Öykü

Parlak Taşlar

Xak Tsaroth derin bir gümbürtüyle sarsıldı. Etraf çatırtılar, yıkılma sesleri ve koca taşların düşüp parçalanarak çıkarttıkları seslerle yankılanıyordu. Az ileride, yol arkadaşlarının içinde bulunduğu kazandan bozma asansör ağır ağır yukarı çıkmaktaydı. Derken aniden bir sarsıntı oldu ve kazan yirmi beş – otuz santim kadar düştü. Ardından sarsılarak durdu ve yavaş yavaş yeniden yükselmeye başladı.

“Mekanizma…” dedi Sturm.

“Ya bozuldu ya da Ejderanlar bizi fark ettiler ve bozmaya çalışıyorlar.” dedi Tanis.
Tam o esnada “Ejderanlar!” diye bağırdı Tas tiz bir sesle, yukarıyı işaret ederek. Ejderanlardan oluşan ufak bir grup, asansörün çıkış noktasında kılıçlarını çekmiş bir vaziyette kendilerini bekliyorlardı.

“Yapabileceğimiz hiçbir şey yok.” dedi Sturm sıkıntıyla.

“Geri çekilin.” dedi Raistlin sallana sallana ayağa kalkarak.

“Raist yapma! Çok zayıfsın.” dedi kardeşini kolundan yakalayan Caramon.

“Tek bir büyü yapacak kadar gücüm var.” diye öfkeyle fısıldadı büyücü.

“Caramon’un kalkanın arkasına saklan.” dedi Tanis aceleyle. Koca adam hiç beklemeden bedenini ve kalkanını kardeşinin önüne siper etti.

Raistlin konuştu. Caramon kalkanını hareket ettirdi; büyücü ince parmaklarını açtı. Elinden ak bir top fırladı ve ejderanlardan birini tam göğsünden vurdu. Diğer ejderanlar arkadaşlarının başına geleni görünce ve aşağıdan yaklaşmakta olanlardan birinin büyü kullanıcısı olduğunu anlayınca öfkeyle tısladılar. Bir anlık tereddütten sonra hızla dönüp kaçmaya başladılar. Bu sırada da kazan yukarıya yaptığı yolculuğu tamamlamış, yol arkadaşları Xak Tsaroth’dan kaçmayı başarmışlardı.

*

Bir müddet sonra çatırtılar ve sallantılar azalmaya başladı. Ardından da yavaş yavaş kesildi. Kadim şehir sallantılara dayanmış ve her şeye rağmen yine de ayakta kalmayı başarmıştı. Ne de olsa burası Afet’e bile dayanmıştı. Yani hemen hemen… Ortalık iyice sakinleştiğinde lağım cüceleri ya da kendi dillerinde Agharlar saklandıkları yerlerden birer birer çıkmaya başladılar. İlk başta ufak bir şaşkınlık vardı üzerlerinde. Hoş, lağım cücelerinin üzerinde hep bir şaşkınlık vardır zaten. Xak Tsaroth’un tozlu meydanında toplanıp, gözlerini kırpıştırarak etraflarına bakındılar. Etrafta hiç ejderan ya da kendi dillerinde “patron” görünmüyordu. Hava-şaklatan’ın (kamçıya verdikleri isim de buydu) sesi de duyulmuyordu ayrıca.

“Hiç patron yok?” diye sordu lağım cücelerinden biri.

“Patron yok…” diye fısıldadı bir diğeri, kirli eliyle çenesini sıvazlayarak.

Bir an için sessizleşip birbirlerine boş bakışlarla baktılar. Sonra bariz gerçek, yavaşça ağır işleyen akıllarında belirmeye başladı.

“Biz özgür…” dedi içlerinden biri. “Patron yok, biz özgür!” diye bağırdı ardından neşeyle.

“Biz özgür!” diye haykırdı bir diğeri, daha da büyük bir coşkuyla. Ardından tüm cüceler büyük bir coşkuyla bağırıp, sevinç çığlıkları atmaya, oldukları yerde atlayıp zıplamaya başladılar. Bu arada kazara birbirlerinin ayaklarına basanlar oldu ve sevinç gösterileri kısa süre içinde itişip kakışmalara ve ısırmalara dönüştü. Hatta bazıları kavganın neden başladığını bilmese de dişlerini büyük bir zevkle diğerlerine geçirmekten geri kalmadı.

*

Lağım cüceleri Krynn halkları arasında en düşük seviyeli olanlardan biridir. Normal cücelere göre daha kısa ve oldukça pasaklı olan bu ırk, daha çok terkedilmiş şehirlerde, lağımlarda ve şehirlerin kirli bölgelerinde yaşarlar. Zekâ yönünden pek de parlak oldukları söylenemez. Öyle ki ortalama bir lağım cücesi en fazla ikiye kadar sayabilir. Yine de içlerinden yeterince zeki olanların üçe kadar sayabildikleri de görülmüştür. Ne yazık ki Xak Tsaroth’daki hiçbir cüce henüz o zekâ seviyesine erişememişti.

*

En sonunda içlerinden biri aklını başına toplayıp şöyle dedi; “Biz git. Yücebulp’a haber ver.”
Kimileri bu fikri onayladı, kimileri ise karşı çıktı.

“Yücebulp’a habere gerek yok. O her şeyi zaten bil.” dedi karşı çıkanlardan biri.

“Hayır. O bilmez her şeyi. Daha çorapları nerede onu bile bilmiyor.” dedi bir diğeri.

“Bal gibi de biliyor.” dedi öteki.

“Hayır bilmiyor! Çünkü çorapları bende.” dedi karşı çıkan, cebinden çıkardığı bir çift kirli çorabı zaferle sallayarak.

“Hırsız! Glup enciği!”

“Sen hırsız! Bulp pisliği!”

Bunun üzerine yumruklar ve ısırıklar bir kez daha havada uçuştu. Sonunda yorulan, sıkılan ve ne yapacaklarını bilemeyen lağım cüceleri Yücebulp’un her şey bilip bilmediğine bakmak için saraya gitmeye karar verdiler. Ayrıca bu kadar ısırık atmak karınlarını da acıktırmıştı ve bir an önce bu sorunu halledip yemeğe gitmek istiyorlardı.

*

Yücebulp tıpkı diğerleri gibi sıradan lağım cücesiydi. Tek farkı ve şansı Bulp soyundan gelmesi ve bu sayede şimdi ki lider olmasıydı. Uzun bir süre önce Bulp klanından bir lağım cücesi Xak Tsaroth harabelerini kazayla keşfetmiş ve buranın kendi klanına ait olduğunu ilan edilmişti. Bulp klanı ile birlikte Slud ve Glup klanları da buraya yerleşmiş ve Bulpların önderliği altında, dış dünyadan uzak bir şekilde yaşamlarını sürdürmüşlerdi.

*

Lağım cüceleri kısa sürede Yücebulp’un yaşadığı kenar mahallelerden birine vardılar. Buradaki yapılar iyice çökmüştü ve sokaktan oldukça kötü bir koku yayılıyordu. Fakat lağım cücelerinin hiç birinin bu kokudan ve pislikten şikâyeti yoktu. Ne de olsa burası tam da onların zevkine uygun bir yerdi. Cüceler pek de kibar olmayan bir biçimde Yücebulp’un binasına apar topar giriş yaptılar ve gizli kapıların ardına kadar açık olduğunu gördüler. Görünürlerde herhangi bir nöbetçi de yoktu üstelik. Açık kapıların görüntüsü karşısında bir anlığına duraksadılar ve birbirlerine baktılar.

“Kimin nöbet?” dedi içlerinden biri.

“Bofo’nun nöbet!” dedi bir diğeri, bir parmağıyla yanındaki lağım cücesini işaret ederek.

“Hayır, Dindo’nun nöbet!” dedi Bofo, kendisini işaret eden lağım cücesini göstererek.

“Senin nöbet!”

“Senin nöbet!”

İki lağım cücesi itişip kakışmaya başladı ve kısa süre içerisinde yeniden yumruklar havada uçuştu. Kavgalardan yeteri kadar sıkılmış olan grup, birbirleri üzerinde yuvarlanarak dövüşen iki cüceyi arkalarında bırakıp içeri girdiler. Yücebulp’a iyi haberi verecek olmanın heyecanı ile hızlı bir şekilde taht odasına girdiler. Fakat Yücebulp görünürlerde yoktu. Ne yapacaklarını bilemez bir vaziyette birbirlerine baktılar.

“Belki Yücebulp uyu?” dedi bir lağım cücesi. Bunun üzerine hep birlikte arka taraftaki yatak odasına yöneldiler ve kapıları büyük bir gürültüyle açtılar. Savrulan kapıların gürültüsüyle birlikte yatak odasından korku dolu bir ciyaklama duyuldu. Yücebulp’un sesiydi bu. Ama görünürlerde kendisinden eser yoktu. Lağım cüceleri merakla yatak odasının dört bir yanına dağılıp Yücebulp’u aramaya başladılar. Halıların altına, dolapların içine, çekmecelere hatta birbirlerinin kulaklarının arkasına bile baktılar. En sonunda lağım cücelerinden biri “Ben bul!” diye bağırdı. Hep birlikte konuşan cüceye doğru döndüler. Lağım cücesi tüm bakışların kendi üzerinde olduğundan emin olduktan sonra son derece kendinden memnun bir ifade ile yatağın çarşafını havaya kaldırdı ve yatağın altına saklanmış bir lağım cücesini ortaya çıkardı. Saklanan lağım cücesinin arkası dönük olduğu için buradan bakıldığında sadece kirli ayakları ile elbisesinin altında korkudan tir tir titreyen poposu görünüyordu.

“Sen nereden biliyor bu Yücebulp?” dedi bir tanesi, minik ellerini beline koyarak.

“Biz şimdi anlar.” dedi diğeri ve uzanıp yatağın altındaki cücenin poposuna sıkı bir çimdik attı. Acı dolu bir ciyaklama ile Yücebulp I. Phudge yatağın altından fırlayıverdi.

Liderlerini yeniden gören lağım cücelerinin yüzü aydınlandı.

“Siz ne yaptığını sanıyor?!” diye kükredi Yücebulp. Bir taraftan da poposunu ovuşturmakla meşguldü. Bir taraftan da endişe ile kapıların olduğu tarafa bakıyor, gidip gelen kimse var mı diye görmeye çalışıyordu.

“Siz beni koru! Patronlar kızdı, buraya gelebilir.” dedi Yücebulp telaşla.

Lağım cüceleri hevesle, hep bir ağızdan konuşmaya başladılar.

“Yücebulp korkma, patronlar git.”

“İyi kalpli adam ve arkadaşları onları korkut.”

“Patron yok.”

“Ejderha yok.”

Yücebulp karşısındakilere inanmayan bakışlarla baktı. Bir taraftan da kapıyı kollamaya devam ediyordu.

“Patronlar git? Ejderha yok? Siz emin?” diye sordu sonunda.

Lağım cücelerinin hepsi, kirli yüzlerinde geniş bir sırıtışla, kulaklarının lap-lap etmesine neden olacak kadar hızlı bir şekilde olumlu anlamda kafa salladılar.

“Sen artık korkma. Patronlar git.” dedi lağım cücelerinden biri, ağzındaki eksik dişleri görünmesine neden olan aptal bir sırıtışla.

Yücebulp ikna olmuştu. “Ben korkmadı! Yücebulp korkmaz! Ben sadece kendimi güvenceye aldı. Halkım için… Ben olmadan siz ne yapar?” dedi hiç de inandırıcı olmayan bir tonla. Ama bu kötü oyunculuk bile lağım cücelerini kandırmaya yetmişti.

Lağım cüceleri hayranlık dolu mırıltılarla liderlerine baktılar. “Çok yaşa Yücebulp!” dediler sonra da hep bir ağızdan.

“Hayır, hayır. Yücebulp yok. Şey diyeceksiniz… şey…” Ne demişti yarımelf ona? “Hah, ben buldu. Majesteleri…” dedi bir elini zarafetle göğsüne koyup kabararak. Ardından kaşlarını çatıp önündeki gruba baktı ve “Anlaşıldı?” diye sordu sert bir biçimde.

“Biz anladı Yücebulp.”

“Majesteleri!” diye düzeltti Yücebulp.

“Biz anladı… ıııı… majesteleri.” dedi lağım cücelerinden biri.

“Sen geliyor? Biz seni bekle. Konuşma yap?” dedi bir diğeri hevesle.

“Hayır.” dedi Yücebulp. Parlak kumaşlardan sonra en sevdiği şey konuşma yapmaktı ama şu anda kendisini hiç de havasında hissetmiyordu. Hem ejderha ve patronlar gittiğine göre artık ilgilenmesi gereken çok daha önemli bir işi vardı. Saraydaki altınlar ve mücevherler…

*

Koca ejderha Xak Tsaroth’da hüküm sürdüğü süre boyunca boş durmamış ve harabelerde ne kadar altın, mücevher ve değerli taş varsa hepsini sarayda toplamıştı. Bunlarla görkemli bir yatak yapmıştı kendine. Ejderha olmadığına göre hazine artık başıboştu. Yücebulp dışında da bu hazinenin varlığından haberdar olan kimse yoktu. Artık hepsi onundu.

*

“Siz git. Ben meşgul.” dedi bir elini rahatsız edici bir şeyi savuştururmuş gibi sallayarak. Ardından cücelere sırtını dönüp açgözlülükle ellerini ovuşturmaya başladı. Lağım cüceleri liderlerinin nasıl bir işle meşgul olduğunu görebilmek için hevesle etraflarına bakındılar. İlginç bir şey göremeyince de hayal kırıklığı ile iç çektiler ve çıkışa doğru ilerlemeye başladılar. Tam kapıya varmışlardı ki içlerinden biri “Madem ejderha yok saray boş. Ben hep merak ediyor sarayda ne var.”

“Ben de ediyor.” dedi içlerinden biri.

Geri kalanları da “Ben de.” “Ben de.” diye konuşmaya katıldılar, lağım cücelerinde bolca görünen sürü psikolojisi ile.

O anda ellerini ovuşturmakta olan Yücebulp olduğu yerde endişe ve korku ile donakaldı ve arkasındaki gruba şöyle dönüp bir baktı. Ardından hızla çıkışlara doğru koşmaya başladı. Bir taraftan da “Siz beni izle! Ben konuşma yapacağım. Halkım için!” diye bağırıyordu. Arkasından bakakalan lağım cüceleri liderlerindeki bu değişime bir anlam veremediler. Birbirlerine bakıp omuz silktiler ve koşarak Yücebulp’u takip etmeye başladılar. Bu arada hâlâ kapı önünde dövüşüp yerlerde yuvarlanmakta olan nöbetçi adaylarının üzerine basmayı da ihmal etmediler.

“Senin nöbet!”

“Senin nöbet!”

***

Az sonra tüm lağım cüceleri bir zamanlar görkemli fakat şu anda bir harabeden ibaret olan şehir sarayının önünde toplanmışlardı. Hepsi kendi aralarında heyecanla fısıldaşıyor ve Yücebulp’un konuşmasına başlamak için kürsüye çıkmasını bekliyordu. Kürsü tam lağım cücesi zevklerine göreydi. Aslına bakılırsa yıkılmış mermer bir sütunun dip kısmından ibaretti. Lağım cücesi standartlarına göre biraz yüksek olduğundan konuşma yapmak isteyen kişi (ki bu yetkiye sadece Yücebulp sahipti) sütunun ardındaki ters çevrilmiş kovaya basarak yükseklik kazanmak zorundaydı.

Yücebulp kürsünün gerisindeki gölgelerden heyecanlı kalabalığa göz ucuyla şöyle bir baktı. Meydanda yüzlerce lağım cücesi olmalıydı. Onları saymaya çalıştı ama ikiden sonrasını karıştırdı. Ardından yanındaki refakatçi cüceye döndü ve “Kaç kişi var?” diye sordu.
Cüce kalabalığa baktı ve “Bir.” dedi. “Ve bir. Ve bir ve bir ve bir.” diye ekledi ardından. Sonra da muzaffer bir edayla 3 parmağını kaldırıp “İki!” diye ilan etti.

“İki!” dedi Yücebulp. “Güzel…” diye mırıldandı ardından. Kalabalık dinleyicileri severdi ve iki kişiden daha büyük bir kalabalığı hayal dahi edemiyordu.

“Unutma! Beni majesteleri olarak çağır!” dedi tehditkâr bir fısıltıyla.

“Emredersin… ıııı… majesteleri.” dedi cüce, sonra da yavaşça kürsüye doğru ilerledi. Ters çevrilmiş kovaya çıkmadı, orası Yücebulp’un yeriydi çünkü. Onun yerine sütundan bozma kürsünün ön tarafına yürüdü ve konuşmacıyı takdim etti.

“Masej… eee… mejas… ııı… Nasıldı? Hah! Mesaj-telleri Yücebulp!”

Kalabalıktan çılgınca bir alkış koptu ve Yücebulp I. Phudge saklandığı gölgelerden büyük bir zarafetle çıktı. Yarı yolda pelerinine basıp düşmeseydi pek bir soylu görünecekti.

*

Bolca küfür eşliğinde düştüğü yerden kalkan Yücebulp bin bir zahmetle kürsüye çıktı. Ardından iki kolunu iki yana açarak konuşmasına başladı. “Bulplar, Sludlar ve Gluplar… Bugün bizim için müjdeli. Artık patron yok! Ejderha yok! Biz yeniden özgür!”

Kalabalıktan ikinci bir alkış dalgası daha koptu.

“Ama ben buraya bunun için gelmedi. Ben sizi uyarıyor. Ahmaklar… ay, şey… kahramanlar sayesinde biz ejderhadan kurtul. Ama tehlike geçmedi. Ejderha ruhu hâlâ sarayda! Saraya girmek tehlikeli. Ora artık lanetli!”

Kalabalıktan telaş ve korku dolu bir mırıltı yükseldi bu kez. Lağım cüceleri gayri ihtiyari olarak önünde durdukları saraydan birkaç adım gerilediler. Yücebulp ise o anda bu durumdan duyduğu memnuniyeti gizlemekle meşguldü.

İşler tam da Yücebulp’un istediği gibi gidiyormuş görünürken meydanda bir ses yankılandı.

“Sen yalan söylüyor!”

Herkes nefesini tutup sesin geldiği yöne doğru baktı. Daha önce hiç kimse Yücebulp’a yalancı demeye cesaret edememişti. Sesin sahibi dişi bir lağım cücesiydi. Kalabalıktan biraz daha ötede duruyor, bir parmağı ile kürsüdeki Yücebulp’u işaret ediyordu. Kalın, elma biçimli bir burnu vardı ve saçları karışık bir biçimde tepesinde toplanmıştı. Üzerinde yamalı, kirli bir elbise vardı. Elinde de bir çuval…

“Bupu…” diye mırıldandı onu tanıyan bazıları.

“Bupu? Sen ne söylüyor?” diye sordu Yücebulp, öfke ve şaşkınlık dolu bir sesle.

“Sen yalan söylüyor.” dedi Bupu yeniden. “Ben biliyor. İçeride güzel taşlar var. Parlak taşlar… Sen onları sadece kendine istiyor.”

“Güzel taşlar” kelimesini duyar duymaz Yücebulp’un tüyleri diken diken oldu. Bupu gerçeği biliyordu. Ama nereden öğrenmişti bunu? Çabucak kendini toparladı ve sakinleşti.

“Asıl sen yalan söylüyor! Sen bizi bölmek istiyor. Sen o koca ahmaklarla beraber. Ben gördü, onları eve sen getirdi. Neredeyse evimiz başımıza yıkıldı. Senin yüzünden! Sen kötü! Onlar da kötü. Özellikle de kırmızı etekli adam!” dedi Yücebulp.

Bunu söylemesi ile birlikte bir hata yaptığını anladı. Kalabalıktaki bazı lağım cüceleri kendisine dönüp öfke ile hırladılar. Anlaşılan Raistlin’in cazibe büyüsü hâlâ devam ediyordu. Yücebulp bunu bilmiyordu elbette.

“Kırmızılı adam iyi! Kötü olan sen. Sen bizi kandırdı. Kırmızılı arkadaşı ejderhaya sattı. Ben gördü, ordaydım.” dedi Bupu. Bunun üzerine daha fazla çatık kaş Yücebulp’a döndü. Bazıları ise kime inanacaklarını bilemez vaziyette bir Bupu’ya bir de Yücebulp’a bakıp duruyordu.

“Siz bana inanmıyor? Ben kanıtla.” dedi Bupu ve elindeki çuvalı açıp içinden kırmızı renkli ve oldukça gösterişli bir taş çıkardı. Bir yakuttu bu.

Lağım cücelerinin gözleri hayranlıkla açıldı. Ne kadar pis ne kadar yarım akıllı olsalar da en nihayetinde onlarda birer cüceydi ve değerli taşlara karşı bir zaafları vardı.

“Ben bunu saradan aldı. İçeride daha çok var. Ben ispatla. Kim geliyor?” dedi elleri belinde.

“İçersi tehlikeli! Sizi kandırmasına izin verme!” diye bağırdı kürsüdeki Yücebulp.
Lağım cüceleri tereddüt etti. Evet, parlak taşları seviyorlardı ama sakallı ve tıknaz akrabaları kadar da körü körüne onlara bağlı değillerdi.

“İki gönüllü istiyor.” dedi Bupu, 4 parmağını kaldırarak.

Ufak bir tereddütten sonra 3 kişi öne çıktı.

“Hayır, hayır. İki gönüllü yeter.” dedi Bupu, bu kez de 3 parmağını kaldırmıştı.

“Biz zaten iki kişi.” diye itiraz etti öne çıkan gönüllülerden biri.

“Hayır, siz bir kişi! Ben iki kişi istiyor.” dedi Bupu, bir ayağını öfke ile yere vurarak.

Bunun üzerine iki kişi daha ileri çıktı ve gönüllüler beşe çıktı.

“Hah! Şimdi tamam.” dedi Bupu memnuniyetle.

Yücebulp durumun kontrolünden çıktığını görünce iyice hiddetlendi ve tekrar bağırmaya başladı. “Siz çok büyük hata yapıyor. Hepimiz lanetlenecez.”

Ama lağım cücelerinin hiçbiri oralı olmadı. Özellikle de saraya girecek kişilerin kendileri olmadığını anlayıp rahatlayan kalabalık gönüllülere daha da bir destek olmaya başladılar. Yücebulp, bir müddet küçük gruba nefretle baktı ve kimseye fark ettirmeden sarayın gölgelerine doğru gerileyip gözden kayboldu.

***

Bupu ve diğerleri kendilerini alkışlayıp pohpohlayan lağım cücesi kalabalığını geride bırakıp saraya doğru ilerlediler. Sarayın kapısı yıkıntılarla tıkandığından içeri oradan girmek imkânsızdı. Bu yüzden duvarda açılmış genişçe bir yarığı kullandılar. Şimdi sarayın karanlık ve sessiz koridorlarındaydılar. Az önceki sevgi gösterileri karşısında pek de bir cesur görünen ve sürekli şişinip duran 5 gönüllü, artık hallerinden o kadar da mutlu görünmüyordu. Saray zaten uzun yıllardır kullanılmıyordu ve siyah ejderha Khisanth buraya yerleşinceye kadar da buraya uğrayan pek olmazdı. Khisanth’ın yok edilişi sırasında meydana gelen yıkım, yapıyı iyice yıpratmış ve koridorlarının çoğunu kullanılamaz hale getirmişti. Lağım cüceleri bin bir zahmetle molozların altından girip üstünden çıkarak ilerlediler. En sonunda zor da olsa hazine odasına vardılar. Odanın çatısının bir kısmı çökmüş ve etraf molozlarla kaplanmış olsa da hazine oradaydı işte. Tam da taş sunağın dibinde, Khisanth’ın uyurken rahatça görebileceği şekilde yerleştirilmişlerdi.

Lağım cüceleri parlayan altın ve taşların cezp edicisi görüntüsü karşısında ağızları bir karış açık kala kaldılar. Biri hariç… Bupu yaşlı gözlerle sunağa bakıyordu ve burada yaşanan o korku dolu anları düşünüyordu. Ejderhanın düşüncesi bile tüylerini diken diken etmeye yetiyordu. O gözlerini dikmiş sunağa bakarken diğer lağım cüceleri hevesle altın yığınına doğru koşmaya başladı. Birdenbire derinden gelen, korkunç bir ses duyuldu.

“Kimdir o?”

Sesin seviyesi o kadar yüksekti ki yığın halindeki altınlar titreşimlerin etkisiyle şıngırdıyordu. Lağım cüceleri elleri ile kulaklarını kapatmak zorunda kaldılar ve korkuyla etraflarına bakındılar.

“Kim benim dinlenme yerimi rahatsız ediyor?” diye geldi ses bir kez daha.

“Bu ejderha!” dedi cücelerden biri panikle.

“Biz saklan!” dedi bir diğeri. Tüm cüceler elleriyle gözlerini kapatıp oldukları yere büzüşüverdiler. Bu, lağım cücelerinin en iyi saklanma taktiklerinden biriydi. Çünkü onların mantığına göre siz düşmanı göremezseniz düşman da sizi göremezdi.

“Siz burada ne arıyor?” dedi görkemli ses, derinlerden gümbürdeyerek.

Lağım cüceleri tir tir titrediler ama hiçbiri cevap verecek cesareti kendinde bulamadı. Bupu bir taraftan korkuyor bir taraftan da kendi kendine mırıldanıyordu.

“Ama ben gördü. Mavi ışık koca ejderhayı yut.”

Tam da bunları düşünürken o anın hatırası yeniden zihninde canlandı. Nasıl da korkmuştu! Ejderha korkusu ile sunağın dibine yatmış, gözlerini bile açmaya korkuyordu o zaman. Tıpkı şimdi ki gibi…
“Hayır.” dedi Bupu. “O zaman gibi değil. Bir şeyler ters…”

Evet, korktuğu bir gerçekti ama bu korku alışık olduğu cinsten bir korkuydu. Khisanth’ın üzerlerine saldığı, ölümcül korku gibi değildi. Ayrıca ejderhanın sesini de çok iyi hatırlıyordu. Khisanth dişi bir ejderhaydı ve sesinde ölümcül bir melodi vardı. Oysa şimdiki ses çok kabaydı ve daha çok bir erkeğin sesini andırıyordu.

Bupu kendisinden beklenmeyecek bir zekâ parıltısı ile durumu kavrayıverdi. Yavaşça gözlerini açtı ve sunağa doğru baktı. Ardından da yavaşça o yöne doğru ilerlemeye başladı. Diğer cüceler ise hâlâ gözlerini sımsıkı yummakla meşguldüler.

“Siz beni rahatsız etti. Ben sizi lanetleyeceem!” diye konuştu gür ses.

Bu refakatçiler için bardağı taşıran son damlaydı. Bupu’yu gerilerinde bırakarak arkalarına bile bakmadan koşarak uzaklaştılar.

“Dur! Siz bekle!” diye itiraz etti Bupu arkalarından. Ama ona aldıran olmadı. Bupu bir anlığına arkalarından bakakaldı. Sonra da boş vermişlikle omuzlarını silkti.

“Evet, işte böyle. Siz kaçın.” diye kükredi ses. “Ejderhadan korkun!”

“Senin ses hiç de ejderhaya benzemiyor. Daha çok bizim Yücebulp gibi…” dedi Bupu, elleri belinde.

“Ben kaç kere söyle bana… ay, şey… Yücebulp’a mesaj-telleri diyeceksiniz!” diye geldi cevap.

Bupu kaşlarını çattı ve bir çırpıda altın yığınını aşıp sunağın arkasına geçti. Burada ‘muhteşem’ Yücebulp I. Phudge’u elinde oldukça iri bir borazan ile çömelmiş vaziyette buldu. Yücebulp, Bupu’nun arkadan yaklaştığını fark etmemişti bile. Hâlâ sunağın arkasında diz çökmüş vaziyette duruyor ve sessiz kahkahalarını bastırmaya çalışıyordu.

*

Yücebulp’un elindeki borazan istiridyeden yapılmıştı ve boruya spiral bir deniz kabuğu şekli verilmişti. Kadim zamanlarda saraya gelen konukların isimlerini bildirmek için kullanılıyordu. Bunu ne Yücebulp ne de Bupu biliyordu elbette…

Yücebulp zarif borazanı bir kez daha ağzına götürerek “Ben ejderhanın hayaleti! Hepiniz lanetlendi! Ahmaklar!” diye kükredi.

“Bence sen ahmak. Hem de Yücebulp’tan bile ahmak.” dedi kollarını önünde kavuşturan Bupu.

“Mesaj-telleri!” diye itiraz etti Yücebulp. “Ayrıca Yücebulp hiç ahmak değil. O muhteşem! O harika! O yakışıklı! O…”

Tam o esnada Bupu, Yücebulp’un omzuna bir parmağıyla birkaç kez vurdu. Yücebulp başını yavaşça arkasına çevirdi ve tam tepesinde dikilmekte olan dişi lağım cücesi ile göz göze geldi. Ardından elindeki borazanı yavaşça ağzından çekerek “O bir ahmak…” diye bitirdi cümlesini.

“Phudge…” dedi Bupu, çatık kaşlarla. Çok sinirli olduğu her halinden belliydi.

“Hayatım?” dedi Yücebulp, bariz bir yutkunmayla.

“Bana hayatım deme Phudge! Ben senin hayatı mayatı değil artık.” diye çıkıştı Bupu, kirli parmağını azarlarcasına ‘Yücebulp’ I. Phudge’a sallayarak.

“Ama sevgilim…”

“Sen sus! Ben sana güvendi. Ama sen beni ve arkadaşı ejderhaya sattı!” dedi Bupu. Sonra da Yücebulp’un sesini taklit ederek “Sen korkma hayatım. Ben yardım edecek hayatım. Tehlike yok hayatım.”

“Ama…”

“Sen sus dedim! Tehlike yokmuş. Ben az kaldı ejderha yemeği oluyordu! Eğer arkadaş olmasaydı…” Bupu konuşmaya devam edemedi. Önce sesi çatladı. Ardından da gözyaşları kirli yüzünde izler bırakarak akmaya başladı.

“Sen beni sevmiyor. Sen parlak taşlar daha çok seviyor. Beni sadece arkadaş sev. O a karanlık yollara git. Bupu çok yalnız.”

Yücebulp karşısında ağlayan lağım cücesine üzüntü ile baktı. Derin bir iç çekti ve ayağa kalktı. Sonra altın yığına şöyle bir göz gezdirdi ve aradığını çabucak buldu. Bir yüzüktü bu…

“Bupu…” dedi Yücebulp beceriksizce. “Ben seni seviyor. Sen biliyor. Benle evlen?”

Bupu’nun gözleri faltaşı gibi açıldı ve Yücebulp’a baktı. Yücebulp ise elindeki yüzüğü yine oldukça beceriksiz bir biçimde lağım cücesinin parmaklarından birine geçirdi. Yüzük daha zarif eller için yapılmış olduğundan Bupu’nun parmağının anca yarısına kadar oturabilmişti.

Bupu bir müddet hiçbir şey söyleyemeden bir yüzüğe bir de Yücebulp’a baktı sadece.

Yavaş yavaş endişelenmeye başlayan Yücebulp gürültülü bir şekilde yutkundu ve “Sen istiyor?” diye sordu.

“Evet…” dedi Bupu. “Evet!”

Yücebulp bariz bir şekilde rahatladı ve Bupu’ya sarılmak için hamle yaptı. Tam o esnada Bupu da aynı şeyi yapmak üzere harekete geçtiğinden kafa kafaya çarpıştılar. Alınlarını ovuşturup birbirlerine sırttılar sonra da kol kola girip çıkışa doğru ilerlemeye başladılar.

“En az iki çocuk yapmalı.” dedi Yücebulp.

“İki mi? İki çok.” diye itiraz etti Bupu, beceriksiz bir cilveyle.

“O zaman iki tane yaparız?.” dedi Yücebulp.

“Bu daha iyi. İki…” dedi Bupu.

İkili hazine yığınını arkalarında bırakıp sarayı terk ettiler. İkisi de hazine sorununu bir kenara koydukları için memnundu. En azından şimdilik…

İkisinin de fark etmediği şey ise duvarlarda gezinen, iri kanatlı, kötücül bir gölgenin varlığıydı. Duvardan duvara geziniyor, intikam yeminleri ediyordu.

*

Not: Krynn tarihçelerine göre Bupu ve Yücebulp gerçekten de evlenmişlerdir. Fakat bunun nasıl olduğuna veya kaç çocukları olduğuna dair hiçbir kayıt bulunmamaktadır. Muhtemelen onlarca çocukları olmuş olsa da sayıları onlar için hep aynı kalmıştır. İki…

Parlak Taşlar” için 4 Yorum Var

  1. Selamlar,

    Yine güzel bir öyküyle bizimleydin. Tam “Kayıp Tarihçeler” öyküsü olmuş bu. : ) Lağım cücelerinin akıbetini iyi anlatmışsın. Okurken delicesine Ejderha Mızrağı okuduğum o günlere geri döndüğümü hissettim. : )

    Özellikle mizah unsurlarını oldukça iyi kullanmışsın. ‘İki’lere diyecek sözüm yok zaten. : )

    Hatta bugün okulda, “Matematiğin Muhteşemliği(?)” hakkında bir film(?) izledik. Orada bazı Afrika kabilelerinin sayı sistemlerinden bahsediliyordu. Onların sayıları, 1, 2 ve “çok”tan oluşuyormuş. 😀 Acaba Weis de onlardan mı esinlenmiş, diye düşünmeden edemedim.

    Bupu ve Yücebulp’un evliliği Krynn tarihçelerinde var mı gerçekten, yoksa kurgu muydu? Eğer gerçekse, Bupu’ya fazlasıyla acıdım… 😀

    Ellerine sağlık, yine büyük bir keyif sundun bizlere.

  2. Teşekkürler Darly,

    Lağım cücelerine ne olduğunu hep merak etmiştim bugüne kadar. Bu seçkide de kendimce bir şeyler karaladım bu konuda. İşin içine Sestun’u da sokacaktım ama fazla alakasız olur diye vazgeçtim.

    Benim yazdığım lağım cüceleri Weis & Hickman ikilsinin ancak gölgesi olabilir maalesef. Yine de elimden geleni yapmaya çalıştım. Beğenmene sevindim.

    Ve evet, Bupu ile Yücebulp gerçekten de evlenmişler. Ben Bupu’ya değil de Krynn’deki diğer halklara acıdım 🙂

    Yorum için teşekkürler…

  3. “Bir gün tüm dünya solduğunda Xak Tsaroth’un altından geriye kalmış son canlı türü başta korkarak sonra uygarlığa ilham oluşturarak kalkınacaklar” gibisinden eğlenceli bir başka hikayeyi anımsadım. Ara ara ona da tebessüm ettim.

    Sadece senin oluşturduğunun yarısı kadar eğlence ve komedi unsurları barındırabilseydim hikayelerimde keşke diyorum her defasında. Ummadığım ama güzel bir hikaye.

  4. Teşekkürler Nihbrin. Eğer istersen senin de benimkilerden çok daha eğlenceli hikayeler yazabileceğine eminim. Tek yapman gereken şey hikayenin başından bu tarz bir şeyler yazmaya niyetlenmek. Sevgiler…

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *