Ahali toplanmıştı. Bütün meraklı bakışlar onu izlerken, o bu bakışlara aldırış etmiyor, neler yapabileceğini biliyordu. Her şeyi sanki doğuştan biliyordu. Prangalardan kurtulmuş ruhuna güven duyuyordu sadece. Yalnızca tek bir şeyi düşünüyordu: Uçabilmeyi.
Diğer insanlardan farklıydı. Çünkü kendine özgü bir güneşi vardı onun. Sadece kendisinin ısınabildiği. Bir kuş gibi hissediyordu kendini. Kuş gözüne sahip, kuş gibi meraklı, kuş gibi yolundan alıkonulmaz… Birden fazla ömrünün olmadığını biliyor, ama ölümsüz olduğuna inanmakta kendini özgür hissediyordu.
Herkes mecnun diyordu ona. Böyle anılmak pek hoşuna gitmiyordu. Çünkü, bir mecnunda her zaman biraz mantık bulunurdu. O da inandığı şeyleri sorgulamayı pek sevmezdi. Sorgunun kendisini sınırlandıracağına inanırdı.
Deli, maceracı, hayalperestti insanlara göre. Bu fikirleri onu hiç ilgilendirmiyordu. İnandıkları uğruna tek başına kalmayı göze almıştı çoktan. Onun hürriyeti de buydu.
İnançlara yaşamak için değil, görebilmek için ihtiyacı vardı. Görüntü varsa inanç var, görüntü yoksa inanç yoktu. O insanlardan farklı şeyleri görüyordu. Kendi zincirlerini kırarak, özgür kanatları ile uçmaktı dileği. Etrafındaki yüzlerce insanın “ İmkansız” nağmelerine kulaklarını tıkıyor, kulaklarında kendi nağmesi olan “Yapabilirsin” yankılanıyordu.
Adı ilime merakından dolayı bin fenli anlamına gelen Hazerfen olarak anılıyor, Çalışmaları insanlar arasında kulaktan kulağa dolaşıyor, Hayallerinin peşinde koşan bu mucit hakkında birçok şehir efsanesi dolanıyordu. Kuş gibi uçabileceğine birçok kişi inanmıyor, gülüp geçiyordu.
Osmanlı’nın içişlerinin en karışık olduğu dönemlerdendi. Buna rağmen zamanın padişahı IV. Murat, Hazerfen’in çalışmalarını destekledi. Ya başarırsa? O zaman Osmanlı’nın başarısı Avrupa’da yankılanacaktı.
En iyi dostu Evliya Çelebi’nin uyarılarına rağmen geri dönmeyecekti Hazerfen. Ölüm vardı. Evet. O yüzden Dünya’da yaşanılan her şeyin sonu umutsuz bir şekilde son buluyordu belki bir çoğuna göre. Ama mutlak son karşısında bile umutsuz olmamalıydı. Yüreğinin kapılarını kapamamalıydı hayallerine. Çünkü, yaşamın saçmalığı karşısında, inadına da yaşamak gerekiyordu.
Lodoslu bir İstanbul sabahıydı. Uçuşun olcacağı halka gününden önce tellallar ile ilan edilmişti. Artık geriye dönüş yoktu. Kararlıydı Hazerfen. Lodos bile onu geri döndüremezdi artık.
Halk Galata Kulesi’nin önünde toplanmış, meraklı bakışlarla beklemedeydi. IV. Murat da Sarayburnu’ndaki köşkünde Hazefen’in uçuşunu izlemek için sabırsızlanıyordu. Beklentisi gerçekleşirse, herkes Osmanlı’nın başarısını konuşacaktı.
Hazerfen ağır adımlarla Galata Kulesi’ne tırmanıp, kanatlarını taktı. Halkın bağırışlarıyla birlikte kendini boşluğa bıraktı. Lodosla beraber yaklaşık üç buçuk kilometrelik yol katederek Üsküdar’a inmeyi başardı. Padişah olayı bütünüyle köşkünden izledi.
Hazerfen Çelebi artık mutluluk sarhoşuydu. Çalışmalarının karşılığı boş çıkmamıştı. IV. Murat da sonuçtan pek bir memnundu. Bir kese altınla mükafatlandırmıştı Hazerfen’i.
Halk arasında Hazerfen’e başarısından dolayı büyük ilgi vardı. Önceleri bu bir sorun olarak görülmedi. Sonra Hazerfen’i kendilerine rakip olarak gören vezirler, iç karışıklıkları bahane ederek Hazerfen’e karşı padişahı kışkırttılar.
Gözü korkmuştu padişahın. Annesi Kösem Sultan’dan devletin kontrolünü aldığından beri gün geçtikçe, daha sert ve agresif bir yapıya bürünmüştü. İçi korku ve öfke doluydu. Kardeşlerinden bile ölesiye korkuyordu ki, ya Hazerfen’den? Onu öldüremezdi. Halkın öfkesini kazanamazdı.
Ölümsüz olmak… Her şeyin olduğu gibi bunun da bir bedeli vardı. Hazerfen bu bedeli ödeyecekti. Zekiydi, akıllıydı. Kendisi fevkelade korkulacak biriydi. Bundan dolayı da Cezayir’e sürgün edilecekti.
Doğru ya, olamayacak şeydi bir insanın uçabilmesi. Bu adam bunu başarabildiğine göre istediği her şeyi de yapabilirdi. Katı yapısı ile tanınan IV. Murat için bütün zeki ve güçlü insanlar birer tehlikeydi. Ona göre ayaklanma bile çıkarabilirdi Hazerfen…
Ne ayaklanma çıkarmak, ne de kahraman olmaktı derdi. Büyük bir adım attı bilim ve insanlık için… Ve başarıyı elde etti icat ettiği kanatlarla. Mükafatı sürgünde ölmekti bir insanlık ayıbı olarak. Tarih tekerrürden ibaretti. İlki bu olmadığı gibi gene meyve veren ağaç taşlanmış oldu.
Merhabalar,
Öykünüz kısa anlatım düzgündü. Yalnız öykü çok sade olmuş, hani olayın üstüne kendinden bir şey katsaydin ya da olayın önüne veya ardına bir şeyler ekleseydin çok daha okunur bir öykü olurdu. Kaleminden başka öyküler de okumak isterim o zaman. Görüşmek üzere.
Yorumunuz ve ilginiz için teşekkür ederim. Bu öykümü biraz yalın ve sade tuttuğum doğru. Çünkü öykü içinde vermek istediğim bir mesaj vardı ve çetrefilli yollardan anlatmak istemedim.
Tekrardan ilginiz ve alakanız için teşekkür ederim. Görüşmek üzere
Merhaba,
Öncelikle ellerinize sağlık. Bana kalırsa kurgusal bir öyküden ziyade yaşam öyküsüne daha çok benzemiş. Birçok tanımlama mevcut. Bu sadece “Hezarfen Ahmet Çelebi Kimdir?” sorusunun cevabını okuyormuşuz hissi yaratıyor. Bunun dışında net ve öz cümleler okumak keyifliydi. Umarım başka öykülerinizle de karşılaşırız.
Öncelikle yorumlarınız ve tespitleriniz için teşekkür ederim. Evet, hikayemde “Ahmet Çelebi”’nin kim olup, olmadığı ile ilgili tanımlamalar mevcut. Ancak benim burada üzerinde durduğum, Hazerfen’in kahramanlık vasfından çok, başarma arzusunun sonucu, ödeyeceği bedeli göze alabilmesiydi. Kalemimin götürdüğü yere gittim. İlginiz için teşekkürler…
Sevgiler
Sade ve güzel bir yazı olmuş. Diğer arkadaşların yazdıklarının hepsini okuyamadım, şimdiye kadar okuduğum öykülerin içinde temaya en yakın öykü sizinki olmuş. Kanaatim uçmaya bu kadar meraklı birinin neler hissettiği bir paragıraftann fazlasını hakkediyor. Yüksekten bakan birinin aşağıyı nasıl gördüğü, kendisini izlemeye gelen insanlara karşı hissettikleri, ayaklarının boşluğa çıkması belki ilk andaki düşüşü, havada nasıl süzüldüğü, rüzgarı yüzünde hissederken nasıl heyecanlandığını belki korku ve endişelerini ve uçmak kadar -hatta daha fazla olacağına inanıyorum- nasıl ineceğini iniş anındaki duygularını vermeliydiniz. Sonuçta iyi bir öyküyü daha iyi yerlere taşıyabilirdiniz…