Öykü

İskelet Prenses ve Zehirli Şapka

Şapkanın gücü inanılmazdı. İnsanın belini doğrultuyor, gözüne parlaklık veriyor, kan dolaşımını hızlandırıyor, kafasına geçireni buluğ çağındaki bir gence çeviriyordu. Ve Elbette bir bedeli vardı bu sihrin, kışı görmeden tomurcuk açar mıydı ağaç? İnsana gençlik aşılayan bu şapka, gücünü sadece kişinin kendisinden alıyordu. Ve şapka çıkar çıkmaz tahsilat başlıyor, sunduğu tüm kuvveti hemen o an topluyordu.

Sakat bedene sahip bir müşteri son bir kez ata binmek mi istiyor, üç günlük bir dinlenme süresini gözden çıkartacaktı. Ya hayalindeki dağa mı tırmanacak, iki haftayı gözden çıkarması gerekti. Yetmişlik bunaklar felekten bir gün mü çalmak istiyor, artık altı haftasını gözden çıkartacaktı. Çıkartıyordu da. Altı haftanın sonlarında hallerinden hiç de şikayetçi olmamışlardı. Tersine, o yaşlı dedeler-nineler değerdi diyordu, yüz kere de değerdi, bin kere de.

Durum pek adil gözükmüyor gibi olsa da insan uzanıp yakalayamadığı bir arzusu için tüm kesesini, tüm kilerini ve tüm hayatını ortaya dökmeye meyilliydi. Başka türlüsü düşünülemezdi. Şapkanın tahsilatı sizi çiğ çiğ yutmaya çalışıyor gibiydi. Tıpkı bir anakondanın kurbanını canlı canlı mideye indirmeye çalışması gibi çenesini bedeninize doluyordu. Soğuk diş ve ıslak nefes arasında gidip geliyorlardı. Ama nasıl ki imkansız aşkın girdabına kapılırsınız da, yok aslında bu sevgilinin kollarını belime dolaması dersiniz, işte şapkanın zehri de öyle vazgeçilmez, öyle karanlık, öyle lezzetliydi.

İskelet Prenses de denemişti şapkayı. Fakat ölümsüzlüğe lanetli kız için pek bir etkisi olmamıştı. Karın bölgesinde hafif bir gıdıklanma, işte o kadardı sihir. Şapkayı çıkardığında karşılaştığı zehir de dalgalı bir karıncalanmaydı. Kendi üzerinde bir tesiri olmayan bu nesneyi başka bir amaçla, kendisine menfaat sağlamak için kullanıyor, küçük ganimetler kazanıyordu. Eğer pusula sahibinin elinde kıymetli bir hazine taşıyorsa, İskelet Prenses onu müşteri olarak kabul eder, hemen cevap yazardı.

Elbette birkaç aksilik yaşanmıştı. Sahte taşlar, altın kaplama taçlar, bozuk saatler, içi kum dolu şövalye yüzükleri, bozuk ejderha yumurtası. Fakat hiç birisi en son müşterisiyle yaşadığı sıkıntıya yanaşamazdı. Kadını öylece unutmuş, uykuya dalmıştı. Ölümün dokunamadığı bu bedene uyku ne oyunlar ediyordu böyle. Kendisine geldiğinde iş işten geçmiş, yeterli süresinin aştığını gören şapka iş başına geçmiş, tahsilata başlamıştı. Yatağın üzerinde bir iskelet yığını seriliydi.

Sırf başka müşterileri kaçırmamak adına sessizce mutfak kapısından sıvışmış, kendisine hediye edilen inci küpeleri de masaya bırakmıştı. İçi gitmişti elbette, kan kırmızısından inci bulmak pek de kolay değildi. Ama ne yapsın, koruması gereken bir ünü vardı.

İşte konttan pusula gelmeden önce bu sıkıntıyla boğuşuyordu. Bu yeni müşterisi kendisine kemik boyası yollamıştı. Kızıl tozu bedenine sürdüğünde, kemiklerinin üzerindeki pürüzleri ortaya çıkmıştı. Sanki bir manzara resmine renkler saçıyordu. Kendisindeki bu güzelliği fark etmesini sağladığı için, sırf bu sık çalılığı andıran bedeni çiçek açtırdığı için hemen o gece yola çıkmıştı.

Şatonun kapısını açık buldu. Geniş bahçeye adım atarken içini bir ürperti kapladı. Bu korkudan kaynaklanmıyordu, zira kemiklerine diş geçirecek bir çene yoktu dünyada. Farklı hayal etmişti burasını. Göğe uzanan ağaçlar, belki bir limonluk, gaz yağıyla aydınlatılmış bir çalılık, renklere bezenmiş çiçekler. Fakat yoktu hiçbiri. Her yerde bir bakımsızlık, bir sevgi eksikliği vardı. Gölgelerin arasında bir bahçıvan gözüne çarptı. Adam, elindeki çapayla toprağı işliyordu.

Bir havlamayla irkildi. Fakat ses o kadar ince geliyordu ki, ne yapacağını şaşırdı. Neyse ki sebebini kısa sürede anladı. Küçücük, mini minnacık bir köpek olağanca hızıyla üzerine doğru koşuyordu. Minik yaratık prensesin üzerine atlayıp elbise paçasını yakaladı. Toprağa tohum serpen bir bahçıvan kuvvetiyle çekiştiriyordu. Prenses şaşkınlığından sıyrılınca eğilip paçasını kurtardı. Köpeği kucağına alıp okşamaya başladı. Yavru köpek hala inatla saldırıyor, minik dişlerini kızın derisine geçirmeye çalışıyordu. Prenses bu gıdıklanmaya daha fazla dayanamadı ve kahkahalarını serbest bıraktı.

Rahatlayınca şatonun girişine yöneldi. Verandanın basamakları çatlamış, her adımda inliyordu. Sanki başka birisi gelse, ağır birisi, bir nalburt mesela, kendi içine çökecekti basamaklar. Dev ahşap kapılar kendiliğinden iki yana açıldı. Prenses salona adım attığında şatoyu bomboş buldu. Bir boy aynası, uzun bir yemek masası ve bir buket beyaz zambak dolu cam vazo.

“Her şeyi dağıttım.” dedi birisi koridorun sonundaki karanlıktan.

Prenses asla soru sormazdı. Bu yüzden yere çömelip çantasını bıraktı. İçinden ipek kumaşa sarılı şapkayı çıkardı. Ağır adımlarla karanlığa doğru yürüyüp iki eliyle uzattı.

“Doğru ya, iş prensipleri değil mi, sen de haklısın. Ben de bir zamanlar senin gibiydim. Temas yok, konuşmak yasak, ücret işbaşında ödenir. Tabii bir de temizlik konusunda titizliğimi katmalı. Ah ne çektirirdim müşterilerime. Mutlaka eldiven giyer, iş sonunda çöpe atardım. Neyse neden anlatıyorum ki bunları, yakında kendin öğrenirsin. Kaç sene oldu hatırlıyor musun? Bahse girerim ilk bin yılındasın. Yani bu kadar kapalı olmanın, ayrıntılar üzerine bu kadar düşmenin sebebi bu olsa gerek. Şaşırma bu kadar. Tekrar görüşeceğiz seninle, tekrar tekrar bu konuşmayı yapacağız. Düşüncelerinin bir kıyısında yer edineceğim. Fakat gelecek sefer sen soracaksın, ben susacağım. İşler böyle yürüyor maalesef, döngünün eğimi bu yönde.”

İskelet Prenses öne uzanıp karanlıktaki kolu yakaladı. Parmaklarının ucunda hissettiği kemiksi yapıyla kolunu geri çekti, bir adım geri zıpladı.

Karanlığın içinden kendi kuyruğunu kovalayan kediyi seyreden birisinin gülüşü yükseldi. “Demek oyuna katılmak istiyorsun, peki o halde, dileğini yerine getireyim.” dedi, öne çıkıp kendisini gösterdi. Prenses, aynadan kendine bakıyormuş hissine kapıldı. Küçülüp ufalmıştı sanki, daha biraz önce kendini beğenmişliğinden susarken, şimdi bu yaşamın hiç bilmediği tarafını görmek karşısında nefesi tutulmuş, ufalmış, derin bir kraterin kıyısındaymış gibi dünyası şaşırmıştı.

Hiç bilmiyordum, dedi, “Bir başkasının da var olabileceğini hiç düşünmemiştim.”

Kont, ağır adımlarla Prensesin yanından geçti, yemek masasının başında dikeldi. “Haydi başlayalım öyleyse. Bu arada vazodaki zambaklar senin için.” dedi.  Aynaya doğru yürüyüp kendisini inceledi.

“Sıkıntı, farklı yaratılmamızda değil, doğru dünyayı bulamamızda.” Etrafında yarım tur dönüp Prensesi yakaladı bakışları. “Burası güzel, insanlar zayıf, hayvanlar lezzetli, çiçekler renkli. Fakat yavaş ilerliyor hayat. Ağır bir trende gibi, sanki atlasak yola, kendi başımıza yürüsek, geçeceğiz bu demir yığınını.”

Ayağını havaya kaldırıp aynanın içine doğru bir adım attı. Yakında nesneleri birbiriyle kullanmayı öğreneceksin, dedi. Çerçevenin içine hapsolmuş salon görüntüsü içinde kayboldu. Havada asılı kalan şapka yere düştü, iki tur döndükten sonra ters bir şekilde olduğu yerde kalakaldı.

Deniz Eksilen

Öykü, roman, novella, deneme ve şiir yazıyorum. Psikolojik hikayeleri seviyorum. Arada gerçekçi kurgular kullansam da, bilimkurgu ve fantastik favorim. Yorgos Lantimos izliyor, Marcel Proust okuyor, Heraklitos'u düşünüyor, Carl Sagan'ı anıyor, Progressive House dinliyor, scooter kullanırken elimi uzatıp otlarla tokalaşıyorum. Rüzgarı, dalgayı, ve abartmadığı sürece yağmuru seviyorum. Anime ga daisuki desu.

İskelet Prenses ve Zehirli Şapka” için 7 Yorum Var

  1. Merhabalar.
    Birazcık tema araya kaynamış gibi lakin finalde verilen ”Nesneleri birbirleriyle kullanmayı öğreneceksin,” ile şapka ve aynadan bahsediliyorsa yeterli, ziyanı yok.
    Yine diliniz farklı ve güzeldi, yalnızca hikayeleriniz değil diliniz de güzel ve bu büyük avantaj.
    Geçen ayki öykünüzle bağlantılı bir öykü yazmışsınız. İskelet Prensesin oldukça farklı bir tınısı var, karakteri de muzip, oldukça eğlenceli. Bir roman olsa kapağında da İskelet Prenses nasıl olur diye düşündüm, bence güzel olur.
    “Doğru ya, iş prensipleri değil mi, sen de haklısın,” ile başlayıp ilerleyen paragraf pek anlaşılmıyor, ve durum böyle olunca yukarıdaki öykü daha büyük bir öyküden koparılmış gibi duruyor. Belki eski İskelet Prenses öyküleriyle bağlantılıdır ama okumamın üzerinde hayli zaman geçti sanırım onları, hatırlayamadım, bağlantı kuramadım. Bu sebeple başlangıç ve final tam bir çembere alınamamış gibi, göz atarsınız.
    Ellerinize sağlık, gelecek seçkilerde de görüşebilme umuduyla.

    1. Bu arada söylemeyi unutmuşum, şu benzetmeye bayıldım:
      ”Ama nasıl ki imkansız aşkın girdabına kapılırsınız da, yok aslında bu sevgilinin kollarını belime dolaması dersiniz, işte şapkanın zehri de öyle vazgeçilmez, öyle karanlık, öyle lezzetliydi.”

      1. Merhabalar Osman,
        Ayrıntıları doğru yakalamışsınız. Bu ay neredeyse seçkiye katılamayacaktım. Yazdığım taslağın üzerinden geçecek zamanı pek bulamadım. İşte tam da bu yüzden çember biraz açık kaldı.
        Fakat yazılan kısmı da öylece bırakmak istemedim bu nedenle son anda seçkiye katılmaya karar verdim. Umarım bir şekilde zamanınıza değmiştir.
        Okuyup yorumladığınız için teşekkürler. Gelecek ay eksikleri telafi etmek sözüyle…

  2. Merhaba,
    Güzel bir fantastik öyküydü. Betimlemeleriniz her zamanki gibi kendine has ve başarılıydı.
    Kaleminize sağlık.

    1. Merhabalar,
      Sanırım öykülerimi betimlemeler kurtarıyor. Okuyup yorumladığınız için teşekkürler,
      Gelecek ay görüşmek üzere.

  3. Merhaba;
    İskelet Prenses öykülerini okumayı seviyorum. Ellerinize sağlık güzel akıcı bir öykü kaleme almışsınız. Çok küçük bir düzeltme “dikeldi” yerine “dikildi”
    Sevgiler

    1. Merhabalar,
      Ben de seviyorum İskelet Prensesi. Hayatla didişen bir karakter. Her öykü de karakteri biraz daha ortaya çıkıyor.
      Düzeltmeniz için minnettarım, her ay en az bir noktayı işaret ediyorsunuz.
      Tekrar görüşmek üzere.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *