BÖLÜM I – Bilmeyi Denemek
Yorgun bir kaşif gibi
Terim soğumadan
Geçtim zamandan:
Birçoğunun yüzü bile yoktu.
Sisle örtülmüş koca gökyüzünün bir anda dökülüvermesi toprağa… Annem, ilk damla yere düşer düşmez “Bereket!” derdi. Ah! Anılarımın yörüngesinde dönüp duruyorum. Oysa annemi anımsamak, hoş bir tat bırakmalıydı dimağımda. Yok, böyle olmayacak. Yeniden yola çıkmalıyım.
* * *
2000 yılının Haziran’ı… Babamın kucağında salladığı şu ufacık beden bana ait! Ceketinin beklenmedik bir anda omuzlarından düşebilme ihtimali, beni oldukça güldürüyor. Uyuyamıyorum.
Annem, ziyadesiyle yorgun bir halde oturuyor. Tekli koltuğun onu cezbeden ne yanı var, bilmiyorum. Ev işlerinden vakit bulur bulmaz, canhıraş atıveriyor kendini oraya. Valide köşesi! Elinde bir fincan, dört parmağıyla sıkıca kavrayıp ağzına götürüyor. Kahvesi her zamanki gibi sade.
– Koza’dan Tırtıl’a! Koza’dan Tırtıl’a! Dönüş vakti!
Ait olduğum zaman hangisi, bilmiyorum. Oysa 2032 yılının kışı, sıcacık evimde öyle rahat geçiyor ki. Başka birine sorsanız hiç şüphe etmeden bu rahatlığı tercih ederdi; fakat ben bilmiyorum. Bilmiyorum işte! Babamın olmadık işlerle uğraşması, annemin o bıkkın hali… Kavga, gürültü ve kaos! İnsan neyi arar? Söylesenize! Huzur, nasıl olur da insanı bu denli rahatsız edebilir? Yine o manidar kelime. Dilimin ucunda… Tüm nefretimle beraber birazdan saçılıverecek ortalığa: Bilmiyorum!
BÖLÜM II – Bilmeden Denemek
Bir ukde kalmazdı içimde
Her düşündüğümü
Yazabilseydim eğer!
Babam öldüğümden bu yana yalnızca Koza’yı yaratmakla uğraştım. Bir bez dolabın içerisinde, yemeden içmeden, koskoca yirmi dört saatin yalnızca birini uyumaya ayırarak senelerce uğraştım. Şimdi ise cesaretim yok. Söylemesi ne kadar basit! Ya anlatması?
Babam, mahallenin kabadayısıydı. Kesesi geniş tüm aile babalarının gözünü korkutmayı başarmış, hepsini haraca bağlamıştı. Esmer teninde belirginleşen çizikler, onun hükmüne direnenlerin bıraktığı ufak tefek hatıralardı. Düşünüyorum. Her ay başında yüzü gülen gecekonduları, bacaların yeniden tütmeye başladığı o zamanları düşünüyorum. Babam, Robin Hood’u bilir miydi? Zannetmem. Ela gözlerinde öfkeyi görür görmez içimi bir korku kaplardı. Ah! Robin Hood ne kadar zalim olabilir ki?
Doğru zaman hangisi, bilmiyorum. Koza’nın kareli örtüsüne takılıyor gözüm. Bir bez dolap! Tüm elbiselerin adına götür beni Koza! Çünkü yaşanmış ne varsa ilmek ilmek dokudum vücuduna! Sen artık zamanın ta kendisisin! Koza, sana sesleniyorum. Babamı öldürdüler. Kim, neden öldürdü onu? Dünya böyle bir yer olmasaydı, babam uğraşır mıydı bu işlerle? Bulacağım Koza. Bunu yapanı bulacağım.
* * *
2010 yılının Nisan’ı… Geniş omuzlarında siyah bir ceket. Güneşte biraz daha rengi açılan sarı saçlarıyla babam mahalleye çıkıyor. Tüm düğmeler iliklendi şimdi. Esnaf, dükkanların önünde saygıyla selamlıyor babamı. Mahalle sakinlerinin yüzü gülüyor, onlara tepeden bakanların suratı asık… Bir araba geliyor karşı sokaktan. Siyah Mercedes. İki el silah sesi duyuluyor. Babamın beyaz gömleği kan içinde. Ceketi toza bulanmış. Hemen yanına varıp nabzına bakıyorlar. Yok! Mahalle sakinlerinin suratı asık şimdi, onlara tepeden bakanların yüzü gülüyor. Tüm bunlar iki dakika otuz sekiz saniye içinde gerçekleşiyor. Arabanın geldiği sokağa doğru ilerliyorum. Koza orada, güvenli bir yerde.
– İki dakika otuz sekiz saniye geriye lütfen!
İşte geliyor. İyice yaklaştı. Gözümü bir saniye bile kapatmadan arabaya bakıyorum. Camdan sarkan bir kol. Kolun ucunda naif bir el. İncecik parmaklar. Bir, iki, üç, dört! Beşincisi yok, eksik!
– Koza, beş dakika önceye! Bizim eve!
Babam evden çıkmak üzere. Ceketine bakınıyor. Mutfağa giriyorum, yok! Salonda yok! Yatak odasında yok! Olamaz. Böyle bir şey olmamalı! Anne? Anne nerdesin? Nasıl yaptın bunu, nasıl!
* * *
Olay anına dönüyorum. Annemi takip etmeliyim. Nereye gittiğini bilmediğimden oraya varmamın başka yolu yok. Nasıl yapabilirim ki? Bir arabayı yürüyerek takip edemem. O kadar hızlı değilim. İnsanlar beni görmüyor. Taksi çağıramam. Üstelik ehliyetim de yok! İnsanlar beni neden görmüyor? Ya da ben nasıl oluyor da kendi küçüklüğümle aynı anı paylaşabiliyorum? Şimdi varsam ve buradaysam babamın kucağında gördüğüm o çocuk kim? Buldum. Çocuk babamın, evet ama annemin değil. Peki ben kimim? 2000 yılının Haziran’ında neredeydim? O zamanlarda yeni doğmuştum. Nereye gidebilirim ki? Kahretsin! Yine geliyorlar. Ellerimi, ayaklarımı bağlayıp götürecekler beni. Koza’nın kapağını araladılar. Bitti.
* * *
– Tutanağa şöyle yazın: Otuzlu yaşlarda, erkek. Elinde bir fotoğraf vardı. Fotoğrafı tarif ediyorum. Bir adam, kucağında bir bebek sallıyor. Bir kadın, koltukta oturmakta. Elinde fincan var.
– Durun memur bey! Ben bu adamı da fotoğraftakileri de tanıyorum. Kucağında çocuk sallayan on sene önce hayatını kaybetti. Eşi de acısına dayanamayıp bir ay geçmeden peşinden göçtü gitti. Bu adam da delirmiş bir yazar. Durmadan bir şeyler karalar durur. Daha önceden de basılmış kitapları var. Kendisi hatırlar mı, bilmem. Böyle terk edilmiş evlerde yaşıyor. Oradan bulduklarıyla da bir hikaye yaratıyor. Kim bilir, belki de bütün hikayeleri bir bir yaşıyordur.
İşte yine gidiyorum. Bir çözülmemiş meseleyi daha ardımda bırakarak…
– Tırtıl’dan Koza’ya! Tırtıl’dan Koza’ya! Hoşçakal!
*1815 yılında Bursalı Müderris Mehmed Said, halk dilindeki deli çeşitlerini bir araya toplamış ve Deliname’yi yazmıştır. Dem Geldi Deli de bu sözlükte yer almaktadır.
Dem Geldi Deli: Kah akıllılık eder kah delilik eder.
Sözlük hakkında edindiğim bilgi için Ali İlhan Hocama sonsuz teşekkürlerimle…
Merhaba, öncelikle yeni bir bilgi öğrendim, teşekkür ederim (dem geldi deli).
Öykünüze gelince; kapalı bir öykü, açık açık “ben bunu anlatıyorum” demiyor; elbette okurun çözmesi gereken yerler vardır ama bunun için hem biraz daha bilgiye ve hem biraz daha uzunluğa ihtiyacımız var gibi. Mevcut haliyle zor bir öykü bu; okuyorum dil ve ifade güzel geliyor ama anlatmak istediğini çözemiyorum. Bu benim eksikliğim de olabilir elbet.
Seçkide başka öyküleriniz de varmış. Onları da okuyup üslubunuz hakkında fikir sahibi olmak isterim.
Merhaba. Öncelikle geç kalan cevap için özür dilerim. Sonrasında ise yorumunuz için çok sevindiğimi belirtmek isterim.
Murathan Mungan, “Bir muammanın peşrevinde muallaktayız.” der. Ben genel olarak bu cümleyi hayata yoruyorum. Tabii ki farklı anlamları vardır; fakat benim için yaklaşık olarak şöyle bir konuma tekabül ediyor: Dünya üzerindeyiz, varız ve yalnızca o kadar. Ölüm ve yaşam arasında çeşitli muammalarda genel olarak muallaktayız. Durmadan bir şeylere karar verme çabası içerisindeyiz. İşte öyküde tam da bu var. Tırtıl farklı bir karakter gibi görünüyor olsa da aslında öyle değil. Tıpkı sen ve ben gibi hep bir muammanın peşinde muallakta. Yaşadıkça o da ne olacağını bilmiyor, biz de. Gerçekten geçmişe gitse ne çözülecek ki? Yeni muammalar doğacak, dolayısıyla yeni muallaklar… Peki biz gerçekten geçmişe gidebiliyor olsak ne değişecekti? Neyi aradığımızı ya da neyi bulmamız gerektiğini bilmiyoruz. Yaptıklarımızın ya da yapacaklarımızın neye yaradığını bilmiyoruz. Arıyoruz, yapıyoruz ve yaşıyoruz işte. Tırtıl gibi… Üstelik o bizlerden daha özgür. Daha geniş bir hayal gücünü sahip. Ve eminim en az bizler kadar akıllı.
Yorumunuz için teşekkür ederim. Sevgi ile…