Öykü

Saati Gelen Saat

Çizim: Erdal Gencer
Çizim: Erdal Gencer

-Size üç farklı ihtimal dünyası anlatacağım. Bunu yaparken sevgili dostumun sesleri, size eşlik edecek, hikayenin içinde eriyen bu seslerin kimseyi rahatsız etmeyeceğini umuyorum. Endişem, bu “ses” dediğim sözcüklerin okuyucuya vereceği tekinsiz duygular, bu dünyaya ait değillermiş gibi. Lakin özüne bakılacak okunursa, sözcüklerin bazen kelimeye dönüşmesine gerek olmadığı da görülecektir.

Birbirine kalpten bağlı parçalar farklı alemlerde olsa bile aynı şekilde davranırlar. Başı, sonu aynıdır, sadece paragrafın ortasında değişiklik yapabilirsiniz. Nasıl doğup, nasıl öleceğinizden ziyade, nasıl yaşadığınızdır sizdeki farklılık. Aynılığın kırıldığı bu nokta, tavan arasını merak etmemize gerek bırakmayandır. –

Birinci dünyamız,

Kimseciklerin olmadığı bir odanın köşesinde hareketsizce oturuyordu.

-Odayı düşünün, pencereleri düşünün, koltukları ve dolapları, gün batımını, ama oturan kişinin görünüşünü sakın şimdi düşünmeyin, sakın! Henüz göremiyoruz onu, sadece düşüncelerini duyuyoruz-

Güneş batmak üzere, pencereden son ışınlarını yolluyordu. Düşüncelere daldığından beridir ne kadar zaman geçti kim bilir, lakin hatırladığı en eski anıları gözünde canlandırdığında da ne kadar zamanın geçtiğini kestirmesi mümkün değildi onun için. 90’lı yılların modasıyla döşenmiş bu odaya ilk girdiği zamanı da hayal meyal hatırlıyordu. Uzun bir süre geçtiğini bilmesi için o zamanki çocukların şimdi büyümüş olması, duvarlardaki boyanın kalkması, evin bahçesindeki ağacın büyümesi gibi ayrıntılar yeterli olurdu elbet fakat gerçek manada ne kadar zaman geçti, bunu hesaplayamazdı. Her gün rutin, ve her gün kendi içinde aynı şekilde zamana bölünüyordu. Bölünüp bölünüp hep aynısı oluyordu birbirinin ve her birinin uzuvları kendinden kopuyor yine kendisi oluyordu. Bir çemberin etrafında dönmekten başka yapacağı işi olmayan yelkovanın akrep olması gibi.

Akrebin de yelkovan.

Gel zaman, git zaman.

Hep yavan.

Ha tabaaan, ha tavaaan.

Tavan arası belki de; diğer dostlarımızın gittiği meçhul yer hani, şu meçhule giden yer, buradan daha değişiktir orası. Farklı zamanlar yaşanabiliyordur, ya da her şey bölünüp yine aynı kendisi olmuyordur.

İlk tanıdığı çocuğun büyüyüp evlendiğini gördü mesela. Oturduğu yer rahat olmasa da, ilk tanıdığı çocuğu düşünecek kadar vakti vardı. Hem vakit nedir ki? Yine başa sarıp hep aynı şey olacak, bir şey dolacak, sayfalar sararacak, duvar kararacak, çürüyecek kap kacak. Birazdan oturduğu yerden düşecek, tek bir kımıltı ya da titreşim yeter. Onu felçli olarak düşünebilirsiniz. Yerinden kımıldayamayan.

Şimdi de bir çocuğu var ilk tanıdığı çocuğun. Çocuklar çok çiş yapar, cılız sesleri çok çıkar, çok çeşitlenir, çeşitlenir de değişikleşiverir ve hop çocuk, bir bakmışsın sesi boğuk, ensesi kabuk, çenesi abuk, boyu posu çok, böyle olunca çocuklar, yani çok zaman sonra çocuk yapar. Yine çocuk, çocuk olur en nihayetinde. Dön yavrum dön, dön semazen dön. Git gel, gez toz, yine gel, kendine dön.

Kapıdan girerken sesinden tanıdı onu. Ne zaman bu çocuğun sesini duysa heyecanlanır, kalbi çarpardı. Onu unutup, görmezden gelmeye başlayalı aylar olmuştu, aynı babası gibi yapması insanın içini sızlatan bir durumdu. Belki kaderinde unutulmak olduğu için bunca ömrü oldu, odunun yanında kömür gibi oldu. Suyun yanında çamur, huyun yanında kambur.

Çocuk dolabına vücudunun yarısını gömüp bir şeyler aradı. Onu vitrinin köşesinden rahatlıkla izleyebiliyordu. Yalnız ufacık bir sarsıntı yetecekti onu düşürmeye. Kemikleri belki on iki yerinden kırılacaktı da “çat” sesi gelecekti her yerinden. İşte o zaman onu göreceklerdi de, bir faydası olmayacaktı bunun. Çocuğun mutlu bir çığlığını duyunca kalbi daha da hızlı çarpmaya başladı. Dolaptan bulduğu oyuncak tüfeğiyle hızla geldiği yere koşmaya başladı ki ayağı halının kıyısına takıldı. Yavaş çekimde izlemek ona göre değildi. Ne olacaksa olsun diye gözünü kapattı ve kemikleri için dua etmeye başladı.

Gözünü açtı tekrar. Yüzü koyun yeri kucaklamıştı çocuk. Ağlarcasına inledi fakat kimsenin olmadığını fark eden çoğu çocuk gibi buna devam etmedi, dişini sıkıp ayağa kalktı. Çocuk bu şekilde salladıysa da yeri, düşmediğini anlayınca rahat bir nefes aldı bizimkisi. Rahat, boşalmış, dingin. Ama yine de sınırdaydı, aşağıya düşecekti birazdan. Bunun yanında çocuğun yüzünün burukluğu bizimkisini de üzmüştü. Kalbi yine bir yavaş bir hızlı tik tak demeye başladı.

-Her neyse, ne neyse mi? Bu böyleyse, bizimkisi dediğimiz bir saat işte, artık görünüşünü düşünebilirsiniz, duyguları olan, ruhu olan bir saat, felçli bir saat. Gerçi hangi saat felçli değildir ki? Her neyse, olduğu yerden hep izleyen bir saat böyleyse, varın siz düşünün “insan felçli”ler neler hisseder, neler düşünür. Tekrar öykümüze dönelim.-

Kalbi bir yavaş bir hızlı tik tak demeye başladı, demiştim. Bir şeyler ters gidiyordu. Ters giden tik taklar, anlaşılmayan taktikler, bahtsızlık şeytanının tak takları… “Kimse var mı orada? Hala bahtı açık biri kaldı mı dünyada?” diyen…

Çocuk tekrar geldiği yere yürürken vitrinin kıyısındaki düşmek üzere olan saate doğru baktı. Şeytan kaybolmuştu sanki bir anda. Onun yerine kahverengi çocuk gözler kendisine kilitlenmişti.

Eskimiş, yıpranmış bir kol saati. Hafifçe parlamıştı batan güneşin turuncu ışınlarıyla. Beni al dercesine hüzünle bakıyordu. Çocuğun bakışları değişti. Eski hatıraları yoklar gibiydi. Elini ona doğru uzattı. Hani babasının kendisine verirken uzattığı gibi, “bunu babam vermişti” diyen babasının daha genç sesi kendi sesine karışıyor, kendisi sanki babası oluyordu o an. Babası oluyordu da saati ilk eline aldığında, babasının çocukken saate dediklerini söyleyecek oluyordu; “Elimde tuttuğum kalbimsin bundan sonra, tik tak atıyorsun”. Saat heyecandan kıpır kıpırdı. Saniyeleri hızlı geçeceğinden korkuyordu. Dakikaları yutmaktan, saatleri devirmekten… “Bu işkence bitse, yine onun kolunda gitsem gelsem bir yerlere eskisi gibi. Beni bir alsa buradan.” diye geçiriyordu içinden saat. Ama çocuk onu almadı, alamadı, kendisine bir şey oldu, kalbi teklemeye başladı, güm, güm diyen bir kalbe dönüştü, bütün vücudunu titretti, hafifçe kımıldadı ve aşağıya doğru düştüğünü, çoktan düşüyor olduğunu hissetti. Kalbi tekleyerek sönüyordu, havada nefesi kesilecek, kalbi daha düşmeden duracaktı. Başı bir tavanı, bir de yerdeki halıyı görüyordu.

“Çat”.

Aylar öncesi gibi elini çekti çocuk, bu sefer yanlış bir şey yapmış gibi olarak, korkuyla… Dışarıdan arkadaşının çağırma sesini duyup ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Saatin camı kırılmış, cam parçaları etrafa saçılmıştı. Eğilerek daha dikkatlice baktı çocuk. Hareketsizdi saat. Akrebiyle yelkovanında kıpırtı yoktu hiç. Eline aldı, evirdi, çevirdi, salladı, hayır, artık o bir hatıra değildi. Kendi kırdığı bir suç aletiydi. Nasılsa kimse fark etmiyordu onu. Yerdeki cam parçalarını da toplayıp mutfaktaki çöp tenekesine bıraktı yavaşça. İçinden onu daha çok taksaydım diye geçirdi, “biraz daha umursasaydım ah” dedi. Boş kalan elinde kırmızı bir nokta, sevgili saatinden geriye kalan son bir sitem. Nokta, kırmızı bir iz bırakarak elinden süzülüp, mutfağın aşınmış fayansına damladı.

Birinci sonuç: Çocuk gider. Kırmızı damla kurur. Saatten ses çıkmaz.

İkinci ihtimal dünyamızda ise saatimiz hala yaşamaktadır;

…“Beni bir alsa buradan” diye geçiriyordu içinden saat. Ama çocuk onu almadı. Odadan çıktı. Saat yine yalnız kaldı, odada tek başına. Düzensiz kalp atımlarıyla beraber.

Lakin bir şeyler ters gidiyordu. Heyecanı yatışmamış, kalbi tik tak hızlanıyordu, ya da zaman yavaşlıyordu, belki de kalbi değildi hızlanan, çok yavaşladığından dünya hızlanıyordu. Heyecanını, endişesini, çarpan kalbini yatıştırmaya çalıştı. Nafile. Zamanı dolmuştu. Son tik taklarını, çocuğun tombul elini hayal ederek geçirdi. “Tik”. Ve gözleri istemsiz bir şekilde kapanırken bu eli aklına kazıdı. “Tak”.

İkinci sonuç: Çocuk gider. El akla kazınır. Saatten ses çıkmaz.

Üçüncü ihtimal dünyamızda saatimiz yaşamaktayken;

…“Beni bir alsa buradan” diye geçiriyordu içinden saat. Ama çocuk onu almadı. Odadan çıktı. Saat yine yalnız kalacağını sandı fakat çocukla babası içeriye girdi bu sefer. Baba gelerek direk saati eline aldı ve çocuğun koluna taktı. Saat bu gelişmeye inanamadı, bir mucize olmuştu. “Saate dikkat etmediğimden çok şey kaybettim hayatımda” diyen babasına gülerek dışarıya çıktı çocuk. “Saatimle de tam bir kovboy oldum” diyerek bağırıp çağırdı. Saat, o gün geçirdiği en güzel günü geçirdi. O kadar güzel bir gün geçirdi ki, çocuğun koşarken düştüğünü ve kendisini bir kayaya çarptığını, parçalarına ayrıldığını fark etmedi bile. Ona daha çok dikkat etseydim diye geçirdi içinden çocuk. Babasına kaybettiğini söyleyecekti saati. Tabi babasını bir daha görebilirse.

Üçüncü sonuç: Çocuk gider. Diz kanar. Saatten ses çıkmaz.

Her üç dünyada da, çocuk öksüz kalır.

– Birbirine bağlı parçalar farklı alemlerde olsa bile aynı şekilde davranırlar. Her zaman ve her dünyada, giden bir çocuk vardır, kanayan bazen eldir, bazen diz, bazen de akıldır üzerine kazınan bir görüntüyle. Saati gelince sesi çıkmaz olacak saatler vardır. İhtimal dünyalarında gezinerek saatler kurtarılamaz. Herkesin ömrünü hesaplayan birer saati illa ki vardır. Babanın da ömrü bu saate bağlıydı başından beri.-

Saati Gelen Saat” için 4 Yorum Var

  1. kıskanılası bir öykü olmuş, son derece özgün.
    ‘Birbirine kalpten bağlı parçalar farklı alemlerde olsa bile aynı şekilde davranırlar’….
    ‘. Her gün rutin, ve her gün kendi içinde aynı şekilde zamana bölünüyordu. Bölünüp bölünüp hep aynısı oluyordu birbirinin ve her birinin uzuvları kendinden kopuyor yine kendisi oluyordu. Bir çemberin etrafında dönmekten başka yapacağı işi olmayan yelkovanın akrep olması gibi.’….
    bu duyarlılık öyküye çok yakışıyor.
    okumadıysanız woolf’un dalgalar kitabını okumanızı öneriyorum, tarzınızı çok geliştirir diye düşünüyorum.
    gerçek bir keyifti, kaleminize sağlık..

  2. Eline sağlık, söyleyecek pek bir şey yok. Masalsı, felsefi, özgün bir çalışma ve zevkle okuttu kendini.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *