Her yere uzak o kasabada, sonbaharın ilk günleri ağır ağır yaklaşıyordu. Kasabayı çevreleyen tarlalar, bağlar ve bahçeler çoktan hasat edilmiş, daha birkaç ay önce tüm doğurganlığıyla yeşeren doğa, ışıltılı bağrını mutsuz ve yavan bir sarılığın hükmüne terk etmişti. Eylülün sonlarına yaklaştıkça, yazın sıcağı yerini serin akşam esintilerine çoktan bırakırken insanların yüreğine kışın ezgilerini fısıldıyordu. Telaşlı göçmen kuşlarının sessiz yolculuğu, kasabanın birkaç kilometrelik bozuk asfaltına tutunmuş olan eski dükkânlar, gönülsüzce gidilen devlet daireleri ve evlerin küçük bahçelerinde harıl harıl kışa hazırlanan kadınlar, küçük kasabadaki yegâne yaşam izleriydi.
Okul açılmıştı açılmasına, hatta üçüncü hafta da bitmek üzereydi, fakat her çocuk gibi Başak da yazın kaygısız rahatlığını üzerinden henüz atamamıştı. Artık ikinci sınıfa gidiyordu ve sonsuzluğun ortasındaki bu kasabaya henüz atanan genç öğretmenin onlara sürekli ders anlatıp ödev vermekten başka meşgalesi yok gibiydi. Her zaman olduğu gibi annesiyle evden çıkmış, meraklı bakışlarla mezarlığın kenarından geçerek beş dakikalık bir yürüyüşün ardından okula varmıştı. Annesi onu okula bıraktıktan sonra, omuzlarında çalışmanın ağırlığıyla yolun karşı tarafındaki bankaya gidiyordu. Kasabanın jandarma komutanlığında yüzbaşı olan babası, her işin kaygısızca ötelenebildiği bu düşük tansiyonlu kasabanın muhtemelen en yoğun ve en yorgun adamıydı. Sekiz yaşında küçük bir kız çocuğunun bakış açısından bu yaşam rutini; başı sonu olmayan sonsuz bir döngüden ibaretti.
Sıkıcı beş saatin ardından okul nihayet bitmişti. Başak, tıpkı anne ve babasına söz verdiği gibi hiç oyalanmadan, duvarların dibinden yürüyerek, nadiren de olsa bulduğu kaldırımlara çıkarak hızla babaannesinin evine gidiyordu. Her zamanki gibi yemeğini yiyecek, annesi arayıp babaannesini paylayana kadar çizgi film izleyecek ve sonra uzun hayallere böldüğü bitmek bilmez ödev seremonisine başlayacaktı. Sıkıldığı zaman da en az onun kadar konuşmaya meraklı olan babaannesini bir iki hikâye anlatması için tetikleyecekti. Babaannesi genelde anlattığı hikâyelerin başını sonunu hatırlayamasa da onu dinlemek ödev yapmaktan iyiydi.
“Babaanne, Gulyarabi nedir?” diye soran Başak, bir yandan elindeki küçük, oyuncak pusulayı karıştırıyordu.
“Gulyabani kızım, Gulyabani!” diyen Hicran Hanım, yoldan geçecek birilerini görebilmek ümidiyle pencerenin önünde oturmuş, aylardır bitiremediği yün kazağın ilmiklerini saymakla meşguldü.
“Tamam işte babaanne! Gulyabani nedir? Sen ne olduğunu biliyor musun?
“Bilmez miyim kızım? Bilmez miyim? Bizim muhtarın bir oğlu vardı. Cuma.”
Başak, babaannesinin hikâyeye yine ortasından başladığını fark etmişti. Ne var ki konuşursa babaannesinin daha da dağılacağını, henüz sekiz yaşında da olsa öğrenmişti. En iyisi susup dinlemekti. Oyuncak pusulasını avuçlarına alarak babaannesine odaklandı.
“Cuma.”
“He işte, muhtarın oğlu Cuma. Ölüp gittiydi.”
“Ne zamandı babaanne? Cuma günü müydü?”
“Yok kız şaşkın, oğlanın adı Cuma. El kadar kızcağızdım yavrum, dal gibiydim. Biz çocukken kim tarladan gelecek de sana yemek verecek, kim elinden tutacak da seni parka götürecek? Park da yoktu zahir. İlk parkı Evren Paşa yaptırdıydı, altı yedi sene önce. El kadardım işte, senin gibi. Karnım hep aç, gözüm daha aç! Babam kuyruklu komünist avlamaya, Kore’ye gittiydi o yaz. Cuma… Bizim muhtarın oğlu Cuma… Suya girip öldüydü; sulama kanalına yüzdü de sabi, çıkamadı. Gözleri ela gibiydi ama güneş vurunca yeşil olurdu. Aynı seninkiler gibi! Baharın daha yeşil, kışın daha sarı, rabbimin işine akıl sır ermez! Ta aşağı köylerin birinde, kaç gün sonra ölüsünü bulmuşlardı. Garip, sessiz sakin bir çocuktu. Mekânı cennet olsun; rahmet istedi. Onu gömerlerken mezarlığın berisindeki ağaçlıktan izledik; küçücük, avuç kadar kefeni toprağa koyup gittiler.”
“Babaanne? Hani Gulyabani anlatacaktın?”
“Anlatıyorum işte! Devirsi gün haberi geldi; Gulyabani dadanmış dediler Cuma’nın mezarına. Hacı dedesini de Gulyabani öldürmüş derlerdi; Mekke’den at üstünde dönerken dadanmış bunlara. Hem de taze hacılara, tövbe! İki gün içinde kanlarını emmiş…”
“Ölmüşler mi?”
“Herhalde ölmüşler!” Hicran Hanım elindeki örgü şişlerini bir kenara koydu, gözlerini büyütüp bir mâni okumaya koyuldu. Başak büyülenmiş gibi babaannesinin dudaklarından dökülen sözlere kilitlenmişti. “Gaipten bakan o kem gözler. İşitirsen ondan şen şakrak sözler. Bil ki Gulyabani sana musallat olmuş. Bir bakarsın kanını çekmiş kurutmuş!”
“Kimin kanını çekmiş kurutmuş babaanne?” diye soran Başak’ın yüzünde, korku ve merak birbirine girmişti.
“Kimsenin kanını çekmemiş, bir dur! Nenem okurdu bu mâniyi! İnat eder de uyumazsak korkuturdu bizi.”
“Şimdi anlatacak mısın? Gulyabani babaanne!”
“Gulyabani deyip geçme kızım, her zaman dikkatli ol. Kimi der ki mezarlıklara musallattır Gulyabani. Ters ayakları çıplaktır da… Taze toprağa bastı mı mezarlıkta, hemen yeni ölmüş bir fukara olduğunu anlar ve…”
“Ters ayaklı mı?”
“He ya, ters ayaklı. Böyle yüzü gözü bize bakarken ayakları arkaya bakar. Sonra kıllı mı kıllı, heybetli mi heybetli, saçı sakalı uzun, ağzı gözü kanlı bir canavardır. Derler ki iki alem arasında gider gelir; cehennemi görmüş derler. Görüp de kaçmış; buralara, bizim dünyamıza sığınmış. Derler ki insanlara nefreti buradan gelir. İyi insan cennet mekândır ya kızım, Gulyabani haset eder dururmuş insanlara; ben cenneti göremeyeceğim, bu insanoğlu görecek diye, hasetle gezer türlü kötülükler edermiş.”
“Yüzü gözü niye kanlıymış babaanne? Biri onu dövmüş mü?”
“Yok kızım, yok! Kim dövebilmiş Gulyabaniyi? Yaşlıdır da beli öyle kolay yere gelmez. Kendine güvenen nice yiğitle güreş tutmuş da canını almış, bilmez misin?”
“Ben bilmem ki!”
“Öyle kızım, sen de haklısın,” diyerek gülümsedi Hicran Hanım ve birden ciddileşti. “Ama bak, okula giderken mezarlığın oradan geçerken, böyle yaşlı, saçlı sakallı biri gelir de sizinle oyun oynamak isterse kaçın, tamam mı? Konuşmadan, hiç konuşmadan kızım! Gözüne de bakmayın. Elindeki oyuncağa, yemişe de kanmayın!”
“Babam da öyle söylüyor hep! Yabancı biri olursa diyor babam, konuşmayın diyor. Bir de benim babam yüzbaşıdır! Öyle söylememi söylüyor yani!”
“Tabii, yüzbaşı senin baban. Tam yüz adamın başı, kolay mı?”
Evin bahçesinden gelen her türlü tıkırtıya karşı aşırı hassas olan Hicran Hanım, başını hızla çevirip evin girişine baktı. Oğlu ve gelininin günün bu saatinde birlikte eve gelmeleri ona göre pek de hayra alamet değildi. Telaşla yerinden kalktı ve kapıya yöneldi.
“Annenle baban geldi Başak, koş!”
“Akşam oldu mu hemen?”
Babaannesinin önüne atlayarak kapıyı açan Başak, önce babasına sarıldı. Babasının üniforması onun için bir kahraman kostümünden farksızdı; tertemiz ütülü subay kıyafeti, özenle boyanmış siyah botları, göğsündeki türlü semboller ve omzundaki yıldızlarla babası, onun kahramanıydı. Gözündeki ışıltılarla kapıya koşan Başak, annesi ve babasının yüzündeki kaygıyı elbette görememişti. Ne gelini ne de oğlu Hicran Hanım’ın yüzüne bakıyordu; yaşlı kadın yutkundu ve incelen sesiyle fısıldayarak onları içeriye buyur etti.
Başak çoktan babasının kucağına kurulmuştu bile. Konuya nasıl gireceğini bilmeyen Hicran Hanım ne olduğunu sormaya korkuyordu. Onun açısından zaten pek de güler yüzlü olmayan bankacı gelini, bugün daha da somurtkan ve huzursuzdu. Serhat, gergin olduğu zamanlarda yaptığı gibi başını önüne eğmiş, dalgınlıkla kızının kahverengi saçlarıyla oynuyordu.
“Baba, sen Gulyabani nedir biliyor musun?” diye soran Başak sessizliği bozdu. Gelininin ters bakışlarına maruz kalan Hicran Hanım çenesini yine tutamadığı için çoktan pişman olmuştu.
“Evet kızım, bir masal kahramanı, değil mi?” diyerek annesine gülümseyerek baktı.
“Yok, değil!”
“Masal kahramanı kızım. Babana mı inanıyorsun babaannene mi? Serhat, istersen konuya girelim,” dedi Ayşe.
“Tamam Ayşe, bir soluklansaydık…” diyen Serhat zoraki bir gülümsemeyle Başak’a döndü ve “Canım kızım, bugün ne oldu biliyor musun? Bana yeni bir görev verdiler,” dedi.
Hicran Hanım’ın yüreği ağzına gelmişti.
“Ne görevi baba?”
“Bir süreliğine başka bir yere gideceğim. Bir aylığına en fazla.”
“Yine düşmanlara kurşun mu atacaksın baba?”
“Hayır kızım, bu sefer sadece bir tatbikat. Ama işte bir aylığına…”
“Tatbikat nedir baba?”
“Yani savaş hazırlığı kızım.”
“Savaşa mı hazırlanıyorsunuz baba?”
“Tabii kızım; yani ortada bir savaş yok ama yine de… Askerler her zaman savaşa hazır olmalıdır. Bu göreve gidersem bir sene sonra binbaşı olmam daha kolay olur.”
“Peki yüz adamını da beraber götürecek misin?” diye soran Başak, babasının kahkahalara boğulmasına sebep oldu. Yüzündeki üzüntüyü dağıtmaya çalışan Hicran Hanım da gülmeye çalışmıştı, fakat Ayşe yüzündeki soğuk ifadeyi ısrarla koruyordu.
“Yok onlar burada kalacak. Bak sana ne aldım güzel kızım,” diyen Serhat cebinden bir kolye çıkardı.
“Ne güzel!”
“Evet! Bu kolye sihirli, biliyor musun? Haydi, şu kapağı aç bakalım.”
Başak, metalik kolyenin ince kapağını açınca sevinçten ‘Yaşasın!’ diye bağırmadan edemedi. Kolyenin kapağında annesi, babası ve kendi resmi vardı ve içine küçük, çok küçük bir kum saati yerleştirilmişti. Hızla kolyeyi çeviren Başak, on saniye boyunca akan ince kumları ağzını açarak izledi ve var gücüyle babasına sarıldı. Elinden düşürdüğü pusulası ona harika bir fikir vermişti.
“Sen de bunu al baba. Bak, bu benim pusulam. Biraz küçük ama çok güzel. Eve gelirken kaybolmamak için kullanırsın.”
Duygulanan Serhat oyuncak pusulayı aldı ve gömlek cebine koyarak kızını kokladı, öptü.
“Peki söylemedin ama baba?”
“Neyi canım kızım?”
“Kolye sihirli dedin ya hani; nasıl sihirli baba?”
“Bu kolye… bu kolye seni korur kızım. Ben yokken bunu her zaman boynuna tak, tamam mı? Sıkılınca da açıp hem bize bakarsın hem de biraz kum saatiyle oyalanırsın.”
Cesaretini toplayan Hicran Hanım, boğazına düğümlenen korkuyu bastırdı ve ağlamamak için kendini zorlayarak “Tatbikat, değil mi oğlum?” diye sordu. Öylesine endişelenmişti ki doğru zamanda doğru soruyu sorup sormadığını önemsememişti.
“Evet anne. Görev emrim büroda kaldı. Sana gösteririm yarın. Pazartesi gidiyorum. Başak ve Ayşe sende kalsın bir süre. Evde yalnız başlarına kalmalarını sevmediğimi biliyorsun. Aslında sen de bizim eve geçebilirsin.”
“Kış ağzı oğlum; daha konserveler yapılacak, et kavrulacak, daha çok…”
“Ya kış ağzıdır ya bahar zaten… Anlaşıldı anne. Bir ay beraberiz,” diyen Ayşe’nin karın ağrısı belli olmuştu.
* * *
Serhat gideli daha on gün bile olmamıştı, fakat Başak babasını yıllardır görmemiş gibi hissediyordu. Adamcağız tatbikat sürecinde kolay kolay telefon da açamıyordu ve küçük kız, geçmemeye ant içmiş sıkıcı günlerin içinde boğulmuş hissediyordu. Babası gideli annesi de babaannesi de durgunlaşmıştı. Gözyaşları içinde askeri aracın arkasından el sallarken başlayan sonbahar yağmurları, sanki semaları saran somurtkan bulutlardan değil de Başak’ın yüreğinden taşıyordu. Başak’ı mutlu eden ne varsa; sonbaharın ılıman günleri, hafta sonlarının keyifli tembelliği, sabahları sırtını ısıtan güneşin aydınlık yüzü, babasıyla beraber bu ıssız kasabayı terk etmişti. Siyah beyaz bir dünyada, okulla babaannesinin evinin arasındaki çamurlu yolda kendi ayak izlerini takip eden Başak’ın tutunduğu tek şey, gece uyuduğu zaman sabah yeni bir güne uyanacağını bilmesiydi; aklını ve kalbini değirmen taşlarıyla öğütüyor olsa da zaman bir şekilde geçiyordu.
Televizyonun önünde yine uyuşmuş, onu ara sıra güldüren gürültücü çizgi filmi izlerken bir yandan babasının ona hediye ettiği kolyeyle oynuyordu. Bir, iki, üç, … ve on! Çok hızlı saymazsa kumlar kabaca on saniye içinde kum saatinin aşağı haznesine doluyordu. Bir, iki, üç, … ve on yedi! Acaba daha hızlı sayınca zaman daha çabuk geçiyor muydu? Zamanı hızlandırabilirse babasına daha çabuk kavuşabilirdi. Bir an heyecanlanan Başak, gözünü televizyondan ayırdı, derin bir soluk aldı ve kolyeyi tekrar çevirerek son hızla saymaya başladı. Bir, iki, üç, … ve on sekiz! Galiba oluyordu; bu sayede babasına daha hızlı kavuşacağını düşünerek heyecanlandı. Zamanı hızlandırmak için dördüncü denemesine henüz başlamıştı ki kum saati aniden tıkanıverdi. On üç… Nefesini tutan Başak şaşkınlıkla kum saatine bakıyordu. Ev telefonunun apansız zırıltısıyla sıçradı. Elindeki işlemeli havluyla odaya koşan Hicran Hanım kırk yılda bir çalan telefona sarıldı. Kum saatindeki tıkanıklığı açmak için kolyeyi sallayan Başak, birdenbire yere çöken Hicran Hanım’ın neden aniden üzüldüğünü anlamaya çalışıyordu.
Telefonu elinden bırakan Hicran Hanım, donuk bir ifadeyle Başak’a bakıyordu. Başak “Ne oldu? Kimmiş? Babaanne?” diye sorsa da yüzü bembeyaz olan babaannesi konuşamıyor, hatta nefes alamıyor gibiydi; babaannesi bir anlığına donakalmıştı. Çığlıklar ve feryatlarla evin bahçesini kat eden annesi kapıyı kırarcasına içeri girince Başak ürktü ve kolyeyi elinden düşürerek ayağa kalktı. Babaannesi, Ayşe’nin sesini duyunca soluksuz kalmışçasına derin bir nefes aldı ve “Serhat!” diye avazı çıktığınca bağırarak dizlerini dövmeye başladı. Odaya giren annesinin arkasından birkaç kişi de eve giriverdi; bankadan arkadaşları yüzlerindeki acı dolu ifadeyle ne yapıp ne söyleyeceklerini bilmeden kapının ağzında duruyorlardı. Ayşe dizlerinin üzerine çöktü ve Başak’a sarıldı. Sanki ağlamıyor, teni yanıyormuş gibi burnundan nefes alarak acıyla inliyordu.
“Gitme dedim ben ona! Cehennemin dibine batsın binbaşılık! Serhat! Evimiz yıkıldı, ocağımız söndü Serhat!”
Hicran Hanım’ın elini tutan, Ayşe’nin iş arkadaşı yaşlı kadını yerden kaldırıp kanepeye oturtmaya çalışıyordu, fakat aniden bayılan kadıncağızın yere serilmesiyle panikledi. Başak da ağlıyordu; neye ağlıyor olduğunu tam olarak bilmese de “Baba!” diye sayıklayarak ağlıyordu. Karnına saplanan acı nefesini kesiyordu. Ona tutunurcasına sarılan annesinin vücudu titreyip kasıldıkça Başak da nefes almakta zorlanıyordu. Babasının tatbikatta talihsiz bir kaza sonucu şehit olduğunu bir gün sonra jandarma komutanlığının önünde yapılacak törende, üzerinde babasının ciddi bir fotoğrafı olan tabutu görünce anlayacaktı.
* * *
Ölüm… Sevdiğin birinin yaşamdan kopup gitmesi insana yaşamın gerçekliğini sorgulatacak kadar büyük ve acı bir deneyimdir. Sekiz yaşında küçük bir kız çocuğu için de olsa, ölüm gerçeği eritir ve insanı yankısız bir boşluğa savurur. Sevdiğin birinin ölüp gitmesi; ezelden beridir güneşin ardından doğduğu kadim dağların, bizzat güneşin kendisinin, yerin, göğün ve karanlığı efsunlayan apak yıldızların günün birinde aniden yok olup gitmesi gibidir. Aslında dağın veya güneşin yok olacağı düşüncesi ne kadar olağanüstüyse, yiten bir insanın bir daha var olmayacağı fikri de o kadar gerçeküstüdür. İşte tam olarak bu yüzden canının parçasını kaybedenler için yaşamın gerçekliği artık göreli ve muğlaktır; o acılı yürekler, kalabalıklar içinde dağın veya güneşin günün birinde yok olabileceğine en az şaşıracak insanlardır. Başak’ın da üzerinde durduğu sarsılmaz gerçeklik, taş üstünde taş bırakmayan bir depremle yüreğini ve bilincini sarsmıştı. Ne var ki o, ayrıldığı limanda sadece güneşi ve dağı değil, çocukluğunu da bırakıyordu.
Kolyesinin içindeki kum saati hâlâ çalışmıyor, kasabayı çamura bulayan yağmur bulutları bir türlü dağılmıyor, Başak’ın gözlerine çöken gri fırtına dinmek bilmiyordu. Cenaze töreninde Başak’ın gözü babasının yüz adamını arıyordu; oysa bayrağa sarılmış olan tabutunun iki yanında toplam sekiz kişi saymıştı. Geri kalan adamları neredeydi? Jandarma komutanlığının binasının hemen önüne dizilen tüm kalabalık yüz kişi etmezdi; birkaç subay, eş, dost, akraba ve tanımadığı birkaç mutsuz insan, hepsi bu. Annesi artık çığlıklar atmıyor ve ağlamıyordu. Ne var ki bu durum Başak’ı daha da üzüyordu; annesinin yüzündeki derin boşluk, gözlerinin altına oturan acı katmanları ve titreyen elleri küçük kızın canını acıtıyordu. Başak annesinin ellerini ne kadar sıkı tutarsa tutsun, annesiyle arasında oluşuveren boşluğu bir türlü dolduramıyordu.
Zaman, o soğuk tören alanında büyük sıçramalarla dakikaları geride bıraktı; Başak, tekrar kendine geldiğinde kulağını rahatsız eden hoparlöre odaklandı. Sonra yine dalıp gitti; kim bilir kaç dakika, kim bilir hangi masum hayallere… En yaşlı komutanın kısa konuşmasından sonra babasının tabutunu bir araca koyup mezarlığa yönelen kalabalık, onu ve babaannesini geride bırakmıştı bile! Başak dövünse de kendini yerden yere vursa da kimseyi ikna edemiyordu; babasının gömülmesini izlemesine izin vermeyen büyüklerin ardından, yağmurun altında babaannesinin elini tutarak baktı. Yerle göğün ters döndüğü o günde, insanı bağrına çekmeye çalışan çamurların arasından tek kelime etmeden babaannesinin evine yürüdü. Elinde sıkı sıkı tuttuğu kolyesi, babasıyla arasındaki son bağdı; sanki o kolyeyi bıraksa, dipsiz bir uçurumdan savrularak karanlıkta sonsuza dek düşecekti.
* * *
Günler sonra babasının mezarına nihayet ziyarete gidebilmişti. Annesi ve babaannesinin eşliğinde sessizce durdu mezarın başında. Bir süre bekledi ve düşündü. Babaannesinin dudakları kesintisiz bir biçimde anlamadığı fısıltılarla hareket ediyordu. Annesi ise suskundu; çaresiz kadının gözlerinden ara sıra taşan birkaç damla yaş dışında, yüzünde yaşama dair hiçbir kıpırtı yoktu. Başak babasının mezarına doğru bir adım atıp aniden durdu. Sonra bir adım daha; kaygılı, ürkek ve üzgün. Annesinin meraklı bakışları altında elini cebine soktu ve babasına verdiği pusulayı çıkardı. Zavallı Serhat’ın eşyaları onlara birkaç gün önce teslim edilmişti ve eşyaların arasında Başak’ın babasına tatbikata giderken verdiği bu oyuncak pusula da vardı. Pusulanın iğnesi, babasının mezarını işaret ediyordu. Sakince pusulayı cebine koydu ve diğer cebinden küçük kolyeyi çıkardı. Annesi yine gözyaşlarına boğulmuştu; ayakta durmaya zorlanan kadın pek istemese de Hicran Hanım’ın koluna girmesine engel olmadı. Başak kolyenin kapağını açtı, içindeki küçük aile fotoğrafına bir süre baktı ve iç çekti. Kum saati yine çalışmıyordu. Kolyenin kapağını kapattı, dikkatle yere çöktü ve kolyeyi mezarın üzerine bıraktı; savulup gitmemesi için de kolyenin dört bir tarafını küçük taşlarla çevreledi. Artık babası güvendeydi.
* * *
Ev, okul, okul bahçesi, sarı yapraklarla kaplı dar mahalle sokakları, her köşeden yükselen çocuk cıvıltıları ve akşam karanlığıyla kasabanın üzerinde çığlık çığlığa uçuşan kuşlar; Başak hem her şeyin tam ortasında hem her şeyden ve herkesten alabildiğine uzaktaydı. Etrafını saran yaşam, soğuk perdelere özensizce çizilmiş, gözlerine ve tenine değdikçe onu kanatan zorunlu bir müsamereden ibaretti. Tüm bu karabasanın içinde kaçabildiği tek sığınaksa uykuydu. Okuldan eve gelir gelmez içindeki geveze sesi susturabilmenin tek yolu, önce televizyondaki bir çizgi filmin kalabalığına karışmak ve ardından onu saran bir uyku dalgasına tutunarak kaçıp gitmekti. Yine gözleri ağırlaşırken, eski güzel günlerde yaptığı gibi uykuya direnmemişti.
Odayı saran sesler ve görüntüler giderek muğlaklaştı ve silinmeye başladı. Başak’ın gözlerini kaplayan gündüz ışığının arasında hayal meyal bir yol belirdi. Yine o güne geri dönmüştü; babası araca biniyor ve ona gülümseyerek el sallıyordu. Belki o ayrılık anında aracın ardından koşmamıştı fakat son günlerde gördüğü tüm rüyalarda babasını kasabadan götüren o gri aracın peşinden var gücüyle koşuyordu. Başak yine annesinin elinden koparak koştu ve avazı çıktığınca “Baba gitme!” diyerek bağırdı. Ayağı takılıp yere düştüğü o kısacık an içinde canının çok yanacağını düşündü, fakat kapaklandığı yer asfalt değil yumuşacık bir kum deryasıydı. Her yanını kaplayan kumların üzerinde doğruldu ve nerede olduğunu anlamaya çalıştı; etrafını saran parıltılı bir fanusun içinde, sapsarı bir kum tepesinin üzerinde duruyordu. Oval ışık duvarının ötesini görmek olanaksızdı. Bir iki adım attı ve başını kaldırdı. Çok değil, en fazla bir metre üzerinde biten parıltılı fanusun incecik bir borusu vardı ve bu boru kumlarla doluydu. Başak nerede olduğunu anlamıştı. Elini uzattı ve borunun ağzına ulaşmaya çalıştı. O kadar yukarı çıkması mümkün değildi. Etrafına bakınmaya başladı ve birden “Pusula!” diye haykırdı. Kum tepesinin ışıktan fanusla birleştiği aşağı kısımda kocaman bir pusula duruyordu. Başak, kaydıraktan kayar gibi kendini aşağı bıraktı ve kumların üzerinden dev pusulaya doğru kaydı. Var gücüyle koca pusulayı kavradığı gibi kum tepesine tırmanmaya başladı. Pusulayı özenle kum tepesinin en yüksek noktasına yerleştirdi ve üzerine çıktı. Gözleri ışıldıyordu, artık parıltılı fanusun borusunu tıkayan kum tanelerine ulaşabiliyordu. Can havliyle elini uzattı ve borunun ağzına soktu. Üzerine kum yağmuru yağmaya başlarken yere düştü ve doğru hamleyi yapıp yapmadığını düşünmeye koyuldu, çünkü fanusa akmaya başlayan kumlar giderek yükseliyor, Başak ne yaparsa yapsın onun üzerini hızla kaplıyordu. Kum tepesi yükseldikçe yükseldi ve ışıltılı fanusu tavanına değin doldurdu. Çaresizce debelenen Başak sonunun geldiğini düşünürken “Baba!” diye feryat etti.
Eğer fanusun saf ışıktan duvarlarını delip geçen o güçlü kurşun olmasaydı Başak muhtemelen kumlara gömülerek oracıkta boğulacaktı. Fanusta iki delik açarak kaybolan kurşun, ardında iki girdaplı delik oluşturmuştu. Kurşunun girdiği delik huzur dolu ezgiler ve ışıklar saçarak içinden akıp giden kumları aydınlık bir yere taşıyor gibiydi. Kurşunun çıkarken oluşturduğu delikse, irinli bir yara misali morarmış, kan kırmızısı girdaplar oluşturarak karanlık bir bilinmeze doğru akıyordu. Başak başını kaşıyarak iki çıkışı da izledi ve düşündü. Ne yapması gerektiğini bulmuştu; hiç tereddüt etmeden karanlık girdaba yöneldi, pusulayı kucağına aldı ve nefesini tutarak onu korkularıyla yüzleştirecek olan girdaba doğru kaymaya başladı. Sıkı sıkı kapattığı gözlerini açtığında üzerine dökülen kumların hışırtısı, ışıltılı fanusun içinde yankılanarak çoğalan seslerin kalabalığı kesilmişti. Kaygıyla ayağa kalktı; kasabanın mezarlığını kaplamış olan yoğun sis denizinin içinde olduğunu fark etti. Kasaba hanelerinin zayıf ışıkları, sislerin arasında yanıp sönen gönülsüz ateş böcekleri gibi bir görünüp bir kayboluyordu. Hemen elini yokladı; küçülen pusulası neyse ki hâlâ yanındaydı çünkü bu karanlıkta ve yoğun sisin içinde babasının mezarını pusulası olmadan bulabilmesine imkân yoktu. Tereddütlü birkaç adım atmıştı ki, mezarlığın sağ tarafından saydam ve yoğun bir kürenin sislerin içinde dalgalanarak Başak’ın hedefine doğru ilerlediğini fark etti. Küre tıpkı suyun içinde hareket ediyor gibiydi; yoğun sis katmanını iteklerken ardında ince girdaplar yaratıyor, sisleri silip atan karanlık bir iz bırakıyordu. Cesaretini toplamak için derin bir soluk alan Başak’ın adımları hızlanmıştı. Ölesiye korkuyordu belki, fakat babasını da ölesiye seviyordu. Çoğu insan, cesareti korkunun zıddı olarak düşünür; bu yanlıştır. Korkunun zıt anlamı sevgidir, fakat sevmek büyük cesaret ister.
Son adımlarını koşarak tamamlayan Başak nihayet babasının mezarına varmıştı. Daha geçen gün mezara yerleştirdiği kolyesi toprakta Kuzey Yıldızı gibi parıldıyordu. Başak, kolyesini görünce rahatladı ve karanlıklar ardından onu izleyen iki göze, zekice bir bakış fırlatarak gülümsedi. Karanlıklardaki gölge birkaç metre gerideydi, mezara doğru yürüdükçe etrafı saran boşlukta hayali dalgalanmalar yaratıyordu; bu korkunç varlıktan havaya tutunmuş olan görünür görünmez ne varsa tiksinerek kaçıyor gibiydi. İyice yaklaşan gölge artık etiyle kemiğiyle Başak’ın önündeydi. İki metreye yakın boyu, göğüslerine kadar inen sakalı, yüzünü kaplayan kirli beyaz saçı ve paçavralarla yamanmış kıyafetiyle, küçük kıza bakan varlığın yüzü seçilmiyordu; gözlerinin olması gereken yerde iki küçük kor kömür tanesi gibi parlayan gözlerini saymazsak.
“Benden korkmuyor musun?” diyen kalın ses öylesine büyülü ve derindi ki, sanki başka bir alemden kopup binlerce gökadadan yankılanarak Başak’ın kulaklarına varmıştı.
“Korkuyorum,” diyen Başak’ın sesinde korkudan ziyade başkaldırı vardı.
“O halde burada işin ne küçük kız?”
Babama dokunmana izin vermeyeceğim.”
“Böyle bir şey yapacağımı da nereden çıkardın?”
“Senin işin bu değil mi?”
“Ya sana zarar verirsem? Ya seni öldürürsem?”
“Öldürürsen babama kavuşurum. Öldürmezsen annemle kalırım.”
“Yani her ihtimâlde sen kazanıyorsun.”
“Git buradan! Babamı rahat bırak!”
“Gerçekler anlatıla anlatıla böyle masala dönüşüyor işte.”
“Senin işin bu! Sen kötüsün!”
“Sakin ol küçük kız. Seninle bir oyun oynayalım. Eğer ben kazanırsam şu çirkin kolyeni alıp gideceksin. Eğer sen kazanırsan ben bu kasabayı terk edeceğim.”
“Ne oyunu?”
“Sana bir soru soracağım. Yanıtını yanlış verirsen ben kazanırım, doğru verirsen sen…”
“Sen yalancısın!”
“Öyle mi? Biraz büyüyünce asıl kimin yalancı olduğunu öğreneceksin. Teklifime ne diyorsun?”
Elindeki pusulaya bakan Başak, pusulanın iğnesine odaklandı. İğne biraz dönüp dolaştıktan sonra babasının mezarında sabitlendi. “Haydi sor! Hile yok ama!”
“Tamam hile yok. Sorum şu: Elinde olsa beni öldürür müydün?”
“Basit… Bu çok basit.”
“Dikkatli ol ama küçük kız. Çok da basit sayılmaz.”
Başak başını çevirip kasabanın doğusunu saran dağlara baktı. Güneş dağların zirvelerini kıpkırmızı parmaklarıyla semalara çizmeye çoktan başlamış, kıyılardan taşan dev dalgalar misali masmavi çehresiyle yükseliyordu. Aydınlığın bu ilk adımlarına tutunmuş birkaç yıldız ısrarla ışıldamaya devam ediyordu. Onu merakla izleyen varlığa bakan Başak, kendince yanıtı bulmuştu.
“Elimde olsa seni…” diyerek durdu ve babasının mezarına baktı.
“Evet?”
“Elimde olsa seni öldürmezdim. Neden biliyor musun? Sen gerçek değilsin de ondan.”
“Öyle mi? Gerçek olmadığım için mi benden korkuyorsun?”
“Seni öldürürsem kötü hissederim. Yani çok mutsuz olurum. Seni öldürdüğüm için değil ama. Birini incittiğim… birine zarar verdiğim için. Sen de olsan yani, birini öldürürsem… İşte o zaman… İşte o zaman sen gerçek olursun. Yani sen ölmesen daha iyi. Artık bizi rahat bırak!”
“Güzel bir yanıttı.”
“Sen neden kötüsün, biliyorum! Çünkü sen korkaksın! Kıskançsın ve… ve zavallısın! Git buradan, sözünü tut! Babamı rahat bırak!”
Karanlıkların ve sislerin ardında tüm görkemiyle duran varlık, Başak’a hiçbir şey demeden bir süre durdu ve düşündü. Karanlığı kavuran ateşten gözleri ağır ağır sönüyordu. Sisler giderek çekilirken bu görkemli yaratık giderek küçülmeye başladı; boyu kısalıyor, omuzları düşüyor ve tüm heybetini hızla yitiriyordu. Birkaç saniye içinde Başak’ın önünde kamburca, yorgun ve yaşlı bir adam vardı. Onu örten karanlığın ardından Başak’ın genç ve umut dolu yüzüne hasret ve acıyla baktı, arkasını dönerek yürüdü, kaybolup gitti. Sebebini bilmiyordu, fakat Başak bu yalnız varlığa acımıştı. Gün ağarmak üzereydi. Başak’ın yüreğini kaplayan korkunun ve kaygının yerini kusursuz bir umut almıştı. Şafağın serinliğiyle dolu derin bir soluk alarak arkasını döndü ve babasının artık huzur içinde yatacağını bilerek, görevini yerine getirmiş olmanın mutluluğuyla yürümeye koyuldu. Mezarlığın girişindeki tanıdık silueti görünce birden afalladı. Babasını kasabadan götüren gri araba yolun kenarına park etmiş, araçtan çıkmış olan bir subay ellerini önünde kavuşturmuş onu bekliyordu. Bu olabilir miydi? Başak var gücüyle koşmaya başladı.
“Baba!”
“Başak! Canım kızım!”
“Gördün mü baba? Gulyabaniyi yendim baba! Ondan hiç korkmadım ve seni korudum. Seni… Seni…” derken Başak’ın aklı başına gelmişti. Taze mezarı arkasındayken babasının kasabaya dönmüş olmasına imkân yoktu. Yoksa var mıydı? Hangisi rüyaydı, babasının ölümü mü kasabaya bir şafak vakti geri gelmesi mi?
“Ben gidiyorum Başak. Sana veda etmeye geldim kızım.”
“Seni çok özledim baba.”
“Ben de canım kızım, ben de.”
“Sen olmasan baba… Sensiz ödevlerimi nasıl yapacağım? Karnemi, yani karnemi kime göstereceğim?”
“Ben hep seninle olacağım. Bunu biliyorsun, değil mi? Sen beni düşündükçe…”
“Hep düşünüyorum zaten.”
“Bilmez miyim kızım? Ben de hep seni düşünüyorum. Seninle hep gurur duydum ve yapacağın her şeyle gurur duyacağım.”
“Seni seviyorum baba,” diyen Başak, önünde eğilen babasının boynuna var gücüyle sarıldı.
Kızının omuzlarını tutan Serhat, gözlerinin içine bakarak “Ömrün boyunca tek bir düşmanın olacak kızım; kalbinin korkuya teslim olmasına izin verme. Tercihlerini yaparken korkma kızım. Belki başlarda zorlanacaksın ama böyle sevgi dolu olduğun sürece, güzel, çok güzel bir yaşam süreceksin. Bunları anlamayacak kadar küçüksün ama… Unutma olur mu? Bu dediklerimi unutma. Başaracağını biliyorum kızım. Başaracağına eminim.”
“Korkmayacağım baba. Söz sana, başaracağım.”
Güneş, baba kızın üzerinde yükselirken dört bir yanı birden güçlü bir alarm sesi sarıverdi. Başak merakla etrafına bakmaya koyuldu. Bu ses öylesine güçlüydü ki sanki hem yerin altından hem de gökyüzünden her yana yayılıyordu. Arkasını dönüp henüz doğmuş olan güneşe baktı; gözleri kamaşınca eliyle gözlerine siper yaptı. Tekrar yola döndüğünde babası da gri araç da gitmişti.
Başak, ufak bir iniltiyle kanepeden hızla doğrulup uyandığında Hicran Hanım’ın ısrarla çalan telefona koştuğunu gördü. Etrafına baktı, terli anlını sildi ve kendine gelmeye çalıştı. Hemen yanında duran pusulayı görmese, babasının ölmediğine ikna olacaktı.
Her zamanki gibi elinde mutfak havlusu olan babaannesinin üzerinde yemek kokuları vardı. Akşam olmak üzereydi demek. Başak, babaannesini umursamadan doğruldu ve kanepede duran pusulayı eline aldı. Son günlerde yaptığı gibi kapıya koştu ve pusulayı dikkatle önünde tuttu. Şaşkınlıkla “Nasıl?” diye söylendi kendi kendine, zaten büyükçe olan ela gözlerini iyice açtı. Pusula artık mezarlık yönünü göstermiyordu, aksine Başak’ı gösteriyordu. Başak olduğu yerde döndü; hayret, pusula ısrarla onu göstermeye devam ediyordu. Gülümsedi, içeri girdi, okul çantasını eline aldı ve ödevlerini yaptığı küçük masaya geçti. Defter ve kitaplarını çıkarırken annesinin bir misafirle birlikte içeri girip onu izlediğini fark etmemişti bile. Babasının ölümü üzerinden bir ay geçmişti ve bunca zaman içinde Başak ilk kez ödev yapmak için masaya oturmuştu.
“Başak? Ödev mi yapıyorsun?” diye seslendi annesi usulca. Misafirleri de her zamanki gibi kanepeye kurulmuştu.
“Evet anne. Çok birikti yine. Bu yeni öğretmen tam bir ödev makinası!”
“Işıl Hanım’ı biliyorsun. Seni bugün de ziyarete geldi.”
Dönüp Işıl’a bakan Başak gülümsedi. “Sizin psikolog olduğunuzu biliyorum. Öğretmenim anlattı bana; psikologlar ve rehber öğretmenler bizlere yardım eder. Ama benim artık yardıma ihtiyacım yok. Yine de iyi ki geldiniz; bana ödevimde yardım edersiniz.”
Şaşkınlık içinde gözü parlayan Ayşe dönüp Işıl’a baktı. Kızını günlerdir ilk kez olağan bir biçimde konuşurken görüyordu.
“Her şey yolunda, değil mi Başak?”
Başak yerinden kalktı, annesine sarıldı ve gülümsedi. “Yolunda anne. Her şey yolunda…”
* * *
Otuz yıl sonra.
Birkaç saat süren yolculuktan sonra Başak’ın eşinin kullandığı araba kasabaya varmıştı. Hiçbir şey eski günlerdeki gibi değildi; ağaçların ve bahçelerden taşan çiçeklerin yerini beton binalar almıştı. Kasabanın çehresinde hastalık gibi duran taşıtlar her yerdeydi. Belki de Başak’a, yirmi yıldır uğramadığı bu kasabada tanıdık gelen tek şey yaşamın buradaki düşük nabzıydı; yine her şey alabildiğine durağan ve sakin görünüyordu. Başak mezarlığa yaklaştıkça iyice sessizliğe gömülerek, başını arabanın camına yaslamış çocukluğunda arşınladığı dar sokaklarda kendi gölgelerinin peşine düşmüştü. Oğlu arkada henüz uyanmış, aralıksız sorular sorarken mezarlığın önüne park ettiler. Kısa bir yürüyüşten sonra aile mezarlığının bulunduğu küçük tepeye vardılar. Yedi yaşındaki oğlu ilk kez bir mezarlığa girmiş olmanın şaşkınlığı içindeydi.
“Hic -ran… Hicran. Bu senin babaannen, değil mi anne? Benim büyük babaannem.”
“Evet Serhat.”
“1992… O, çoktan ölmüş anne.”
Başak, yan yana duran üç mezarın önünde sessizce duruyordu; onunla birlikte zaman, esen ilkbahar meltemleri, gökyüzünde gezinen kuşlar da durmuştu. Gözü babasının mezarındaydı. Eşi, oğlunun omuzlarından tutup onu bir süreliğine de olsa susturmaya çalışıyordu, fakat nafile; küçük Serhat oldukça meraklıydı.
“Ayşe. Ayşe! Benim anneannem, değil mi anne?”
“Öyle oğlum.”
“1998. Ölüm tarihi 1998. Kaç sene olmuş baba?”
“Yirmi yıl oğlum.”
“Serhat… Bu benim adım anne. Dedem, benim dedem! 1988! En çabucak dedem ölmüş baba.”
Başak babasının mezarına doğru bir iki adım attı. Babasının mezarıyla ilk kez karşılaştığı otuz yıl öncesi gibi; kırgın, tutuk ve acı dolu o iki adımla yıllar öncesine dönmüştü. Eğildi ve mezarın mermerinin üzerine düşmüş birkaç sarı yaprağı temizledi. Eli, kolyesini bıraktığı yere gitti. Eski bir dostun yüzünü okşar gibi okşadı babasının mezarını; kolyenin yerinde yeller esiyordu, fakat Başak ömrü boyunca o kolyenin yaydığı ışığı Kuzey Yıldızı misali yüreğinde, anlında hissetmişti. Ne zaman başı sıkışsa, önünü ne zaman karanlıklar kaplasa o ışık yolunu aydınlatmıştı. Eşi ve oğlu dikkatle Başak’ı izliyordu; küçük Serhat annesinin yüzündeki huzur dolu acıya ve hasrete odaklanmıştı.
Başak yavaşça yerinden doğruldu, babasının mezar taşına eğildi, öptü ve küçük bir kız çocuğu gibi ellerini önünde birleştirerek yutkundu; mücadele ettiği gözlerinden akan yaşlar değildi, aksine, yıllardır babasına uğramadığı için kendini mahcup hissediyordu. Yıllardır babasının mezarını sadakatle bekleyen dağlarla ve gökyüzüyle bir süre bakıştıktan sonra babasına döndü. “Biz geldik baba. Sana torununu getirdim, Serhat’ı getirdim. Annem öldükten sonra bir daha buraya gelmedim, biliyorsun. Üniversite, iş güç derken, malum… Türkiye’de bile değildim uzunca bir süre. Ama aslında neden hiç uğramadığımı sen daha iyi biliyorsun baba. Yüreğimi okuyabildiğini biliyorum. Gelemedim baba çünkü… çünkü emin değildim. Annem öldüğünde on sekiz yaşındaydım; üniversiteyi henüz kazanmıştım ve bu küçük akvaryumdan çıkıp ilk kez denize açılıyordum. Emin değildim baba; sana söz verdiğim gibi… Sana söz verdiğim gibi yaşayıp yaşamadığımı bilemeyecek kadar gençtim. Şimdi önündeyim işte. Oğlum, eşim ve ben, buradayız. Artık otuz sekiz yaşındayım ve baba, artık sana verecek bir yanıtım var. İyi bir insan olmak için çırpındım baba, çok çırpındım. Yaşarken korkmamak… Korkmadan yaşamak; öyle davranıp, öyle konuşup, tercihlerini öyle yapmak… Ne zormuş baba, insan olmak ne kadar zormuş! Gurur duyacağın bir hayat sürdüm mü, bilmiyorum. Sırf bu yüzden doktor oldum. Annem anlatırdı; doktorlara gıpta edermişsin. Gurur duyacağın kızın oldum mu, bundan pek emin değilim ama… Her zaman cesur ve dürüst oldum, bundan emin olabilirsin. Kalbim ne diyorsa onu yaptım, içimden ne geçiyorsa sevdiğim insanlara onları söyledim, doğru olan neyse diyetini de ödeyerek kendimce doğruyu seçtim baba. Kimsenin emrinde veya güdümünde olmadım. Bundan eminim çünkü bu tercihlerim yüzünden çok bedel ödedim. Sen de emin olabilirsin. Çoğunlukla yalnız kaldım. Elbette şikâyet etmiyorum, beni anlıyorsun. Ayrıca senden ayrıldıktan sonra; yani o… O geceden sonra baba, artık karanlıktan korkmadım, hiç korkmadım hem de. Gece odamda tek başıma uyuyabilmeme annem de şaşırmıştı. Sebebini anlamadılar ama ben biliyordum. Sen de sebebini biliyorsun; ben senin kızınım ve beni hiçbir şey korkutamazdı. Şimdi baba, biz yine gidiyoruz. Bu sefer daha uzun, kim bilir… Belki dönemeyiz baba, ülkeden ayrılıyoruz. O gün söylediklerini anlamamıştım, haklıydın. Ama sözlerini unutmadığımı da görüyorsun. Başımda olmadan bana babalık yapacak kadar iyi bir babaydın sen; ölümünden sonra dahi sevgin yaşamımı aydınlattı. Ben de bir evlat sahibiyim ve çektiğin acıları…” diyerek ağlamaya başladı Başak.
“Anne?” diyen küçük Serhat kımıldamadan annesini izliyordu.
Eşi gelip ona sarıldı. “Canım…”
Kimseyi duymayan Başak, mezar taşına odaklanmıştı. “Vurulduğun an ne hissettin, son soluğunda neler düşündün, can verirken baba, canın asıl neye yandı; evlat sahibi olunca seni daha iyi anladım,” diyerek derin bir soluk alan Başak sakinleşti ve duruldu. “Yanımda olmadan bile bana babalık ettin; bunu büyülü kolyelerle, pusulalarla, Gulyabani kabuslarının içinden çıkıp gelerek yapmadığını artık biliyorum. Beni, sekiz senelik birlikteliğimizde öylesine katıksız sevdin ki baba, sadece sekiz sene… Yüreğime ektiğin o sevgi, tüm kişiliğimin dayanağı oldu. Bugün sana geldim çünkü bilmeni istiyorum; önünde duran bu delikanlıya verecek bir emanetim var baba; senin ellerinle seviyorum onu. Oğlumu senin şefkatinle büyütüyorum. Onu senin yüreğinde dinliyor, senin huzurunla anlıyorum. Bilmeni isterim baba; başardım. Ben başardım baba!”
Son derece tutarlı, yer yer olağanüstü gerçekçi yer yer ise sürreal manzaralar sunan bir öyküydü. Çok acıydı aynı zamanda. Karakterlerin gerçekliği çok etkileyiciydi. Uzun olmasına rağmen insanı içine alan da bir temposu vardı. Yazar bunları yaşamış sanırım diye düşündürdü bana o derece gerçek bir öyküydü, eğer öyleyse çok iyi bir gözlemcisiniz, yok siz kurguladıysanız çok ciddi bir kurgu/hayal gücünüz var demektir.
Bu arada ben Başak’ın bunalımdan çıkmış ve büyümüş hali için pek sevinmedim aksine üzüldüm. Bu bir eleştiri değil sadece çocukluğunun erken bitişi üzdü beni.
Yorumlarınız için teşekkür ederim. Öyküde gerçekleştirmeye çalıştığım etkiye dair dönüt almak o kadar değerli ki.
Aslında bu bir kurgu ama bir yerlerde bir Başak’ın olduğu da gerçek.
Ne güzel demişsiniz; beni de öyküde üzen şey babasının ölümünden çok Başak’ın çocukluğuna veda etmesi. Yine de öykü yapısı içinde bu zaruriydi çünkü böylesine büyük bir acı insanı ister istemez büyütür. Hepimiz bir şekilde benzer deneyimlerle büyümedik mi?
Tekrar teşekkür ediyorum. Dönütlerinizi mürekkebime kattım.
Kemal Sinan Özmen
Sevgili @Kemal_Sinan_Ozmen
Bu ayki secki de hayal guclerimizin kesistigini kesfettigim nadir yazarlardan birisin. Umarim.firsat bulur ve oykumu okursun. Ikimizin hikayesindeki ana direkler ayni ama yaptiklari secimler tamamen farkli. Keske benim karakterimde Basak gibi akli basinda kararlar verseydi diye dusundum. Ayni zamanda Oyun elementini de cok guzel bir sekilde kullanmissin. Belki bir de benim versiyonumu okumak istersin.
Bunlarin disinda uzuldum, bir yandan Basak’in aklina ve saf durustlugune hayran kaldim. Gulyabani icin kurdugun karakter de cok basariliydi.
Anlatiminizin yer yer yavasladigi ve cok fazla duygu yuklendigi icin okuyucuyu zorlayabilen yerlerden sonra hikayenin hizlanmasi bize biraz daha rahat nefes aldirdi.
Elinize ve dus gucunuze saglik
Sevgiler
Dipsiz
Merhaba @Dipsiz,
Öykünü ve diğer öyküleri büyük keyifle okumuştum. Diğer yazar ve okurların yorumları da eli kalem tutan herkes için oldukça kıymetli, diye düşünüyorum.
Oyun, çocuk dünyasının doğal bir parçası ve fantastik elementleri öyküye etkin bir biçimde yerleştirmek için bize fırsat tanıyor, ki yaptığımız aşağı yukarı bu. Öykünüzün genel atmosferini, okuru hazırlıksız yakalayan incelikli kurgusunu, baharat niteliğindeki şiirsel unsurları ve en çok da sabırla inşa ettiğin karakterleri zevkle okudum. Nazım’ın kelimeleriyle “satırların nescine…” koyduğun efsunlu sözleri de gördüm, okudum. İyi bir öyküydü.
Son söz: Karakter yaratmak öykünün her katmanında büyük yaratıcılık ve emek istiyor; hele kısa öykü türünde. Sanırım karakter inşası için iki öykü de beş bin kelime lüksünün tadını çıkarmış. Sonuçta keyifle okunacak bir öykü sunmuşsunuz.
Teşekkür ediyorum.
Sinan