Öykü

Sır

Adam

Pencerenin önünde bir oraya, bir buraya gidip duran ayakkabılar görürüm. Nereye giderler, kimler tarafından giyilirler, pek düşünmem. Benim işim yaşamak. Yerin biraz altında yaşıyorum, param buna yetti. Taşındığımda arkadaşlarla duvarları boyadık. Çok sevdiğim bir hocam, ya da babam demeliyim ve birden fazla babam olduğu doğrudur, bir resim yaptı. Bir türlü satamadığı resimlerinden birini olduğu gibi duvarıma çizdi. Bir güneş var, biraz bulut, bir de yapraklar.

“Uyanacağın zaman buna bak ve biraz daha uyu,” dedi bitirdiği zaman. Gerçekten de o günden sonra uykusuzluk problemi çekmedim, güneşin her zaman orada olduğunu biliyordum çünkü.

Birkaç parça eşya, şövalem için uygun bir köşe, ailem için oturulabilecek bir kanepe, duvarları çepeçevre saran kitaplarım, bütün malvarlığım bu. Ruhun gıdasının sadece müzikle sınırlı kaldığını sanmıyorum, fakat kitapları şarkılardan ve resimlerden üstün kılan bir yan var ki bunca kitabı okumanın bir gün elbet işe yarayacağını düşünerek hata yapmamışım. Duvarlardan soğuk geçmiyor pek. Evsizlerin gazetelerle kurduğu yakın ilişkiyi böyle anladım.

Evimden memnunum. Küçük, şirin. Biten resimlerimi duvarlara asıyorum, ya da onlar benim bir oraya, bir buraya yürüyebilmemi sağlıyorlar. İşime de yakın burası. Sanatkârlar Sokağı beş dakika ötede. Bazıları yetenek sınavlarına hazırlanıyor, bazıları evinde bir şeyler yapmak için geliyor. Hepsini çok seviyorum, zamanı en güzel şekilde öldürüyorlar. Hocam da çok seviyor bir şeyler öğretmeyi. “Öğretmek, sevmek demektir,” demişti bir gün. Bazen boktan laflar ediyor, çok içiyor ama fakülte günlerimde en büyük yardımcımdı. Çağının ötesinde bir insan olduğunu söylemeyeceğim, onun yerine söylenebilecek en düz şeyi söyleyebilirim; çok yeteneklidir. Bu yeteneğini hiçbir şey yapmamakla değerlendiriyor. “Yapamayan öğretir” derler, yapmamayı tercih edene ne derler, bilmiyorum. Birlikte Good Will Hunting izlerken yüzüne yayılan gülümsemeyi gördükten sonra, çekildiği inzivayı bir daha hiç sorgulamadım. İnsanların mutluluğunu sorgulamamak gerekir. Herkesin çekildiği bir inziva vardır, bu belki tüm bir kent olur, belki bir sokak. Benimki bir evden ibaret. Arada sırada çıkıp bir şeyler içiyorum, sergilere gidiyorum, trene atlayıp anneme gidiyorum. Başkalarının hayatlarını didikleyip huzursuz eden insanlar geride kaldı. Beni olduğum gibi kabul eden dostların arasında mutluyum, sanıyorum ki onlar da mutlu.

Kadın

“Bir kaşık daha,” diyorum, yemiyor. Yemek yemesi lazım, haplarını alması lazım. Söz dinlemiyor. Odasına girdi, babamın kitaplarına daldı yine. Babam okuduğu her kitabın başına, bir de sonuna not düşerdi. Kitaba ne zaman başladı, ne zaman bitirdi, başlarken ve bitirirken hayatında neler oluyordu, annemle nereye gitmişlerdi, hava kaç dereceydi, bulutların rengi neydi, dünyanın dönüş sesini nasıl dinlemek lazımdı, çok uzaklardaki bir yıldıza acaba o anda evrenin diğer ucundaki varlıklar da bakıyor muydu, hepsi yazardı o kitaplarda. Eminim ki yaşamın anlamı da yazıyordu, fakat o kadar çok kitap vardı ki hangisinde neyi bulacağımı hiçbir zaman bilemedim. Çocukken korkardım onlardan, babam beni kucağına alıp, “Bak, bunlarda neler neler yazıyor. Bunlardan çok şey öğrenirsin, iyi bir insan olmayı bile,” derdi. Gülmeye başlardı. “Şirinler’i bile görürsün o zaman.”

Kapı aralık. Eskiden kitaplara eğili başa, o boş bakışlara dayanamazdım, kalkıp itiverirdim kapıyı. Kapının açık olması, adına, doğasına aykırıdır. Hem bu, hem de geçmişten bir türlü yüz çeviremeyen annemi o durumda görmemek için… Artık alıştım. Nelere alışıyor insan diyeceğim, öyle çok denmiştir ki bir başkasının söylediklerini tekrar etmek istemem, istemiyorum bir süredir. Düşünürdüm; dünyada söylenmemiş bir söz yok derler, oysa hiçbir söz söylenmemiştir. Ben, bir başkası değildir ve “ben” bir sözü düşünene kadar, onu söyleyene kadar o söz yoktur. Şimdiyse herkese karışmışken bu mümkün değil. Ne diyeceğimi bilmiyorum. Hüsamettin Albay, söz sizde.

Evet, ben de okudum o kitapları, belli olmuştur. Okudum, ama babamın notlarını okumadım. Onları da okusaydım, babamın okuduklarından hiçbir farkı kalmayacaktı o kitapların. Babam gibi okuyacaktım, babam gibi düşünecektim, babam gibi konuşacaktım. Belki annemin beklediği buydu, umduğunu bulamayınca benimle her geçen gün daha az konuşur oldu, daha az vakit geçirir oldu. Babamın ölümünden sonra bir daha kendine gelemedi.

“Hiçbir şeyden korkma, ben buradayım ve sen de buradasın.”

“Ben buradayım,” deyip gerisini getirmeseydi o zaman annemden beter olurdum ama çocuk da olsam, genç de olsam, yetişkin de olsam, ki birinin diğerlerinden ne farkı olduğunu hiçbir zaman anlamadım, babam bunu bana sürekli söylerdi. Ne eksik, ne fazla. Bir akşam kapıda polisleri görünce ilk aklıma gelen, bir daha hiç kimsenin bana böyle bir şey söylemeyeceği oldu. Sadece bu. İlk zamanlarda annem gibiydim. Ağlardık, Moda’ya doğru yürürdük, ağlardık, televizyon izlerdik, uyurduk, uyurken ağlardık. Babam bizi hiçbir zaman kendine bağımlı kılmak istemedi, buna dair en ufak bir düşüncesinin olduğunu sanmam. Biz böyleydik; eşini tanıdığından beri ondan güç almış bir kadın ve dünya durdukça babasının da, ara sıra acayip şeyler söyleyen ve daha önemlisi, sonsuz bir sevgiyle kuşatan adamın da duracağını sanan bir kız. Babama her zaman bir adam gözüyle baktım, belki de annemin belli belirsiz çatıklığı var bunda. Adam. Yanımdaydı ve benim de orada olduğumu hatırlatıyordu. İşte, tam da buna sarıldım. Geriye kalan bir yığın kitaptı ve sarılmam gereken tek şey varlığımdı. İnsanoğlu yaratılırken büyük bir lanete uğramıştır, her türlü acıya katlanabilir. İntiharı bunun dışında tutuyorum, çünkü intiharın hayatla hiçbir ilgisi yok. İntihar acılardan kurtulmak değil, bilinmeyene sığınmaktır

Adam

Her günün aynı şekilde başladığını sezdirmek için aynı şeyi söyleyebilirdim. Söylüyorum: Pencerenin önünde bir oraya, bir buraya gidip duran ayakkabılar görürüm. Bunlar bazen botlara evrilir. Bol gürültü çıkaranlardan.

Topuk sesleriyle uyanıyorum, yanımda yarısı dolu bir bardak, yarısı boş bir bardak, bir de bardak var. Hangisi bir diğeri değildir. Şıkları sıralıyorum, azdan seçmeli bir soru soruyorum kendime. Bunun bir resmini yapmalıyım.

Gece bir ara titremiş, kitapları üstüme biraz daha çekmiştim. Kar yağmış. Pencereme yığılı karlar yüzünden ayak sesleri boğuk boğuk geliyor. Neyse ki karlar katır kutur ezildiğinde soğuktan titreyebiliyorum, buna da şükür. İroni değil, yaşadığımı hissedebilmem lazım ve eğer titreyecek kadar üşüyorsam, işte buna hayat denir.

Yiyecek bir şeyler almak için dışarı çıkıyorum. Kadıköy’ün sabahı gecedir, açık bir yer bulunmaz. Fırınlar dışında. Simit alıyorum, çay demliyorum ve her sabah yaptığım gibi bir kez daha Simitle Çay’ı okuyorum. 20 yıldır yapıyorum bunu, kalan susamları ağzıma atarken hikâye bitmiş oluyor. Y’leri kapışılan şairin dediğine geliyoruz, kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı.

Bunlardan önce dönüş yolculuğum var, kahvaltıyı öne alıp o mutluluğu tekrar yaşamak istedim, bir an önce.

Düşmemek için bir yerlere tutuna tutuna yürüyorum ve soğuktan titreyen ellerime bakıyorum. Çalışabilmek için çözülmelerini beklemek gerekecek. Sergi için son bir resim daha. Cemil Eren’in beyazlığını sıklıkla kullanıyorum, kuğurdamalar ta sokaktan duyuluyordur. Ben bazen odalardan birindeyken duyuyorum. Resimleri dinlemeyi bilmeyen insanlar vardır, acımıyorum da üzülüyorum onlara. Duvarımdaki dev resmin onca sesinin arasında nadiren bir iki plak koyduğum oluyor. Sıkıcı, ressam gibi bir ressamım, anlaşılmıştır. Bunlarla kimsenin kafasını ütülemediğim için beni seviyorlar galiba.

Güneş çıkıyor ortaya, köşedeki sahaf tezgâhına kitaplar serili. Kar kalınlığı çok santim. Bir tane daha kendimden yapmaya yeterlidir. Son çalışmamı tamamlayıp, belki de üşengeçliğimden tamamlamadan bir kardan adam yapacağım. “Bu eserimin adı Bir Kış Vakti Eğer Götü Donan Bir Yolcu. Ressam burada bayrağa seslenmiş.” Pek komik değilim, kabul.

Kadın

ve bunların hiçbirinin benimle bir ilgisi yok. Sanki bir başkasını anlatıyorum. Bütün bunlar ne zaman oldu, olurken ben neredeydim. Ben işte hep bu koltuktaydım. Her şey, dünyadaki her şey ben buraya otururken oldu.

Odaya kapandı yine. Botlarımı giyiyorum, sokağa çıkıyorum. Sokak boyunca üç sahaf var, ikisi açık. Tezgahtaki kitaplara bakıyorum. Bu Satırları Okuyana Sonsuz Lanet. Elime alıyorum, karşılıklı okurken daima genç adam olan babamın yerine genç adam bu kez benim. Onca zaman sonra, babamla yaptığımız bir şeyi ilk defa yapıyorum. Sesimi kalınlaştırıyorum, alçak sesle okumaya başlıyorum. Sokaktayım, korkuyorum. Evden kurtulmak gibi bir şey söz konusu değil, evin bir suçu yok. Ev hapsetmedi babamı. Ben de hapsetmedim. Annem sadece bir odada yaşıyor. Gerisi bana ait. Annem öldüğü zaman koca bir ev benim olacak. Odalar, pencereler, kapılar, kirişler, köşeler, onca şeyi ne yapacağım? Her an bir şey için beklendiğimi hissedeceğim, sanki yapmam gereken şeyler varmış gibi. Her şey beni izleyecek, odadan odaya yürüyeceğim ve yapacak başka hiçbir şey olmayacak. Çıldıracağım. Evlerden nasıl kurtulur bir insan?

Annemin cebinden çaldığım ilk parayla gidip kitap almıştım. Lisedeydim, uzun zamandır almak istediğim bir kitabı görmüştüm sahaflardan birinde. Sabah evden çıkmadan önce elimi yakası aşınmış gocuğun cebine attım, elime gelen ilk kağıt parayı alıp bakmadan cebime attım, uçarcasına okula gittim. On dakika yürüyordum, okulumdaydım. Ağaçlı yollarda işittiğim her bir ayak sesi, her bir kuğurdayış, bir sonraki günün aynı dakikalarında duyulabilirdi. Belki de diyorum, şimdiki bunca sıkıntının sebebi, bir kenti güzel yapan onca tekrarın arasında en güzelinin, tamamlayıcının eksik olmasından. Okuldan çıkıyorum, eve dönmeden almak istediğim kitabı gizlediğim rafta bulamıyorum.

“Pardon, ben buraya bir kitap saklamıştım?”

“Saklandığı yerde bulduk ve başkasına sattık.”

Üzüntüyle eve dönüyorum. Ayakkabılarımı çıkarırken fısıltılar geliyor kulağıma. Anlamışlar, doğal. Sararmış duvar kağıtları. Buzlu camlar. Onca tanıdığın arasında bir ilk yaşanıyor, başıma ne geleceğini bilmediğim için mutlu oluyorum. Hiç bilmediğim bir yolda yürümek gibi.

Üstünden yük kalkan kanepenin gıcırtısı. Babam geliyor. Yüzünde bir şeyler arıyorum. Öfke yok. Biraz sıkıntılı. Çorbasına yanlışlıkla fazla tuz serptiği zamanki sıkıntı. Gözlerde anlamaya çalışan bir insanın parıltısı. Gülümsemeye yakın.

Başımı ister istemez eğiyorum.

“Gel.”

Odasına geçiyoruz, pencereden görünen Moda Caddesi sakin. Pencerenin önünde görülen evraklar sakin, kitaplar sakin, masa sakin. Babam masaya oturuyor, bana bakıyor bir süre. Olduğu yerde bir iki zıplar gibi yapıyor, “Masa da masaymış ha,” diyor.

Gülüyorum ister istemez, rahatlıyorum ve babama duyduğum minnetten gözlerim yaşarıyor. Hermes’in kanatlı sandaletleri ayağımda, kendimi bir anda babamın kollarında buluyorum.

“Benden istersin bundan sonra. Hem hangi kitapmış o bende olmayan?”

Yine beraber okuduk o kitabı. Her seferinde onun kaldığı yeri geçmeye çalıştım, yine beceremedim. Bu sefer sokaklardan kurtulmak için, hep aynı yere açılan pencerelerden, kapılardan kurtulmak için bir şey yapacağım, tek başıma. Zamanın her şeyin ilacı olduğunu söylerler, fakat hastalıktan doğmayan acıların varlığından haberleri yoktur. Böyle acılar için yürümek, oturmak, zamanı bilinmeyen bir yere kovmanın bir faydası yoktur. Başka bir şey olmalı, hiç yapmadığımız. Evimi bulma oyunu oynamıştım, kolaycacık buldum. Yolda sordum, söylediler. Evimi tanımayan yokmuş gibi. Sorsaydım annemi

Adam

Uyandığımda bazen gecedir, kalkıp arka bahçeye bakan pencereyi açarım. Gecenin kokusunu aldıktan sonra bir kahve yaparım, genelde içemeden uyumuş olurum ama bugün öyle olmadı. Bugün bir türlü uyuyamadım. Karlara gömülmüş bahçeyi görünce onca üşümeme, gözlerimin kapanma ısrarına rağmen kanepeye çökünce uyuyasım gelmedi. Kıçımı düşündüm, dizlerime koyduğum ellerimi düşündüm, kıyafetlerimin bedenime dokunduğu yerleri düşündüm. Bunlardan bir başlangıç noktası olarak faydalanabilmek için uğraştım ama vücudumla ilgili büyük sıkıntılarım yoktu. Eski elbiselerimi geçen onca yıla rağmen giyebiliyorum. Elbiseler benden daha hızlı yaşlanıyorlar, her geçen yılla birlikte onlara daha kibar davranıyorum.

Geçmişi düşünüp dertlenecek kadar kötü bir geçmişim yok, hem böylesi bir işle zaman harcamak istemem. Resim yapmak istemiyorum. Annemi arasam… Gecenin bu vakti, olmaz. Kitap okuyamam, gözüme bir şeyler batıyormuş gibi oluyor tam uyanamayınca. Resim yapmak istemediğimi söyledim. Pencerenin önünden bir çift bot geçiyor, başımı kaldırıyorum. Dışarısı pek gözükmüyor, pencerem karla örtülü. Kadıköy daha uyumamış, kızak kayıyor birileri. Bir kız bağırıyor, ardından erkek gülüşü. O sırada hatırlıyorum bazı şeyleri.

“Çekil lan!” diye bağırıyor arabaya. Adını korkudan unutmuşum, “Sağa kaykıl sağa!” diyorum.

“Dur lan, lan oğlum çekilsene lan!”

Altıntepe’den Bostancı’ya inen yokuşta son hızla kayıyoruz. Hatırladım, Arif, çocuğun adı Arif’ti. Arif, yokuşu çıkmaya çalışıp kayan ve kısa bir süre sonra cama yapışan sinek gibi kaportasına yapışacağımız arabanın şoförüne bağırıyor. En arkamızdaki çocuk kendini atıyor, karlarda yuvarlanıyor. Film gibi. Arif hâlâ bağırıyor. Ben de atlıyorum, dizimi çarpıyorum ve gözümde şimşekler çakıyor. Buradan başımı da çarptığımı çıkarabiliriz, ben hatırlamıyorum. Arif’in çığlığı aklımda. Görevini yapmanın rahatlığıyla ölüme meydan okuyan bir kamikaze pilotu Arif. Bir kelebek gibi narin, bir kuş kadar özgür. Uçuyor. Doğaya inat, kollarını sallayarak yükselmeye çalışıyor. Ne yazık ki çekim yasalarına karşı koyamıyor. Karda sürüklenen bir cismin boğuk sesi geliyor, başımı tutup gözlerimi kapıyorum.

Başımı tutup gözlerimi kapıyorum. Aynı yer ağrıyor. Pikapta Amon Düül II. Onca sesin arasında daha fazla duramıyorum, botlarımı giymeye başlıyorum. Dışarısı sessiz, kar tanelerinin birbirine dokunmama sesi.

Sokak tenha, kimsecikler kalmamış. Köşedeki bakkala gidiyorum, kapalı. Sokağın girişinde büyükçe bir kar kütlesi. Sokağa her girişimde beni selamlayacak bir tanıdığı görmenin mutluluğunu düşünüyorum. Kardan adam yapmaya kesin olarak karar veriyorum, o an.

Vücudun yarısını yarım saat içinde tamamlıyorum, ellerim donuyor. Eve giderken dönüp baktığımda bir hayal canlanıyor gözümde. Unutulmuş bir anıdan kalan kırıntılar. Fazla biçimlenmiyor. Kardan adamın yerinde bir siluet. Başka bir şey seçemiyorum, apartmana giriyorum. Çocuklar yıkmasa bari. Oğluyla yaptığı kardan adamı bozduğumuzda iki sokak boyunca kovalayan adam şimdi kim bilir nerede, o çocuk ne yapıyor ve elindeki güzelliklerin yok edilebileceğini öğrendiği zaman acaba ne düşündü?

Utanıyorum, hiç kimse çocuklardan daha yıkıcı ve kontrolsüz olamaz. Ama çok eğlenceliydi.

Kadın

de söyleyeceklerdi.

Eve dönerken köşede bir kardan çocuk gördüm. Çocuk boyutundaydı, belki ileride adam olur. O an burnuma konan bir kar tanesinin soğukluğuyla irkildim, bir de yapacağım şeyi bulduğumdan. Eldivenlerimi çıkardım, kar topladım ve çocuğun başını karla sıvadım. Bir zaman sonra uzadı, şekillendi, genç bir adam oldu. Elleri açık, gülüyor. Diz çöküyorum, eldivenlerimi veriyorum. Aklımda eski bir şarkı.

snow can wait, I forgot my mittens

wipe my nose, get my new boots on

Güneş bir an bulutların arasından çıkıyor. Biri kaşkolünü kardan adama sarıyor, bana bakmadan gidiyor.

“Kardan adam yaparken önce adamı düşünürsün, kar kütlesini değil. İşin doğrusu budur.” İşin doğrusunu inan hiç bilmiyorum, o kadar uzaktayken sen de bilmemelisin.

I get a little warm in my heart

when I think of winter

i put my hand in my father’s glove

Mırıldanıyorum, kar topluyorum. Yağdıracağım ama yere çok yakınım, vazgeçiyorum. Topluyorum, bir geminin düdüğü geliyor kulağıma. Altıncı düdük, eve dönmeme daha var. Balkondan dışarı uzanmış kafayı görür gibiyim. Bekliyordur. Beklesin, üşüsün biraz. Üşümek iyi gelir. Karlara saçılmış kitaplar. Hepsi üşümeli, temizlenmeli. Sayfalar yağıyor. Hepsini, tane tane yakalıyorum, babamın üstüne yapıştırıyorum. En başta söylemem gerekeni sonda söyledim işte, onsuz hiçbir şey yapamayacağımı kesin olarak anlıyorum, iliklerime kadar donarken. Üşüyeyim biraz, üşümek gerçektir.

years go by and I’m still here waiting

withering where some snowman was

Eldivenlerimi alıyorum, gece devam edeceğim. Umarım yıkmazlar. Kaşkolü alsınlar da dokunmasınlar ona. Başında nöbet bekleyecek değilim, kendi haline bırakıyorum ve adım gibi biliyorum ki gece geldiğim zaman aynı şekilde bulacağım. Tanıyorum onu, annemin anlattıklarıyla gözlerinin içine baktığım zamanlardan.

Adam

“Ya insan şeytanda umduğunu bulamadığı için tanrıya yöneldiyse?”

“Kendisinin de bir bok olmadığını anlayan insan şeytandan niye yüz çevirsin ki? Şeytanın sözde kötülüğünün amacı zaten insanoğlunun üstün bir varlık olmadığını kanıtlamak. Bu durumda bir çatışma yok. Bir de bunu kim koydu buraya?”

Kaşkol. Alıp boynuma sarıyorum. Garip bir şekilde hemen ısıtıyor, sanki saatler boyunca sıcak bir boynu sarmış gibi.

Kaşkol

İpliğim Bursa’da üretildi. İşçiler konuşurken duydum. Sarsıntılı zamanlardan sonra uzunca bir süre bekledim. Sıcak bir şey aldı beni, götürdü. Sivri bir şeylere takıldım, bir oradan, bir buradan girdim ve karmakarışık bir şey oldum. Kendimi bile tanıyamıyordum artık, ne olduğumu hiç anlamadım ama soğukla baş etmek zorunda kalmadım bir daha. En başta üşüyordum, sonra sarıldığım şey ısıtıyordu beni. En son buz gibi bir şeye sardılar beni. Öncekilere benzemiyordu, belli belirsiz hissettiğim sarsıntı yoktu ama aynı sıcaklığı buldum. Biraz daha geç geldi gerçi. Bir de, “iki ters bir düz” ne demek?

Adam

“Boyu uzamış bunun?”

“O ne demek lan?”

“Hocam, en son bıraktığımda küçüktü bu.”

“Boy atmış. Kaşkolü büyük alman iyi olmuş, seneye de giyer.”

Kıkırdıyoruz. Atölyede ısınalım diye içtiğimiz şarap çarptı. Bu kış kıyamette evine gidemeyeceği için hocayı da çağırdım. Uzun sürmüş bir günün sonunda eve daima yalnız giderdim, bu sefer yanımda başkası da var ve başlarda belli belirsiz canımı sıkıyor bu durum. Sonradan düşününce eve başka dokunuşlar da faydalı olabilir. Sadece ben varım ve bu durum evin pek de hoşuna gitmiyordur belki. Benim hoşuma gitmediği belli, uykusuzluğumu buna bağlıyorum biraz.

“Şunun kafasını düzeltelim ama biraz daha kar lazım, yeterince yüksek olmamış bu.”

“Yeterince yüksek olup olmadığına nasıl karar veriyoruz hocam?”

“Çok kolay. Bu adam bence kısa.”

“Makul.”

Biraz daha kar yığıyoruz, şekillendiriyoruz. Eve gidip bira alıyorum, geldiğimde hoca hâlâ uğraşıyor. Hiçbir işi bu kadar ciddiye aldığını görmemiştim. Kaşlar çatık, eller durmadan çalışıyor. Donuyorum, hiç bu kadar üşümemiştim.

“Şuraya da sevimli bir ağaç konduralım. Yalnız bir ağaç bu, göl kenarında büyümüş. Güzel ağaç.”

“Hocam, yarın devam ederdik…”

“İşte yalnız bir ev, ahşaptan. Ağaç kesmişler de yapmışlar, yazık ağaçlara.”

“… isterseniz öyle yapalım? Üşüdüm de biraz.”

“Ve işte buraya da üşümüş bir adam konduralım. Evde yalnız. Uyuyamıyor. Kimseyi tanımıyor. Kimseyle konuşmuyor. 31 yaşında, bekar, iki çocuk babası ve İngilizce biliyor.”

İki adım geriye çekiliyor, eserine tepeden tırnağa bakıyor. “Tamam bu, yarın son dokunuşları yaparız. Bozmasalar bari.”

Eve giriyoruz, iki bira daha çıkarıyorum ve konuşa konuşa sızıyoruz.

Kadın

Başka ne türlü tanıdığımı düşünürken sokağa giriyorum. Bana sıkıntıyla bakan yüzü görünce dönesim geliyor. Beklesem ne olurdu ki? Artık çok geç, el sallayıp apartmana giriyorum, merdivenlerden çıkıyorum. Basamakları saydığımda farklı bir sonuca ulaşmayı bekledim hep. Belki bir iki basamak fazla gelirdi de hiç bilmediğim bir yere çıkardım. Olmadı.

“Nerede kaldın?”

“Düşmemek için yavaş yürüdüm.”

Başka hiçbir şey yok, odanın kapısı kapanıyor ve bir başımayım. Binlerce göz beni izliyor. Balkona atıyorum kendimi, bir sigara yakıyorum. Elektrikli ısıtıcım açık, battaniyeme sarınıyorum. Tipi var, göz gözü görmüyor. Savrulan tanelerin düştüğü yerleri düşünüyorum. Çatılar, balkonlar, sokaklar, arabalar. Buluttan koptukları an düşecekleri yer belli. Uçmanın zevkinden bir şeyler gidiyordur. Uykuya dalarken bir kar tanesi olmuşum, dünya karanlık. Yere yaklaşıyormuşum, bir sokak lambasının altında bir adam varmış. Orada ne yapıyormuş. Bana bakıyormuş, neden o kadar yavaş iniyormuşum. Bilmiyormuşum, hızımı ben ayarlayamıyormuşum. Öyle şey olur muymuş, ben doğaymışım, her şeyin efendisiymişim de bu ne cüretmiş. Hiçbir şeyden haberim yokmuş, bana yağmam emredilmiş, ben de yağıyormuşum. Kardeşlerimden ayrı düşmüşüm, acaba onları görmüş müymüş. Beyazmış hepsi. Görmüş, avucunu açmış da eline düşmüş bütün kardeşlerim. Aslında koca bir şehre değil, küçük bir avuca yağıyormuşuz. Ben de yağarmışım, avuca düşünce aydınlanırmışım, adamın yüzünü görürmüşüm…

“Sen yine niye burada yattın?”

Uyanmışım. Uyandım. “Dalmışım,” diyorum. Küçücük balkon, üşünecek gibi değil. Yine de ürperiyorum. Aklıma kardan adam geliyor, koşar adım odama gidip giyiniyorum, “Birazdan gelirim,” deyip sokağa çıkıyorum. Bir sokak, buradan sola dönünce düz gidiyorum, yine sola dönüyorum ve küçük bir çocuğum, okula gidiyorum. Sola dönünce büyücek bir çocuğum, liseye gidiyorum. Sola dönünce kim olduğumu bilmiyorum. Köşeye geldim, belli belirsiz bir korku. Aradığımı bulamayacağım. Birileri yıktı onu. Birileri ona çarptı, sonra bir anlığına ne yapacağını düşündü, sadece bir anlığına. Kaçmaya karar verdi. Yerde biri yatıyordu ve o kaçtı.

Köşeyi dönüyorum.

Ellerim titriyor, koşar buluyorum kendimi. Düşmek umrumda değil. Düşmeyeceğim. Yanındayım. Bıraktığım gibi değil, birileri onu hayal ettiğim hale getirmiş. Babamı benden başka tanıyan kim vardı? Arkadaşları buraya gelmez. Annem evdeydi, o da yapmamıştır. Babamı benden başka, bu kadar iyi kim tanıyabilir? Söylediğimiz şarkılardan başka kim?

“but I know dad the ice is getting thin

hair is grey and the fires are burning

so many dreams on the shelf

you say I wanted you to be proud of me

I always wanted that myself”

“Seni benim kadar kim tanıyabilir?” Sarılıyorum, sokak tenha. Kar durmuş, kapıdan burnunu çıkaran bile yok. Her yer karanlık, karaya kesmiş. Bir yokluğun ortasındayız, tepemizde sokak lambası. Kollarını açıyorsun, dudaklarından dökülen aynı şarkı. Neden bunlardan bir türlü kurtulamadık? Neden sadece kitaplar ve şarkılar bizi bir araya getirdi? Hayatları şarkılara sıkıştırırken beni de aralarına kattığını söyleyemeyeceğim, söyleyemem. Yine de yetmedi. Senden ayrılacağımı hiç düşünmemiştim, ansızın oldu her şey ve ben hazır değildim. Hiçbir şeye hazır değildim, sensiz olmazdı. Olmadı da.

when you gonna make up your mind

when you gonna love you as much as I do

when you gonna make up your mind

things are gonna change so fast

all the white horses have gone ahead

I tell you that I’ll always want you near

you say that things change my dear

Adam

Uzaklardan gelen bir piyano sesi, bir kadın şarkı söylüyor. Tanıdık bir ses, neyse ki uyuyorum ve uyuyan bir insanın böyle şeyler düşünemeyeceğini aklıma getirip sıyrılıyorum işin içinden.

Bir zaman sonra gözlerimi açıyorum. Saat öğleyi geçmiş, hoca horluyor. Geriniyorum, bir sigara yakıyorum. Bir sigara daha yakıyorum, hocanın dudağına iliştiriyorum. Uyumadığını biliyorum, anında derin bir nefes çekiyor sigaradan.

“O son dört şişeyi içmeyecektik.”

“Birayı mı?”

“Şarapları diyorum. Saat kaç oldu?”

Hızla giyinmemden anlıyor, o da toparlanıyor. Atölyeyi geç açarsam cezası var, yemek ısmarlamak zorundayım. Koşar, benden önce yetişir diye beklemeden çıkıyorum. Güneş açmış, her yer parıltılar içinde. Gözlerimi kısıyorum.

Köşeye gelene kadar fark edememiştim, kardan adam yok. Birileri yıkmış.

“O kadar da uğraşmıştım,” diyor hocam yanıma gelirken. “Neyse…”

Yıkıntıya takılıyor gözlerim. Garip hissediyorum. Üşümüyorum da titriyorum nedense. Rüyamda kadının söylediği şarkı çok tanıdıktı, neydi acaba?

Kardan Adam

Biz binlerce kardeşiz, bir araya geldiğimiz çok nadirdir. Eskiden daha çok buluşuyorduk, şimdilerde çocuklar bizi unuttu. Büyükler zaten unuttu. Çok düşünmüşüzdür, bir çocuğun büyüklüğe adım atması nasıl olur, nasıl unutuluruz diye. Daha fazlasına izin yok, biz kardan adamız. Olmuş ve olacak her şeyi biliriz de birazcık olsun derince düşünemeyiz. Zaten düşünmek bizim işimiz değil. Bizi yapan insanların yaşamlarını biliriz ve onlar devam eder, biz de devam ederiz. Her şey geçer, onlar için hayat kalır. Bizim içinse dünya.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *