Öykü

Kardan Adam

Size daha önce Bir batı Anadolu İlçesinin ana caddesinde bulunan bir Konaktan söz etmiştim anımsarsanız. Bu Nevi zade Burhan Beyin; oğlu Yekta Bey için yaptırdığı konaktı. Yıllar önce Birinci harbi umumi sırasında Nevizade veya daha doğru bir söyleyişle Novizade Burhan Bey, vazifesi için Purut Nehrinin kıyılarına gelmişti. Hoş oralar hatta yalnız oralar değil tüm doğu Avrupa ve dahi Balkanlar onun mekânı sayılırdı. Osmanlı ordusu için takma bir adlarla geziyor hem ticaret yapıyor hem de bilgiler topluyordu. Bu konuda en büyük sermayesi Tanrı vergisi olan konuşma becerisiydi. Novizade Burhan, kulağına çalınan her dili kolayca öğrenir o dille konuşacak bilgiye beceriye kısa zamanda kavuşabilirdi. Kendisinin bu yeteneğini hocaları mektepte fark etmiş ve gelişmesine yardımcı olmuşlardı. Anne tarafından Balkan göçmeni olması nedeniyle kendini çok rahat geliştirmişti. Zaten ailesine Tuna kıyısındaki Novisad kentinden oldukları için Novizade diyorlardı. Novizade bir zaman sonra Nevizade’ye dönüşmüştü. Burhan Beyin orduya katılması da bu yeteneği sayesinde olmuştu. Daha idadi de okurken muallimi kendisindeki bu gizli cevheri keşfetmişti. Ardından Dersaadet’e götürülmüş diğer İslav dilleri hakkında da özel dersler almıştı.

Burhan Bey Askeri rüştiyeden mezun olduktan sonra balkanlarda sefaretlerde görevler yapmıştı. Bu kendisine verilen bir tür eğitim vazifesiydi. Ve bir sabah kendisini bu Romanya kasabasında, kasaba meydanına dikilmiş iki kardan adamla bakışırken bulmuştu. Bu hikâye Nevizade Burhan Beyin Balkanların ücra köşesinde yaşadığı aşkın hikâyesidir. Arkanıza yaslanın bu hikâyeyi okuyun…

Genç adam sabaha karşı odanın duvarına oranla küçücük kalan penceren gelen sesle uyandı. Çevresine bakındı, bir şey göremedi. Odada yanan şömine de kalan sıcak közler gecenin gözleriymiş gibi parlıyordu. Zengin bir tüccar oğluna verilebilecek en güzel odayı vermişlerdi kasabanın tek hanının. Yüksek tavanlı oda gece boyu gürül gürül yanan meşe kütükleriyle iyice ısınmıştı. Yerinden doğruldu. Kalın battaniyelerin altında güzel bir uyku çekmişti. Bu delikanlının bu kasabaya belki beşinci belki onuncu gelişiydi. Esmer tenli, dalgalı saçlı, orta boylu tipik bir Akdeniz genci havasındaydı. Sahilinde büyüdüğü denizin sıcaklığını damla damla emmiş gibiydi teni. Kasabanın her daim soğuk parıldayan güneşinde, bembeyaz kalmış insanların arasında, her haliyle ben yabancı biriyim der gibiydi. Odada dolandı, sesin nedenini anlamaya çalıştı. Pencereye yaklaştı, kalın perdeyi aralayınca meydanın Han tarafında iki kardan adam gördü.

Taze yağmış karın altında çok hoş duruyor diye düşündü meydanda duran kardan adamlar için. Yarım duvarla çevrelenip havuz haline getirilmiş çeşmenin hemen önündeydi. Biraz dikkatli bakınca kardan adamın biri tıknaz diğeri uzun boylu ve narin yapıdaydı. O kadar doğal duruyorlardı ki adam bu kıyıda köşede kalmış bir yerde böyle heykelvari kardan adamlar yapabilecek kadar becerikli kişilerin olmasına şaşırdı. Sabah, Hancıya soracaktı bu kardan adamları kimin yaptığını. Tanışmak hoş olurdu bu gizli yeteneklerle diye düşündü. Ama uykusu kaçmıştı. Geniş odada volta atmaya ve yaşadıklarını düşünmeye başladı…

Antuan Bey kasabanın tek otelinin devamlı müşterisi sayılırdı. Merkezi Venedik’te bulunan bir ticari şirketin kuzey doğu Avrupa sorumlusu olduğunu söylüyordu. Her daim cebinde taşıdığı süslü kartlarda da bu bilgiler yazıyordu. Dolaştığı yerler itibarıyla kartlarının bir yüzü Latin alfabesiyle diğer yüzü kril alfabesiyle yazılıydı. Sırbistan, Bosna, Bulgaristan ve Romanya gezdiği ülkelerden bir kaçıydı. Neler alıp satmazdı ki. Kuzey ülkelerinden kürk, alır şirketi bu kürkleri işler Fransa’nın İtalya’nın saraylarına satardı. Akdeniz güneşinin altında olgunlaşmış üzümlerden yapılan İtalyan şaraplarını, dağ esintileriyle olgunlaşmış zeytinlerini Rusya’nın, Romanya’nın saygıdeğer zenginlerinin sofralarına ulaştırırdı. Kereste, kurutulmuş balık, Havyar yanında gezdirdiği örneklerden bazılarıydı.

Geçen yazdan bu yana ilk defa buraya Purut nehri kıyısındaki Yaş kentine gelmişti. Hancının kendisine her geldiğinde verdiği odada kalmıştı. Yıllardır her geldiğinde iyi bir kabul görüyordu çünkü aldığı siparişlerden iyi örnekleri hancıya armağan ediyordu. Yanında yoksa da ilk sipariş listesine ekletiyordu şirketinin. İyi şaraplar, seçkin sızma zeytinyağları her seferinde kendisine armağan olarak geliyordu. İşte bu nedenden dolayı iyi odalarda kalıyor iyi yemekler yiyordu. Ama bu defa işler karışmıştı sanki.

Yaş kentine geç vakitlerde gelmişti. Hiç beklemeden Kasabaya doğru yola çıkmıştı. Geldiğinde meydana bakan Hanın en güzel odasını gelmeden önce telgraf çektiği için boş bulmuştu. Diğer geldikleri zamanlarda karşılandığından farklı bir şekilde asık bir yüzle çatık kaşlarla karşılanmıştı. Her zaman kendisine gülerek yaklaşan yaşlı hancı bu defa somurtuyordu. Yol yorgunuydu, bu tavrın nedenini sabah anlarım diyerek yatmıştı. Gece boyunca onca yorgunluğuna rağmen aklına sevgilisi gelmişti. Yola çıkmadan önce birkaç telgraf çekmişti. Bu telgraflardan biride sözlüsü sayılabilecek kuzey köylerinden Nadia’ya çekmişti. Aklına geçen yaz geldi.

Antuan gençti, yakışıklıydı ve zengindi. İyi bir işi iyi bir geliri vardı. Avrupa’nın bu bölümünde gezmediği yer yok gibiydi. Her sattığı maldan her aldığı siparişten komisyonunu alırdı. Hancının dediği gibi devlet gibi adamdı. Şirketinin uzanmadığı yer, ulaşmadığı hükümet adamı yok gibiydi. Hatta Kral Karlo ile bizzat görüştüğü bile söyleniliyordu. Bu nedenle bir tür dokunulmazlığa sahipti. Aklında Güzel esmer Nadia’sı, yünlü battaniyelerine sarıldı odanın diğer köşesinde çatırdayarak yanan şöminenin yavaş ama güçlü ısısıyla geçmişin hayaline daldı…

İki yaz önce tanışmıştı Nadya ile bir dağ yolunda yolun dar bir kısmında karşılaşmışlardı. Beyaz tenli, gökyüzü gibi mavi gözlü, uzun boylu, alımlı bir kızdı Nadia. Bir süre bakışmışlar ve yollarına devam etmişlerdi. Birkaç saniye sonra kız, arkasına dönüp bakmış ve gülümseyerek selam vermişti. Kızı daha görür görmez hayatını birleştirebileceği biri olduğuna karar vermişti Antuan Bey. Hana döndüğünde kim olduğunu Hancının karısına sormuştu. Ama aldığı yanıt olumsuzdu. Yaşlı kadın Yarı Rumence yarı almanca o kızdan ve o köyden uzak durmasını söylemişti.

Köyün garip halkı tıpkı aşağıda kasaba’da yaşayanların kendisine baktıkları gibi bakıyor düşman gibi görüyordu. Aslında nedenini anlıyordu, sürekli değişen sınırlar aralarında husumet oluşturmuştu. Purut nehri bir tür doğal sınır gibi olmuştu. Köyde yaşayanlar kendilerini Rusya’ya, Asya’nın kuzeyine daha yakın hissediyordu. Güneyde ve batıda kalanlarsa aralarında karlı Karpat Dağları olsa da Avrupalı sayıyordu kendilerini. Şimdiki kralları Ferdinand’da önceki kral Carol’da Alman soyunda geliyorlardı. Bu düşmanlık büyük savaşta daha çok belli etmişti kendini. Büyük devletlerin satrancında bir piyondu ülkeleri sadece. Bazen bir yandan bazen diğer yandan oluyorlardı. Ve kralları bu dengeleri kullanarak yeni kurulmuş krallığını var etmeye çalışıyordu. Ve delikanlı sabah işlerini yoluna koyar koymaz gidip Nadia’yı bulmaya karar vermişti uyumadan az önce. Yastığının altındaki kutucuğu kontrol etti bir kere daha.

O yaz kızla tanışmak ve kendini sevdirmek için elinden geleni yapmıştı. Çevresinde dolanmış, yoluna çıkmış ve iyi bildiği Rumence de nağmeler yapmıştı. Zaten bu konuda uzun uzun çabalar göstermesine de gerek yoktu. Uzun boyu ve Allah vergisi olan yakışıklılığı işi kendiliğinden halletmişti. Gönül ferman dinlemediği için eline çantasını almış kiraladığı arabayla o köye çıkmıştı. Hancı Stavro o dağ başında alınıp satılacak bir şey olmadığını, şeytanın kölelerinin yaşadığını söylemişti. Yinede köye kadar çıkmıştı arabacıya ücretinin iki katını vermek pahasına. Sonra her geldiğinde o dağ köyü uğradığı yerlerden biri haline gelmişti. Ailesiyle tanışmış beraber vakit geçirmeye başlamışlardı. Ve dört ay önce Ülkenin kralının ülkesinin geleceği için taraf değiştirdiği, eski dostlarına, kendisinin de bir parçası olduğu Alman ulusuna ve diğer müttefiklerine savaş ilan ettiği günlerde Kıza evlenme teklif etmişti.

Antuan’ın Yaş’a ve oradan Kasabaya geldiği gece köyün yukarısında, dağların tepesinde, geçit vermez yolların ötesinde, Büyük Taş Konakta bir görüşme yapılıyordu. “Efendimiz kızım sizde mi?” dedi titrek ses tonunda ezik duran köylü. “Ne yoksa benden, Efendi’den hesap mı soruyorsun?” Mermer salonun yüksek tavanında yankılandı ses. Ve aynı tonda devam etti. “Sen, bir uşak bir köylü parçası, nasıl benim prensesimi bir yabancıya nişanlarsın”. Ses koca salonda öfkeyle yankılandı, tavanda asılı şamdanın kristalleri titreşti. Sesin sahibi, zayıf uzun boylu adam, masanın diğer ucunda oturduğu görkemli sandalyeden kalktı. “Sen, doğduğunda nasıl benim hizmetkârım olarak seçildiysen O’da benim nişanlım olacak bunu biliyorsun.”

Yaşlı adam bir adım geriledi. Kaderleri böyle yazılmıştı, kendisi gecelerin efendisinin hizmetkârıydı ve kızı da nişanlısı olacaktı Efendilerinin. Kuş uçmaz kervan geçmez bu dağ köyünde karlı zirvelerin üzerinde kurulu bu şatonun bir hizmetkârı olmalıydı; Efendisine sahip çıkacak onun her işini görecek biri olmalıydı. Her dönem bir aileden seçilen biri bu vazifeyi kabul ediyordu. Yüzyıllardır bu böyleydi. O sayede Gecenin uçan ve yürüyen yırtıcılarından korunurlardı. Bu şekilde kendilerine bakan koruyan ve kollayan efendilerine bir şekilde teşekkür etmiş oluyorlardı. Yaşlı adamın annesi, doğacak oğlunun, yani bizzat kendisinin, hizmetkâr olması sözünü vermişti. Uzun bir zaman Taş Konakta bulunan zavallı annesinin serbest kalmasının nedeniydi bu söz. Kendisine hitap etmese de Efendi’nin babası olduğunu biliyordu. Temiz bir soydan asil kandan gelen kızda müstakbel eşi olacaktı. Yaşlı adam bunun böyle olacağını biliyordu. Biliyordu ama bir zayıf olasılık vardı, kızın kendisini istemesi şarttı. Efendisine katılacak her kişide bu tür birleşmelerde gönüllü olmak esastı. Dilinin ucuna geleni kısık bir sesle fısıldadı. “Ama Nadia sizi sevmediğini söylüyor” Bu ses adamın kendisinin bile zorlukla duyabildiği bu ses, yalçın kayalarda yankılanır gibi büyüdü, büyüdü. Bir Efendinin kendisini istemeyen biriyle birleşmesi görülmüş bir şey değildi. Mümkün olamazdı. “Hayır… O beni sevecek ben buna inanıyorum” dedi. Dedi ama söylediğine kendisi bile inanmamıştı.

Yaşlı adam ilk baştaki soruyu tekrar sordu. “Saygıdeğer Efendim, naçizane kulunuz Kızım burada mı?” “Buradayım baba” karanlıklar içerisinden gelen sesin ardından ince uzun siluet gözüktü. Masanın ucunda duran kişiye bakmadan babasının yanına yürümeye başladı. “Beni buradan götür baba” Yaşlı adam kızını onayladı, “Gidelim kızım” Bu Efendiye baş kaldırmaktı. Yaşlı adam ve kızı salonun kapısını açtılar. Onlar kendi rızalarıyla olmayınca burada tutulamayacaklarını biliyorlardı. “Nadia, Güzel nişanlım, gitmeyin” dedi açılan kapının ardından son bir ümitle yaşlı efendi. Genç kız kapının ağzında bir an durdu ve başını çevirerek “Ben hiçbir zaman sizin nişanlınız olmadım. Ben Antuan’la evleneceğim” İşte o zaman Salonun sönük ışıkları altında birkaç adım yaklaştı koca Konağın efendisi kapıda duran ikiliye.

“Size o gencin bir Osmanlı Casusu olduğunu söylesem demi?”

“Bizi durdurmak için doğruları söylemiyorsunuz” efendim” dedi. Genç kızda son sözlerini söyledi; “Ben o genci seviyorum, İster Rumen, ister Türk, İster İtalyan olsun bu değişmez” Adam bu görüşmenin Efendisiyle yaptığı son görüşme olacağını biliyordu. Sonunun belki bir vahşi kurdun belki de gecenin karanlık kanatlarının kurbanı olacaktı ama kızının Nadia’sının mutluluğu buna değerdi. Kendi ömrü bu binada çürümüştü, Kızının da aynı kaderi paylaşmasına izin vermeyecekti. Yapılacak tek şey kızını sağ salim sevdiğine; o genç delikanlıya, nişanlısına vermekten ibaretti.

Penceren gelen ses bir daha duyuldu. Bu defa bir kahkahayı andırıyordu. Genç adamın içindeki merak endişeye dönüşmüştü. Pencerenin ağır doğramasını açtı. Kocaman bir şey kanat çırparak uzaklaştı. Önce meydanı aşıp dağa doğru kıvrılarak uzanan yolun kenarındaki asırlık meşeye kondu. Bir kahkaha sesi daha duyuldu. O ara uzaklarda bir horoz sesi duyuldu. Ardından bir başka horoz sabahın geldiğini müjdeliyor gibiydi. Ağacın üzerindeki varlık bir kez daha havalandı. Zavallı ağaç üzerindeki yükten kurtulduğu için yeniden doğmuş gibi silkelendi. Aynı anda odanın kapısı kuvvetle vuruldu.

“Antuan Bey… Antuan Bey…” Hancının sesiydi. Kapıyı açtığında yüzü bembeyaz bir halde hancı elinde yağ lambası dikiliyordu. “Hadi beyim, bir araba sizi bekliyor.” Genç adam ne olduğunu anlamamıştı. Kapıda dikelen yaşlı hancı heyecanını yatıştırmaya çalışıyordu bir yandan, bir yandan da İçeri teklifsizce girmiş, odanın tek dolabını açıp kocaman bavulu çıkarmıştı. Nedenini bilmeden Antuan’da kendisine uymuş, eşyalarını toplamaya başlamıştı. “Sizi uyarmaya çalışmıştım… O kızdan uzak durun o sizin başınızı belaya sokacak demiştim.” Odanın ortasında kalakalan genç adam şaşkınlıkla Hancıyı dinliyordu. “Nadia’nın babası, yukarıdaki Taş Konak’ta oturan ifritin hizmetkarıydı.” Sözlerini söylerken müşterisinin koluna girmiş, hala açık olan camdan karanlığın ötesini kuzeyi gösteriyordu. Genç adamın aklından daha önce duydukları geçti. Bir şeytandan, Büyük taş evde oturan hortlaktan söz ediliyordu ama bu sözleri ciddiye almamış yerel efsanedir diye omuz silkmişti. “Nadia O’nun adı konulmamış nişanlısıydı ve şimdi siz hiç itiraz etmeden o paylaşamadığınız genç kızı alıp” eliyle köy meydanını gösterdi, Adamın gösterdiği yere köy çeşmesinin önünde duran iki kardan adama bakınca genç delikanlının kanı dondu… Hızla merdivenlerden indi. Yağan karla iyice örtülmeye başlayan iki figüre yaklaştı.

Kasabanın meydanında hareketlenme başlamıştı. Kendisini Yaş’tan buralara getiren arabacı yarı uykulu gözlerle arabasını hazır etmiş bekliyordu. Kasabalılar kendisine yardım ettiler. Hancı “Yaş Kentinden bir araba veya nehir gemisi bulup Karadeniz’e ulaşmaya bakın. Oradan da istediğiniz yere gidersiniz.” Adam ne olduğunu tam olarak anlamamıştı bile. Arabacı kırbacını şaklattığında gün ağarmaya başlamıştı. “Geceleri güvenli bir yerde kalın ve gündüzleri yol almaya çalışın” Uzaklardan vahşi bir çığlık dağlarda yankılandı. “Ya siz ne olacaksınız” dediğinde Hancı Stavro’nun yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi. Biz o Hortlakla yıllardır buradayız beyim” dedi. Bir kaç dakika sonrasındaysa atlı araba güneye hızla yol almaya başlamıştı. Nefes almadan atlarını kamçılayarak yol almaya çalışan arabanın üç yolcusu vardı. Biri genç bir delikanlı, diğer ikisiyse ne olacakları belli olmayan kardan adamlardı.

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *