Ilık bir bahar akşamıydı. Rüzgar, Hezarfen’in penceresinden şefkatli bir dost gibi sokulup, evin içinde sakin sakin uğulduyordu. Hezarfen, başını kitaplarının arasına koymuş, hiç kıpırdamadan öylece duruyordu. Bir düşüncenin pençesine sıkışmış her insan gibi, ne uyanıktı ne de ayık. Onu bu dalgınlıktan uyandıran, en yakın dostu Fatih’in kapısını çalması oldu.
Fatih ve Hezarfen, çocukluk yıllarını birlikte geçirmişlerdi. Çocuklukta her duygu, insanın gözünden tatlı bir ırmak gibi damlar. Büyüdükçe o ırmağın yataklarını içimize yönlendirsekte, çocukluk arkadaşları o ırmağın en kuytu köşelerini dahi bilirler. Bundandır ki; Fatih, Hezarfen’in gözlerinin kenarındaki bir parça hüznü hemen yakaladı.
“Hayrola huysuz bilge, artık gökyüzüne bakmıyor musun?”
Hezarfen, bir dostun tanıdık sesine kapılıp az da olsa gülümsedi. Fatih’i gördüğüne seviniyordu, günlerdir içinde biriktirdiği kelimeler, yeni bilenmiş bir hançerin ucu gibi ruhuna değiyor ve canını yakıyordu.
“Bakmayı deniyorum lakin, kafamın içinde uğursuz bir ağırlık var. Boynum bu ağırlığa karşı koyamıyor.”
Fatih şaşırmıştı. Hezarfen’i ilk kez böylesine huzursuz görmüştü.
“Gökyüzüne bakamayan, uçmak için hayal de kuramaz. Seni bu hayalden bağımsız düşündüğümde, derdinin büyüklüğünü idrak ediyorum. Anlat hele, öğreneyim.”
Hezarfen, sözcükleri sıraya koymak için epeyce çabaladıktan sonra anlatmaya başladı.
“İki hafta önce, Üsküdar’a gittim. Zihnimi temiz hava ile tazelemek niyetinde olduğumdan, denize yaklaştım. Bakışlarım ufukta beliren bir gemiye takıldı sebepsiz, öylece izledim.”
Hezarfen aniden sustu. Kati bir sessizlik, cümlelerinin üstüne giyotin gibi indi. Fatih, dostunun yüzüne bakmaya çekiniyordu. Bu durumlarda göze değen her bakışın, kelimeleri iyice boğacağını biliyordu. Birkaç dakika suskun kaldılar, sonunda Hezarfen ayağa kalktı. Odanın içinde volta atmaya başladı.
“Bugüne kadar sayısız kitap okudum, bir çok şey öğrendim. Kendimi bilgeden sayardım, beynin cahilliği bilgiyle kavuşana kadardır derler, bu doğrudur. Sorun şu ki sana anlatmaya çalıştıklarımın beyinle bir ilgisi yok.”
Bu sözlerin üstüne Fatih de ayağa kalktı. Biraz evvel kaçırdığı bakışlarını, şimdi dostuna doğru yöneltti. Hezarfen, gözlerini saniyesinde Fatih’den kaçırdı.
“İşte şimdi anladım kederinin nedenini Hezarfen.”
İki dost aynı anda gülümsedi. Hezarfen rahatlamıştı.
“O gün gemiyi izledikten sonra, eve dönmek için doğrulurken kolumun bir şeye çarptığını hissettim. Kafamı çevirdim ve onu gördüm. Sanki işinin ehli bir heykeltıraş tarafından yanıma bırakılmış gibi, kıpırdamadan öylece duruyordu. Katı çehresinde hiçbir ifade yoktu, ta ki bakışlarını bana çevirene dek. Gözlerinin hırçın mavisi o kadar güçlüydü ki; denize, göğe renk veriyordu. O kadar güçlüydü ki, zihnimi maviye bulayıp kalbime doluyordu.”
Hezarfen soluklandı, bir bardak su içti.
“Bir şeyleri haykırmak istiyorum fakat kalbimdeki zincir, dilime de tesir ediyor.”
Fatih elini Hezarfen’in omzuna koydu.
“Sevgili dostum, biraz evvel söylediğin gibi beynin cahilliği bilgiyi görene kadardır.Kalbin cahilliği ise hissedene kadar. Konuşmaya yakın bebekleri düşün, anladıklarını kelimelere dökmeleri için kısa bir süreye ihtiyaçları vardır. İlk aşkın ruhuna keşfettirdiklerini eminim ki anlıyorsun. Fakat konuşmak için senin de zamana ihtiyacın var. Aşkı anlatmak, lisan içinde bir lisan gibi.”
Fatih devam etti.
“Onu bir daha hiç gördün mü?”
Hezarfen soruyu duyar duymaz yeniden gülümsedi.
“Dün, aynı yere tekrar gittim. Bu defa benden önce oradaydı, cesaretimi topladım, hep hayal ettiğim Galata’dan kendimi bırakmak ile onun yanına gitmek arasında pek de bir fark yoktu inan. Tekrar gözlerine baktığımda ise bulutları kucaklıyordum. Belli belirsiz bir gülüş attı, o an sanki kanatlarım koptu. Ilık bir lodos, ruhumu bedenimden ayırıp dalgalarla birlikte savurdu ve ben bir ağacın en zayıf dalını kıpırdatan naif bir esinti oldum.”
“Ya sonra?”
“Güldü ve gitti. Ben de koşar adım eve geldim. Kısa bir uykuya, garip rüyalar sığdı. Birisi vardı ki, aklımdan çıkmıyor.”
“Anlat hele.”
“Bir serçenin kanadında, fırtınalı gökyüzünün arasından geçiyordum. Fırtınanın keşmekeşine rağmen, serçe korkusuzca süzülüyordu. Birden güneşin ucuna değdik ve fırtına kayboldu. Aşağı doğru inişe geçtik ve o yine aynı yerdeydi. Bizi bekliyor, bize bakıyordu. Kucağımı açıp onu da almak istedim lakin serçe korkuyla çırpınmaya başladı. Fırtınanın içinden geçen kanatları sanki birden zayıflamıştı, beni atıverdi. Oysa onları aşkın kanatları sanmıştım.”
Fatih ciddileşti.
“Aşkın kanatlarına güven olmaz. Fırtınalardan çıkar da, gider en ufak bir yelde kırılır. Ne zaman süzülecek, ne an kanat çırpacak belli değildir. Bu gizemidir belki de, en güçlü iradeleri bile kendine köle eden.”
Hezarfen’in gözleri parladı. Kapıyı açıp, çıplak ayakla çimlere bastı. Gökyüzüne döndü, havayı içine çekti.
“Belki de kendi aşkımın kanatlarını hemen bu gece kendim yapmalıyım. O vakit güvende olurum.”
Fatih, dostunun aklından geçenleri anladı.
“Üzerinde çalıştığın o zayıf örtüden bahsetmiyorsundur inşallah.”
“Sabah bir daha gör sen o örtüyü. Bir kartalın kanatlarından sağlam olacak. Galata’dan kendimi bırakıp Üsküdar’a ineceğim. Onu kanadımın ucuna oturtup, rüzgarla tekrar havalanacağım. En yükseğe çıktığımız an, onu sevdiğimi söyleyeceğim.”
“Kendini öldüreceksin, bu hiç mümkün görünmüyor.”
“Görünecek.”
“Ne zaman?”
“Ben gerçekleştirdiğimde. Her büyük eylem gibi, gerçekleştikten sonra insanlara mümkün gelecek. Yarın öğleden sonra uçacağım, herkes izleyecek.Sen kalabalığı haberdar et yeter.”
Hezarfen, odasında şafak görünene dek çalıştı. Güneşin taze ışıkları, Hezarfen’in yaptığı kanatların üzerini okşuyordu. Azminin arkadaşlığında, üç saat içerisinde çalışmasını bitirmişti. Şimdi yorgun gözlerini gökyüzünden alamıyordu. Yıllar önce okuduğu bir kitapta geçen”Bence uçmak, insanın en özgür haliyle ruhunun kapısına dokunmasını sağlayabilir.” cümleleri hayatını değiştirmiş, hayallerini zapt etmişti. Dün kendisine bir hande veren, adını bilmese de gözlerinde ona dair bütün kelimelere sarıldığı kadın da, baskın veren bir yağmur gibi bütün yaşamını ıslatmıştı. Bugün iki hayaline aynı anda koşacaktı, hem uçacak hem de sevgisini anlatacaktı, artık dili çözülmüştü.
Nihayet öğle vakti gelip çattı. Haberi alan kalabalık, Galata’nın önünde toplanmış, aklını kaçırdığını düşündükleri bu adamı izlemek için birikmişti. Hezarfen, Üsküdar’a doğru gözlerini dikti, hiçbir şey düşünmeden kendini boşluğa bıraktı. Kanatları açık gökyüzünün koynunda, sessizce kayıp gidiyordu. Hezarfen, öyleyse fırtına çıkmamalı diye düşündü. Kalabalığın dili tutulmuştu, birkaç zayıf homurtu dışında kimse ses çıkaramadı. Gözlerinin gördüklerini, akılları idrak edemiyordu. Hezarfen’in aklına, sevdiğinin her zamanki yerinde, Üsküdar kıyısında olmayabileceği düşüncesi bir kez olsun aklına gelmemişti. Bu, aşıklara özgü bir iyimserlikti ve bunu bozacak olumsuz bir hal yoktu. İşte tam Hezarfen’in karşısında gözlerini ona dikmiş bekliyordu. Tıpkı gördüğü rüyadaki gibi, hiçbir şaşkınlık emaresi olmadan sadece onu bekliyordu. Hezarfen, kıyıya doğru alçalıp, ellerini kaptığı gibi onu kanadının ucuna oturttu. Kanatlarını açtı, biraz havalandılar bu yeterli olmadı. Ansızın düşmeye başladıkları o an, Hezarfen gözlerini kapadı. Rüyasında gördüğü güvenilmez serçe, kapadığı gözlerinin ardında ikisine doğru kanat çırpıyordu. Hezarfen, sessizce konuştu.
“Bulutlara yaklaşana kadar gözlerimi açmamalıyım.”
“Ben de.”
Sevdiğinin sesi, Hezarfen’in kulaklarında rüzgarı bir enstrüman gibi çaldı.
“Serçeyi sen de görüyor musun?”
“Evet. Birlikte gördüğümüzdendir ki, kanatları çok güçlü.”
Gözleri kapalı, sonsuza kadar konuşabileceklerini hissettiler. Yine de Hezarfen, gözlerini bu manzaradan mahrum etmeye daha fazla dayanamadı. Gördükleri, ruhuna yıldırım gibi çarptı. Denizin üstünde, bulutlara yakın duruyorlardı. Kalabalığı ise artık göremiyordu. Sevdiği kadının gözleri hala kapalıydı, dudakları ince bir gülüşle kaplanmıştı. Hezarfen, sevdiğinin sol yanağındaki gamzeyi ilk kez fark etti.
“İşte hayalin ve gerçeğin, rüzgarın nefesiyle aynı anda dolduğu ufak bir çukur. Seni seviyorum.”
Hezarfen’in bu sözlerinden sonra, bu gamze giderek büyüdü. Öyle ki, Hezarfen’e güneşi içine çekip, gamzesinde bekletebileceğini düşündürdü.
“Ben de seni seviyorum.”
Serçe, ikisinin de yanaklarına birer buse kondurup, yüzünü güneşe dönüp uçtu. Hezarfen ve sevdiği, hafifçe Üsküdar’a indiler. Birbirlerini ilk gördükleri yerde, yalnızdılar.
Halk, günlerce Hezarfen ve sevdiğini konuştu. Hezarfen, hayallerinin imzasını gökyüzüne atmıştı, insanlar artık göğe baktıklarında yalnız onu görüyorlardı. Halkın bu hali, Sultan Murat’ı endişelendirdi. Bir sabah, haberci yollayıp Hezarfen’i sarayına çağırttı.
“Yaptıklarını hayretle izledim. İçimizden böyle bir alimin çıkması beni bir yandan gururlandırsa da, çoğunlukla kaygı veriyor. Çok seviliyorsun. Halkın gözünde, senin için her şey mümkün. Bir ademoğlu hakkında yayılan bu düşünce, sağlıklı değil. Yarın, gün ışıdığında Cezayir’e gideceksin ve kendini unutturacaksın.”
Bu günden sonra, Hezarfen’i İstanbul’da gören hiç kimse olmadı. Hezarfen, Cezayir’de gökyüzüne baktığı ilk an, kendi kendine mırıldandı.
“Nereye gidersen git, bu cihan içinde yegane bir gökyüzü var. İmzamı ve aşkımı, buradan da görürüm. Günün birinde alem beni unutsa da, ben yaptıklarımı unutmayacağım. Bu kafi.”
O an gizemli arkadaşı serçeyi yeniden gördü. Hezarfen’in terli alnına serin bir esinti yaydı, tekrar güneşe doğru kanat çırptı. Hezarfen ve sevdiği ölene kadar, aradaki mesafede yaptığı uçuşlardan hiç yorulmadı.
Hezarfen, geçen yıllar içinde sevdiğinin adını bilmediğini fark etti ve onu düşünürken her daim ”Sevda”dedi.
Sevgili Cüneyt,
Çok derin ve usta işi bir cümle: “Bir düşüncenin pençesine sıkışmış her insan gibi, ne uyanıktı ne de ayık” bu ifadey,i yazarken hissettiklerinden ilham alarak kaleme aldığını düşünebilir miyiz Akıcı bir öyküydü. Hazarfen’i daha önce sevdalanmış, halini okuyacağımı düşünmezdim. Güzel bir ayrıntı olmuş. Karakterde en çok takdir ettiğim ayrıntı kendisini anlatmak konusunda çok başarılı olması. Karakterin bir duruşu, sesi ve kelimelerin ötesinde hayal gücümüzde kapladığı bir alan var. BU yüzden seninle naçizane düşüncelerimi paylaşmak isterim;
Okuyucu, karakterin hikayedeki tercihlerini olduğunu gibi kabul etmek konusuda çoğu zaman direnc gösterir. Bu yüzden onları hazırlamanın yazarın en önemli işlerinden biri olduğunu düşünmüşümdür hep. Uçmak ve Hazarfen gibi bir konuda yazarken, karakterin bu eyleme iten amacı/nedeni ister istemez hikayenin mendireği oluyor. Burada Uçma sevdalısı olduğunu anlıyorum ama ikincil amaç olarak verilen önceki gün gördüğü mavi gözlüye aşık olmasını, uçarak ona ulaşıp sevdiğini ispatlamasının altının biraz daha dolması gerektiğini düşündüm.
Karakterin rüyası, mavi gözlü kadın, kanadın ucundaki serçe bunların arasında biraz kaybolduğumu itiraf etmeliyim. Ayrıca, cezayirden serçe mi gidip geliyor yoksa Hazarfen deniz aşırı mı uçıyor aşkı için, gibi sorular belirdi. Bazen hikaye yazmak bizim enerjimizi tüketir ve sona yaklaşmak isteriz. Bu yüzden hayal ettiğimiz hızda yazarız ancak bazen bu tekrar o kısma dönmemizi ister.
Bu iki konuyu değerlendirmene bırakıyorum.
Eline ve düş gücüne sağlık
Sevgiler
Dipsiz