. Ama sorularına ne kadar kayıtsız kalırsam kalayım yanımdan bir türlü ayrılmıyordu. Meraklı Kedicik dedim kendi kendime ve gaklarcasına güldüm.

“Ne taşıyorsun boynunda sen?” dedi güvercin. İnatla benimle konuşmaya çalışıyordu.

“Seni ilgilendirmez,” dedim sert bir şekilde. Ama fayda etmedi bu. Hatta birkaç güvercinin daha yanımıza gelmesine neden oldu.

“Sen kuzgun musun yoksa?”

“Hangi kulede görev yapıyorsun?”

“Sence de çok yavaş uçmuyor musun?”

“Benim de bir arkadaş Beşinci Gözcü Kulesi’nde görev yapıyor.”

Bir an kanatlarımı iki yana olabildiğince açıp yavaşlamayı ve bu baş belası güvercinleri atlatmayı düşündüm. Ama sonra başladım konuşmaya. Kulede duyduğum her hikayeyi anlatıyordum. Babamın başından geçenleri, annemin yaşadıklarını ve daha nicelerini. Hepsini kendi anılarımmış gibi anlatıyordum. Sonuçta o kulede hepsi ölmüştü ve bu hikayeler de sahipsiz kalamayacak kadar değerlilerdi. Tabi hikayeleri anlatırken kendimden de biraz yorum kattım. Güvercinler eğlenmiş olacak ki bir süre daha uçtular benimle. Sonrasında da beni yalnız bırakıp geri döndüler.

Bir saat kadar sonra (bu süre zarfında hala dinlenmediğimi söylemek isterim size. Böyle de inatçıyımdır.) ufukta bir duman görmeye başladım. Kale bu kadar yakın olamazdı. Birkaç kere annemle gitmişliğim vardır kaleye. Yolculuk bir gün sürmüştü ve o sırada rüzgar arkamızdan esiyordu.

Bu duman yoksa bir yangına mı aitti? Bir an geri dönmeyi düşündüm çünkü duman büyüdükçe büyüyordu. Ben ona yaklaştıkça sanki tüm gökyüzünü kaplar hale geldi.

En sonunda ormandan çıkıp, küçük bir çayırlığın üzerinde uçmaya başladım. Dumanlar sol tarafımda kalmıştı. Hızla o yöne uçtum. Kendimi birden bir uçurumun kenarında buldum.

Uçurumun başındaki büyük bir kayaya kondum hemen ve aşağıya baktım. Aşağıda bir nehir uzanıyordu ve etrafı sayısız askerlerle doluydu. Bazıları çadır kuruyor, bazıları ateş yakıp kestikleri hayvanları pişiriyor, bazıları da silahları kontrol ediyordu. Gözlerimle nehri takip ettim. Askerler nehrin etrafını sarmışlardı. Ve gözümle göremeyeceğim kadar uzaklara yayılmışlardı.

Aceleyle havalandım. (Bu sırada istemeden de olsa birkaç kere gaklamış olabilirim.) Ve olanca hızımla uçmaya başladım. Ormana girdiğimde hiçbir kuşun ses çıkarmadığını fark ettim. Galiba hepsi ordunun varlığını sezmişlerdi. Hepsi de meraklı gözlerle bana bakıyorlardı. Ne var? Hiç mesaj taşıyan bir kuzgun görmediniz mi? Savaşı haber veriyorum burada ben!

Kulemi yerle bir eden askerlerin, nehrin kıyısındaki bu orduya bağlı olduklarını anlamam çok kısa bir zamanımı aldı. Ama elimden bir şey gelmezdi. İntikam alamayacak kadar aciz bir varlıktım ki zaten intikam alabileceğim bir şey de yoktu. O Bok Sürüsü’nün ölmesi gayet de iyi olmuştu. Ama annem. Ah güzel anam!

Hava kararana kadar uçtum durdum. Yol üstünde birkaç kuleye daha rastladım, fakat bunlar da benim kulem gibi yerle bir edilmişti. Yaşayan var mı diye durmadım bile. Koku o kadar ağırdı ki.

Hava kararmaya başladığındaysa da artık kanatlarımın yavaşladığını, arada sırada da kırık kanadımın kasılmaya başladığını fark ettim. Bir an önce dinlenmeliydim. Saatlerce aralıksız uçmak her yiğidin harcı değildir. Bir an keşke boklar beni görseydi, diye düşündüm. Görselerdi de benim aslında nasıl bir kuzgun olduğumu anlayabilselerdi. Özellikle de annemin beni görmesini isterdim.

Havanın kararmasıyla birlikte orman birden soğumuştu ve ölümü andıran bir sessizliğe bürünmüştü. Kendime uygun bir ağaç arayarak bir süre daha uçtum. Ve en sonunda dibinde küçük bir gölcüğün oluştuğu bir ağaç gördüm. Hemen dalına tünedim. Birtakım spor hareketleriyle kanatlarımı bir o yana bir bu yana açarak kaslarımı gevşettim. (Spor önemli tabii.) Derin bir oh çektim. Biraz dinlendikten sonra da ağacın dibine indim ve oluşan gölcükten biraz su içtim. Bu da çok iyi gelmişti. Vücudum sanki yeniden dirilir gibi oldu.

Tekrar yukarı çıktım ve bol yapraklı bir dala kondum. Ama hemen uyumayacaktım. Tanımadığım bir ormandı bu. Nereden neyin çıkacağı belli olmazd…

Kanatlarımdan birisine vurulmasıyla uyandım. (Ne var? Ben de bir canlıyım. Uyuya kalamaz mıyım?)

“Hah, ne?” diye söylendim gözlerimi açmadan. Kanadıma vurulmaya devam ediyordu. En sonunda kendime gelerek gözlerimi açtım ve ani bir kanat çırpışıyla dalda geriye doğru sıçradım. Gücüm yettiği kadar gakladım bana vurana.

“Sen ne yaptığı…”

Sözlerim boğazımda düğümlendi. Aman Allah’ım bu nasıl bir güzellik böyle! Daha önce hiç böyle güzel bir kuzgunla karşılaşmamıştım. Annemden bile güzeldi. Bir kanadının ucundan başlayıp diğer kanadının ucuna kadar uzanan beyaz bir çizgisi vardı. Garip, diye düşündüm. İçim daha önce yaşamadığım bir sıcaklıkla dolup taştı.

“Hey,” dedi tekrar karşımdaki kuzgun. Öyle güzel bir sesi vardı ki, kulaklarıma inanamadım bir an. Bir rüyada mıydım acaba?

Hemen gagamı kanatlarımdan birinin altına soktum ve etimi ısırdım. AH! Canım bir hayli acıdı ama rüyada olmadığımı da anlamış oldum böylelikle.

Karşımdaki kuzgun bir kanadını el sallar gibi salladı. “Hey,” dedi tekrar. İçim yine erir gibi oldu.

En sonunda kafamı iki yana sallayarak kendime gelmeye çalıştım. Ben de “Hey,” diye yanıtladım kızı. Hey güzellik, benimle bir gezintiye ne dersin? Muck muck muck…

Hayallerimden kızın konuşmasıyla sıyrıldım.

“Ben de buradan geçiyordum,” diye söze başladı. “Dinlenmek için bir yer ararken seni burada uyurken gördüm.”

Ben hala kızın etkisi altındaydım. Benim için mi durmuştu yani bu dalda? Tabii, gördün yakışıklıyı hemen tünedin yanına. Hınzır seniiiii…

“E-evet,” dedim zorlukla. Ondan sonra söyleyeceklerim de yine boğazımda dizildi. Sanki boğazıma bir taş girmiş de sözcüklerin çıkmasını engelliyordu. Yolumuzu tıkıyorsun ahbap! Çekilsene şuradan!

Kız bana biraz daha yaklaştı. “Benim adım Çizgili,” dedi bir kanadını bana doğru uzatarak.

Yine donup kaldım. Ben daha önce -annem hariç- dişi bir kuşla hiç konuşmamıştım. Sosyal olmadığımdan değil. Sadece sevgili ağabeylerim etrafımdaki tüm kızları tavlamıştı. Beni de yaklaştırmıyorlardı yanlarına. Ah ulan, gençliğim heba oldu sizin yüzünüzden.

“Be-be-” diye kekelemeye başladım. En sonunda tüm cesaretimi toplayıp konuştum. “Be-benim adım da…” Bir an durdum. Ne diyecektim kıza?

“Benim adım da Kırık Kanat.”

“Kırık Kanat mı?”

“Ah evet, öyle. Çıktığım bir görevde bir kartalla karşılaştım. Beni avlamaya çalıştı ama kolay yem olmadığımı ispatladım ona. Bir kanadım kırıldı ama sen bir de kartalın halini gör.”

“Ay, çok cesursun! Bayılırım böyle erkeklere.”

Zihnim yine hayallerle dolmuştu. Engel olamıyordum kendime. Sonra hayallerimden sıyrıldım ve kıza hala bir cevap vermediğimi fark ettim. Kızın bana uzattığı kanat öylece duruyordu.

“Benim adım da Kırık Kanat,” dedim aceleyle. Tam ben de kanadımı uzatıp onun kanadına dokunacaktım ki birden geri çekildi ve gülmeye başladı.

“Çok komik bir ismin varmış,” dedi, gülmesini sürdürerek. Lan? ‘Ay, çok cesursun’ lafına ne oldu? Yüzsüz!

Ben de biraz kıkırdadım zorla. “He he, aynen öyle. Ailem biraz komiktir de.” Aslında hepsi bokun önde gidenleridir. (Annem hariç.)

“Çok tatlısın,” dedi kız, bir kanadını gagasının önüne siper ederek. Hafiften kıkırdıyordu. Ve içim yine eridi.

Bir kızla konuşuyorum. Bir kızla konuşuyorum. Bir kızla konuşuyorum.

Bana ‘tatlısın’ dedi. Bana ‘tatlısın’ dedi. Dedi dedi dedi…

Çatlayın da patlayın Bok Sürüsü!
Hava iyice kararmış, yıldızlar ve ay açık havada öylece asılı kalmışlardı. Sanki zaman durmuştu. Çizgili her hareket edişinde, sarf ettiği her sözde beni benden alıp, başka diyarlara götürüyordu.

Çizgili boynumdaki kutucuğu işaret edip, kendisinin de bir görevde olduğunu söyledi. Ve o an fark ettim boynundaki kutucuğu. O da benim gibi bir mesaj taşıyordu. Eminim, görevlerini hep başarıyla yerine getirmiştir.

Aldığımız görevleri anlattık birbirimize. Ben kulenin nasıl yanmaya başladığını, kümesten çıkıp bekçiyi nasıl uyandırdığımı falan anlatmaya başladım. Tam bir kahraman edasıyla. Göğsümü kabarta kabarta anlatıyordum.

Gagamla nöbet tutarken uyuyan bekçiyi kulağından çekiştirerek uyandırdım. Yangından haberi yok daha salağın. Ben uyandırmamış olsam oracıkta ateşin içerisinde can verecekti. Hoş, şu anda yaşadığını da sanmıyorum. Neyse, sonra da bekçi hemen bir mesaj yazdı kaleye ve boynuma astı notu. Ben ateşlerin üzerinden sakat kanadıma aldırmayarak uçtum.

Tamam, olayları biraz değiştirmiş ve abartmış olabilirim. Ama karşımda böyle bir hatun varken benden ne yapmamı bekliyordunuz ki? Hem bana öyle de bakmayın. Sizin de sütten çıkmış ak kaşık olmadığınızı rahatlıkla söyleyebilirim.

Neyse, ben ballandıra ballandıra anlattığım her şeyi. Dışarıdan babam gibi göründüğümü sanıyorum. O da kartalla olan hikayesini böyle anlatmıştı. Yüzündeki derin yara olmasaydı inanmazdım ona ama adam gerçekten kartalla boğuşmuş. (Yiğidi öldür, hakkını yeme. Neyse, cehenneme kadar yolu var!)

Çizgili, anlattığım her kelimede büyülenmiş gibi bakıyordu bana. Ben de anlattıkça anlatıyor, ağabeylerimle babamın başından geçenleri bir bir çalıyordum büyük bir ustalıkla.

En sonunda anlatacaklarım bitti. Konuşmaktan gagamı oynatamaz hale geldim. Çizgili ise (ona her baktığımda daha bir güzel oluyordu sanki) hayretle dinliyordu beni. Yaptığım esprilere de gülmeden geçemiyordu.

En sonunda gagasını açıp kapamaya, kanatlarını oynatmaya başladı.

“Çok yoruldum,” dedi.

“Evet, ben de yoruldum. Uzun bir yoldan geliyorum ve daha hiç dinlenemedim.”

Çizgili bir an etrafına bakındı. Bir süre sonra gerideki bir ağacı işaret etti.

“Şuradaki ağaçta büyük bir kovuk var. İçi boş. İkimiz de sığarız oraya,” dedi ve bana döndü.

İkimiz mi dedi? İkimiz? Aynı kovukta?

Aman Allah’ım neler duyuyordum ben öyle? İçim yine kıpır kıpır oldu ve anlamadığım bir nedenden ötürü vücudum da birden ısınmaya başladı. Hoş bir sıcaklıktı bu. Tüylerimin kabardığını hissettim. Ne hoş bir duyguydu bu böyle!

“O-olur,” dedim mümkün olduğunca kekelememeye çalışarak.

Bir süre daha birbirimize baktık ve sonunda Çizgili’nin gösterdiği ağaca doğru gittik. Kovuğa ilk o girdi. Ben bir an tereddüt ettim. Sonra Çizgili kafasını kovuktan çıkardı ve “Gelsene,” dedi gülerek.

Daha fazla dayanamadım ve ben de hızla kovuğa girdim. Aman sabahlar olmasın!

Ama sabah oldu. Hayatımın en iyi gecesiydi diyebilirim. Tüm gece şehvetli bir şekilde birbirimize sarıldık. Açıkçası hayatımdaki en iyi (en iyi ve tek) deneyimdi benim için. Ağabeylerim bunun gibi anları çok kez yaşamış olabilirler ama bana bu da yeter.

Güneş ışıkları kovuğun deliğinden içeri sızdığında gözlerimi zar zor açabilmiştim. Nerede olduğumu anlamam biraz zaman aldı. Tabii tüm gece aksiyon peşinden koşup, ancak birkaç saat uyursanız sizin de kafanız allak bullak olurdu. (Tabii siz bunu nereden bileceksiniz ki? Yoksa biliyor musunuz?)

Nerede olduğumu çıkarınca da ilk olarak Çizgili geldi aklıma. Sahi neredeydi? Acaba su içmek için ya da bana yemek getirmek için dışarı mı çıkmıştı?

Hemen dışarı attım kendimi. Kanatlarımı iyice gererek kaslarımı gevşettim. Derin bir gaklamadan sonra da güneşe baktım ve o anda bir şey fark ettim. Güneş en tepedeydi. Demek öğlen olmuştu.

Birkaç saniye öylece etrafıma baktıktan sonra yıldırım çarpmışa döndüm. Çok geç kalmıştım. Mesajı bir an önce kaleye ulaştırmam gerekiyordu. Yoksa kale, hazırlıksız yakalanacaktı.

Telaşla etrafta bir o yana bir bu yana uçmaya başladım. Mesajı iletmem gerektiğini biliyordum, fakat buradan ayrılmadan önce son bir kez Çizgili’yi görüp, ona veda etmek istiyordum. Fakat hiçbir yerde göremiyordum güzeller güzeli kuzgunumu. Bir an tüm yaşanılanların bir rüya olabileceğini düşündüm. Ama kovuğa geri dönüp baktığımda içeride siyah tüylere ek olarak beyaz tüylerin de olduğunu gördüm ve içim biraz olsun rahatladı. Yaşadığım anlar rüya değil, gerçek bir tecrübeydi.

Gaklayarak onun adını haykırdım ağaçtan ağaca konarak. Fakat ne sesime cevap veriyor ne de bir yerde görünüyordu. Acaba neredeydi?

Ben Çizgili’yi aramaya devam ederken yanımda bir baykuş beliriverdi.

“Ne diye bağırıp durursun çirkin şey?”

Sen çok yakışıklısın canım. Şu gözlere bak. Allah belanı vermiş gibi bir halin var.

“Seni ilgilendirmez,” dedim. Gözlerim hala Çizgili’yi arıyordu. Ah o kanatlar, o gözler. Hayatımda o kadar güzel bir kuzgunu hiç görmemiştim.

“Şu diğer kuzgunu arıyor olmalısın,” dedi baykuş ve birden dikkatimi çekmeyi başardı. Hemen ona döndüm ve sorar gözlerle baktım. Baykuşlar her şeyi görürdü. Çizgili’nin nerede olabileceğini bilen birisi varsa o da bu baykuştur. Çirkinsin ama bilgesin baykuş.

“Nerede söyle?”

Baykuş tüm umutlarımı yerle bir edercesine kanatlarını iki yana açtı.

“Şu anda nerede olduğunu bilmiyorum,” dedi ve kanatlarından birisini ormanın derinliklerine doğru uzattı. “Fakat güneş doğduktan hemen sonra şu yöne uçtu. Eğer o yöne gidersen belki onu bulabilirsin.”

Hemen baykuşun gösterdiği yöne döndüm. Umutsuz bir şekilde ormanın derinliklerine baktım. Vay kahpe! Beni bir gece için kullanıp gittin ha?

Kısa bir süre daha aynı yöne baktıktan sonra birden kanatlarımı çırptım ve havalandım. Çizgili’yi takip edemezdim. Şu anda daha önemli bir görevim vardı. Belki kaleye mesajı ilettikten sonra onu aramaya çıkabilirdim. Bulunması kolay bir kuştu.

Çizgili’yi zihnimden atmaya çalışarak kaleye doğru uçmaya başladım. O sırada boynumdaki kutunun düşmek üzere olduğunu fark ettim. Oysa Bok 2, iyice sıkılaştırmıştı düğümleri. Fakat gecenin heyecanıyla düğümler biraz gevşemiş olmalıydı. Kutuya daha fazla dikkat ederek uçmaya devam ettim. Bir an önce mesajı ulaştırıp Çizgili’yi aramaya koyulmalıydım. Hayatımda öyle bir hatuna daha rastlayabileceğimi sanmıyordum.

Uçtukça uçtum. Çizgili’nin içime aşıladığı heyecan sayesinde sakat kanadımı daha hızlı çırpar olmuştum. Verdiği acıyı da umursamıyordum.

Rüzgar -şansım yaver gidiyor olacak ki- arkamdan esmeye başladı ve hızıma hız kattı. İşim gayet kolaylaşmıştı artık. Kalan yolumu rahatça arşınladım.

Birkaç saat geçmişti ki kale ufuktan görünmeye başladı. Varış noktamı gördüğümde kanatlarıma daha fazla güç verdim ve hızımı arttırdım. Benden beklenmeyecek bir hızla uçuyordum artık. Annem beni görseydi gururlanırdı herhalde.

Güneş hızla gökten inerken ben de kaleye iyice yaklaşmıştım artık. Kalenin etrafını sarmış askerleri bile görebiliyordum artık.

Bir dakika! Asker? Kale? İşgal?

Bir an gözlerime inanamadım. Göz kapaklarımı birkaç kere açıp kapadım ve tekrar kalenin etrafında gezdirdim gözlerimi. Fakat gördüklerim değişmedi. Kalenin etrafı sarılmıştı.

Ben hızla uçmaya devam ettim kaleye doğru. Evet, kesinlikle kaleye saldıracaklardı ve galiba artık boynumdaki kutuda yer alan mesajı iletmeme gerek kalmamıştı. Çok geç kalmıştım. Verilen görevi yine yerine getirememiştim ve bu sefer başarısızlığım bir kalenin yıkımı ile sonuçlanacaktı.

Ben ordunun üzerine gelmiştim artık. Ve o anda kalenin duvarları büyük bir gürültüyle sarsıldı. Aşağıda insanlar türlü aletlerle kaleye kaya fırlatıyorlardı. Devasa kayalar! Bu nasıl bir güçtü böyle? O kayaları alıp, güneşe doğru fırlatmak.

Kalenin duvarları ilk birkaç kayaya başarıyla göğüs gerdi. Fakat kayaların ardı arkası kesilmiyordu. Sonuç olarak doğada tonla kaya vardı ve aşağıdaki bu ordu kaleyi kayalara boğuyordu.

Kalenin duvarları birkaç kayadan sonra zayıflamaya başladı. Bu sırada kaledeki okçulardan karşı saldırı yapılıyordu fakat hiçbir işe yaramıyordu. En sonunda kalenin duvarı yerle bir oldu ve kalenin etrafını saran askerler büyük bir bağırtıyla kaleye doğru koşmaya başladılar.

Başaramadım anne, diye söylendim kendime. Hayatımın en önemli görevini yerine getirememiştim. Artık geri dönmekten başka çarem yoktu. Zira havada binlerce ok uçuşup duruyordu. Bir tanesinin beni delip geçmesine izin veremezdim.

Tam kanatlarımı çırpıp geri dönecektim ki aşağıda bir şey dikkatimi çekti. Ordunun başındaki adamın kolunda tünemiş olan kuş bana çok tanıdık geliyordu. Kuş sahibiyle beraber kalenin yıkımını izliyordu.

Derken kanatlarındaki beyaz çizgiyi fark ettim. Gözlerime inanamadım bir an. Böyle bir şey olamazdı. Aldatılmış mıydım?

Hayır hayır hayır hayır! Böyle bir şey olamaz. Çizgili böyle bir şeyi yapmazdı. Fakat içim şüpheyle dolmuştu. Hemen boynumdaki kutucuğu gagamla ileri geri oynatmaya başladım. Bir süre hem uçup hem kutuyu açmakla uğraştım. Kapağı açmayı başardığımda ise kalbim neredeyse duracaktı. Kutunun içerisinde havadan başka bir şey yoktu.

Aldatılmıştım!

Bok Kadın.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *