Öykü

Köstekli Saat

Sınıfın ortasında kalakalmıştı. Otuzu aşan öğrenci sayısıyla sınıf mevcudu da olanlar karşısında şaşırmış durumdaydı. Yavuz Yılmaz nam-ı diğer asker yavuz veya başka bir adla Cellât Yavuz okulun en sert öğretmenlerinden biriydi. Yok yok en sertlerinden biri değil; en sert en berbat öğretmeniydi. Öğrencileri sesi ve asabi tavırlarıyla bezdirirdi. Korku yaratmak terör estirmek için elinden ne geliyorsa yapıyordu. Duvarlara, sıralara vuruyor, kapıları çarpıyordu. O bağırmaya başlayınca okulda bütün sesler susardı. İdareciler bile odalarından çıkıp neler oluyor diye daha doğrusu işler daha kötüye gitmesin diye hazır beklerlerdi. Aslında yavuz beyin gıyabında ne kadar asabi ve ne kadar eğitimden uzak olduğunu belirten konuşmalar yapsalar da sıkıştıklarında ilk çağırdıkları Beden eğitimi öğretmeni Yavuz Yılmaz olurdu. Bu sabahta aynısı olmuştu. Her zaman olduğu gibi ders zili çaldıktan sonra koridorlarda dolaşmaya başlamış ne zaman patlayacağı belli olmayan bir bomba gibi mazeretler aramaya başlamıştı. İşin garip tarafı her zamanda bir neden bulurdu. İşte o sabahta 9-C sınıfının girişinde gürültü yaptıklarını iddia ettiği birkaç öğrenciyle tartışıyordu.

“Yavrum neden hala yerinize geçmediniz” dediğinde sesinde şefkatten çok aşağılama küçümseme vardı. “Hocam zil daha yeni çaldı” demeye kalmadan “Sen bana işimi mi öğretiyorsun?” dedi. Ayakta dinelen kız öğrenci ne dediğini bilemedi. Bu sabahın piyangosu ona vurmuştu anlaşılan. Yavuz hocayı iyi tanıyanlar bu kızın bir yem olduğunu asıl kurbanın az sonra çıkacağını biliyorlardı. İstediği kadar aksi gününde olsun veya öfkelensin asker yavuz bir kıza vurmazdı. Ön sırada oturan ve normalde bir inek sayılabilecek öğrenci aradığı kurban oldu.

“Zil daha yeni çaldı” dedi küçük harflerle. Uzun boylu orta yaşlı öğretmen duymazdan geldi. Her ne kadar derslerine girmese de tecrübelerine dayanarak bu öğrencinin çalışkan bir öğrenci olduğunu tahmin ediyordu. Hoş dışarıdan bakan herkes bu durumu görebilirdi. Düzgün kıyafetler, kalın camlı gözlükler ve düzenli taranmış saçlar ben nizami öğrenciyim diyordu. Umulmadık bir şey oldu ve sınıfın sessiz sakin öğrencisi ayağa kalktı az önce söylediklerini tekrarladı;

“Zil daha yeni çaldı, hocam” sesi titriyordu. Yetiştirilme tarzına aykırı bir davranıştı bu itiraz. Yavuz hoca hiddetle baktı. Gözlerinden alev fışkırıyordu sanki. Bilemezdi Mümtaz’ın –Mümtaz neredeyse bütün öğretmenlerin gözbebeğinin adı Mümtaz’dı- sınıfın önünde dikilen kıza âşık olduğunu. Kendisinden beklenmeyen bir harekette bulunan Yavuz Hoca kızı hafif iterek sırasına yolladı. Bir yandan da mağlubiyetini öğrencilerinin önünde madara olmasının acısını nasıl çıkaracağını düşünüyordu. Bu sabah başka bir yerde arayacaktı nasibini.

“Sıranıza geçin ve öğretmeninizin gelmesini bekleyin” dedi. Kapıdan çıkarken hala önde ayakta duran gözlüklü öğrencisine parmağını sallayarak “Seninle bir kere daha karşılaşmayalım” dedi. Öfkesi derin dondurucudan çıkmış bir gülümseme olarak dudaklarındaydı. İşte asıl beklenmeyen o an oldu. Mümtaz; çalışkan, sessiz öğrenci “Karşılaşırsak ne olur” dedi. Bir yandan da gözleri kahramanı olmayı istediği Emel’deydi. Bir deprem sınıf ortadan ikiye ayrılsa veya sınıfın ortasında bir hayalet belirse bu kadar şaşırtıcı olmazdı arkadaşları için”

“Sen benimle nasıl konuşuyorsun ukala herif” yılların öğretmeni öğrencileri her zaman eğitim tanrısına kurban vermeye hazır Cellat Yavuz, hışımla geri dönmüştü. “Ne dedin sen” diye bağırdı, sesinin şiddetinden sınıfın camları sallanmıştı sanki. Bütün okul bu sesle hazır ola geçmiş olacakları bekliyor gibiydi. Kapının ağzında diğer sınıfın öğrencileri neler olacağını biliyorlardı ve gizli bir sadizmle bekliyorlardı ve piyangonun kendilerine vurmadığı için mutluydular. Çocuklardan biri aşağıya öğretmenler odasına haber vermeye gitmişti bile. Öfkeli ve dövüşmeye hazır bir horoz edasıyla delikanlının yüzüne birkaç santim uzağından bağırıyordu. “ne dedin sen… Ne dedin bir daha söyle bakayım” diyordu.

“Diyorum ki, sizinle bu okulda her zaman karşı karşıya gelmek olasılığı var ve karşılaşırsak ne olur” dedi. Mümtaz sakindi. Sağ eli ceketinin cebinde duruyordu. Bin yıllık bir inzivadan yeni çıkmış gibi dingin bir yapısı vardı ve kız arkadaşının kahramanı olmak için zalim avcının karşısına dikilen doğrudan namluya bakan geyik gibiydi. Yaptığının farkında değildi sanki. “Sen önce bir öğretmenin karşısında nasıl durman gerektiğini öğren” dedi. Arkasından neredeyse tüm öfkesini dışarı kusacak bir sesle “Çıkar elini cebinden” diye bağırdı. Delikanlı elini sakince cebinden çıkardı. Avucu kapalıydı ve avucundan Beyaz zarif bir zincir sarkıyordu.

“Okula zincir getirmemem gerektiğini bilmiyor musun?” Yavuz hoca elini delikanlının eline attı. Kapalı parmaklarından sarkan zincirin ucunda belki antikacı dükkanlarında görebileceğiniz fildişi renginde bir cep saati vardı. koyu siyah masif bir nesne vardı. “Bu zincir değil, bu bir saat okula köstekli saat getirmek suç değil” dedi. Delikanlının sakinliği adamı daha da kızdırıyor, bağırırken ağzından köpükler sıçratacak kadar öfkelendiriyordu. Yavuz Yılmaz yaşamının en kötü günlerinden birini yaşıyordu. Takındığı tutumla kendince öfkesini kontrol altında tutup ve bir silah olarak kullanıp çevresine dehşet salıyordu. Bu dehşet kendisini mutlu ediyordu. Öğrenciler karşısında itiraz edemezler sürekli itaat ederlerdi. Onun geçtiği yerlerde öğrenciler ortalıkta dolaşmaz sağa sola kaçışırlardı. Böyle bir tanrı için de ara sıra kurban gerekmesi doğaldı. Şimdi yaşadığı bir tanrının kurbanının itirazı, bir avcının avının elinden kaçması hatta avın avcıya kafa tutması gibi bir şeydi. Karizmasının yerle bir olmaması için bir şeyler yapmalıydı. Zaman zaman bu durum aklına gelirdi. Dişli bir rakiple karşılaşmak güçlü bir avın elinde, avcıyken av olmak korkusunu yaşardı. Tecrübelerine dayanarak silik ve ezik tipleri seçmeye çalışırdı. Hayatta aklına gelmeyecek biri, bir sünepe oğlan, bir ana kuzusu, bir kütüphane solucanı kendisine kafa tutuyordu.

“Veremem hocam, bu aile yadigarı –bu yalan o saniye aklına gelmişti- benim kişisel eşyam” dedi. Adam gözlerini bir saniye bile kırpmadan gencin gözlerine bakarak.

“Senin kişisel eşyan olabilir ama bu nesneyi ben istiyorum ve şuan alacağım” öfkeli ses yerini yapay bir tatlılık almıştı. “bu saat veya her neyse adı sonra idareden alırsın” sözleri delikanlının avucunu açması için yetmedi. Birkaç saniye bakıştılar. “Bende emanet veremem hocam” dedi duruma taban tabana zıt sakin bir sesle. Öğretmen öfke dağlarının zirvesinde, öğrencisiyse ölüler vadisinde gibiydi. Bu Yavuz Hocayı daha da kızdırdı, şaşkınlığından ne yapacağını bilemeyecek durumdaydı. Elini hızla kaldırdı. Bir an saniyenin küçük bir kesrinde kütüphane kurdu Mümtaz avucunu açtı köstekli saatin yanındaki düğmeye bastı. Kapak mekanizması sayesinde yay gibi açıldı. Delikanlı dünyadan kopmuş saatin kadranına bakıyordu. Bir saniyede dün akşamüzeri yaşadıkları aklına geldi.

Eski bir köşkten restore edilerek yapılmış kütüphanede bir zaman kalmıştı. Mümtaz kendini huzur içinde buluyordu o kitap dolu binada. Akşam saatine yakın dışarı çıktıktan sonra yol kenarında kağıda sarılı bulmuştu saati. Biri düşürmüş olmalıydı. Sonra sahibini bulurum diyerek okul elbisesinin cebine atmıştı. Sonra da bu sabaha Asker Yavuzun geldiği dakikalara kadar unutmuştu. Okulu titreten o bağırışlar duyulduğunda elindeydi köstekli saat.

Nesneyi sol avucuna alıp kurma kolunun yanındaki minik düğmeye bastı. Cam kapakta kalktıaz önce metal kapağın kalktığı gibi. Kapağın altında sıralı üç küçük nokta belirdi. Nesnenin üzerine en soldaki düğmeye parmağını hafifçe dokundu. Siyah yüzey bir an soluk ışıkla parıldadı. O esnada Kocaman avuç açılmış kol hırsla yukarı kalkmıştı. Az önce bulaşmak istemediği İnek diye nitelendirdiği öğrencisinin yüzüne inmek üzereydi. Cellat Yavuz elini hızla indirdi. İndirdi ama acı ile bağırdı. Eli tüm hiddetiyle sıraya çarpmıştı. Öğrencisi bir anda sıranın öbür yanına kaçmış adamın tokadı boş sıraya vurmuştu. Başka bir yerde olsa acı dolu bir çığlık atardı ama kendisini izleyen otuz küsur çift gözün önünde yapamazdı bunu. Bir insan, uyuz bir ergen bu kadar hızlı olabilir miydi?

“Bu cesareti kimden alıyorsunuz” diye sınıfa bağırmaya başladı. Arkadan gelecek sözleri öğrenciler aşağı yukarı tahmin edebiliyorlardı. “Kim size bu cesareti veriyor… Disiplin olmadan hiçbir yere varamayız” bozuntuya vermeden arkasını döndü kapının önünde yığılan öğrencilere bağırdı “defolun, herkes sınıflarına” öğrencilere bağırmıştı ama bir adımda sola yanaşmış yine Mümtaz’ın karşısına gelmişti.

“Bekliyorum” dedi elini uzatıp “O elindeki zamazingo her neyse ver” Delikanlı bir kelime etmeden kaşlarını hayır anlamında kaldırdı. İyice köpürmüştü. Amerikan filmlerindeki gibi, bir silah göründüyse patlamalıydı. O tokatta küstah yüze inecekti. Bir kere daha el kalktı. İçinden bilenmiş hazırlanmıştı ve eski zamanlarda olduğu gibi tokadı şimşek gibi inecekti ve indi de. Hışımla inen kocaman açık el havayı tokatladı ve sıranın üzerine şiddetle indi. Yavuz Hoca bu defa acısını saklayamadı. Az önce bıyık altından yapılan gülüşmeler kıkırdamalara arka sıralarda kahkahalara dönüşmüştü. Kapının önünde bekleyen meslektaşları bir yandan öğrencileri dağıtıyorlar bir yandan da ağlayacak duruma gelen arkadaşlarını öğretmenler odasına doğru sürüklüyorlardı. Koca delikanlı ortadan kaybolmuştu. Sınıfı dolduran öğrenciler, sinirden köpüren Yavuz Yılmaz ne olduğunu anlamamıştı. Kalabalığın dışında kalan yaşlı bir adam hiçte şaşkın gibi değildi.

Bir saniye sonrasındaysa Mümtaz, bahçe kapısından dışarı çıkıyordu. Elinde bulmuş olduğu köstekli saat vardı. Mutluydu, huzurluydu. Elindeki saatin zaman hükmeden bir saat olduğunu anlamıştı. Arkadan seslenen yaşlı kütüphane memuru Abbas Efendi kendisine yetişsin diye bekledi. Derenin öte yanındaki kütüphaneye yöneldiler. Özgüveni yerine gelmiş genç yanında yürüyen yaşlı adama “Bana anlatacağın çok şey olmalı” dedi. Yaşlı adam gülümsedi “Belki uygun bir konu başlığı olursa gelecek sayıda anlatırım” dedi. İkisi de mutlu bir şekilde gülümsüyordu…

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.

Köstekli Saat” için 4 Yorum Var

  1. Gelecek sayının konu başlığı uygun gibi görünüyor.. 🙂

    Büyük ihtimalle gözünden kaçan biraz fazla yazım hatan var; bazı yerlerde isimlerin ve unvanların baş harflerini küçük yazmışsın, neredeyse tüm ayrı yazılması gereken -de eklerini hem bitişik hem de -te şeklinde yazmışsın.

    “–Mümtaz neredeyse bütün öğretmenlerin gözbebeğinin adı Mümtaz’dı-” burada anlatım bozukluğu var.

    “Bir deprem sınıf ortadan ikiye ayrılsa veya sınıfın ortasında bir hayalet belirse bu kadar şaşırtıcı olmazdı arkadaşları için” bu cümleyi de yanlış yazmışsın. Bu gibi bir kaç cümle daha var; öyküyü bitirdikten sonra paragraf paragraf okuyup dikkatlice incelemeni öneriyorum.

    Umarım yanlış anlamazsın, eleştiriler, öneriler sadece daha iyi yazabilmemiz için yapılır. Kötü bir niyetle söylemiyorum bunları.. 🙂

  2. Selamlar azizhayri,

    Üstat Sadık Yemni’nin Zaman Tozları’nı hatırlatan bir öykü olmuş. O kitabını çok severim, bu yüzden ayrı bir tat aldım hikayeni okurken. Güzel bir anlatıydı, ama şu da var ki senin kaleminden daha iyilerini de okumuştum. Üzerinde biraz daha çalışılabilirmiş diye düşündüm bitirdiğimde. Mesela sonlara doğru aşık olduğu kızla bir bakışma, Cellat Yavuz’un şaşkın bağırışları gibi gibi… Yazım hataların da yine hortlamış 🙂 Yine de keyif alarak okudum. Kalemine sağlık.

  3. Adam sayısız defa girdiği ve okuduğu sayfaya bir kere daha girdi. Hem teşekkür etmek istiyordu hemde üzüldüğünü ilgilenemediği için canını sıkkın olduğunu söylemek istiyordu. Ne de olsa diğer arkadaşların yazmoş oldukları öyküleri okumadığı, okuyamadığı için üzgün ve mahçuptu. Eleştirlere cevap vermek istiyordu. Bu denemenin büyük bir bütünün parçası olduğunu söylemeliydi. Yaşlı bir kütüphanecinin etrafında dönen bir hikaye anlatılacaktı. Zamanın Tozları hikayesiyle benzerliği olabilirdi. Ama bu benzerlikte öte gitmezdi. Ne de olsa “Güneşin altında yeni bir şey yok” demişlerdi. Bir ara “Allah kahretsin bu noktalamayı icat edeni demek istedi… Bunu da diyemedi, noktalamanın anlaşılır olmak üzerinde ne kadar etkili olduğunu biliyordu. Belkide sayısız sayfalar arasında kendi denemesinin okuyanların o kadar az olmasının temel nedeni buydu. Ama kısa sürede yaptığı bu kaçamakta söylemek istediklerinin hiç birini anlatamamış da olabilirdi. Yine de kendisine yakınılık gösteren iki arkadaşına teşekkür etmeliydi. Bu düşünceler arasında yazısına yorum gönder butonuna basmak üzere üç nokta koydu…

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *