“Nedir o gökyüzündekiler; ne de usulca, umarsızca parlıyorlar öyle görüyor musunuz? Gece bittiği vakit birleşip yek oluveriyorlar. Gece karanlık görünenin asıl rengi, gündüz onlar birleşince anlaşılıyor. Gök sahiden de maviymiş; gece de mavi, gündüz biraz daha mavi… Tıpkı deniz gibi diyeceğim ancak göğün yansıması olmasa suyun rengi yoktur ki. Suyun berrak mı berrak olduğu ancak şekil alınca anlaşılır, yeter ki kirletilmesin. Su bir renk hırsızı değil, görenin yansımasıdır. Doğru bakarsan çok şey anlatır. Su göğe ne anlatmaya çalışıyor ola ki? Gündüzün Birleşmiş Yıldızlar İmparatorluğunun vatandaşları, günün diğer yarısına girmeden rengârenk bir savaşa girişirler. Neyi paylaşamadıklarını biz ölümlü ruhlar bilmeyiz, büyük ihtimalle bütünün parçası olmak ağır gelmeye başlar ve her bir küçük yıldız artık kendi yoluna gitmek ister. Ardından dağılırlar ve o parçalar kendi başlarına bütün olurlar geceleri. İşte bu göğün hikâyesidir.”
Şef çocukların uyuduğu tipide tok sesiyle tane tane göğün masalını anlatıyordu. Çocukların onun rahatlatıcı sesini duyar duymaz uykuları geliyordu. Uykuya dayanıklı olmayan çocuklar bu durumdan hep şikâyetçi olurlardı. Çünkü dinledikleri masallar her gece yarım kalıyor ve bu masalları diğer arkadaşlarından dinlemek zorunda kalıyorlardı. Kulaktan kulağa misali masal her seferinde onlara başka anlatılıyordu. Masalı, uykuya direnebilmiş çocukların hangisinden dinlerseniz dinleyin Şef’in daha önce anlattığı bir masaldaki “Kabilemizdeki insan sayısı kadar tanrı olduğunu kabul ederiz; belki sadece tek bir tanrı vardır fakat onu hepimiz başka algılarız, bu yüzden çoktur.” sözünü kanıtlarcasına bambaşka bir hikâye dinleniyordu.
Uykuya direnen az sayıdaki çocuklardan biri bir anda masaldaki açık bir kapıyı fark etti; Şef suyun göğe ne anlatmaya çalıştığını söylememişti. Masal bittikten sonra bir süre bekledi, fakat devamı gelmedi. Şef’in tipiden çıkmak üzere onları yataklarında ziyaret edip uyuyup uyumadıklarını kontrol ettiğini görünce yanına gelmesini bekledi. Şef kırışıklı yüzünün ardındaki karanlıkta parlayan çakmak gözlerini büyütüp kaşlarını çatarak ona doğru yaklaştı. Çocuk çekiniyordu fakat merakı daha baskın geldiğinden Şef daha ağzını açamadan onun kulağına eğildi ve “Su göğe ne anlatmaya çalışıyordu?” diye sordu. Kızmak üzere olan Şef çocuğun bu sorusuyla yumuşamıştı, tonton fakat sessiz bir kahkahayla “Şu an suya bakıyor olsaydın, sana uyuman gerektiğini ve bunu başka bir zaman dinleyeceğini anlatmaya çalışırdı.” dedi. “Yarın sabah kuşluk vakti gelince Tüküren Tepe’nin yamacında Hüzünlü Sekoya”nın gölgesinde benimle buluş. Sana o zaman anlatacağım masalın devamını. Kardeşlerine söyleme, aramızda kalsın. Şu anda merakından uyumamayı düşünüyorsun biliyorum, yarın seni uykulu görürsem masalı unutmanı öneririm. Karanlığın ihtişamı üzerine olsun ama rüyalarına dokunamasın emi.” diyerek ona göz kırptı. Sonra kalan çocukları da ziyaret etti, uyuduklarından emin olduktan sonra tipiden çıktı.
Küçük çocuk zor gelse de heyecanını yenip uyumayı başardı. Zira heyecanı onu uykusunda da rahat bırakmamıştı. Rüyasında köyün aşağısındaki dereyi gördü. Derenin suları vahşice kabarıyordu. Birden kabarcıklar dönmeye başladı. Kıyıda serinleyen bufalolar, ihtiyaçlarını giderirken huzursuzlanmaya başladılar. Tedirgince bekleyip yerlerini koruyorlardı. Böcek vızıltıları, suyun şırıltısı ve bufalo homurtuları dışında herhangi bir ses yoktu. Vızıltılar duyulmaz hale geldikten sonra homurdanmalarını izleyen bir panikle kaçmaları, ancak derenin ortasında oluşan girdabın suyu göğe taşıması ile oldu. Bufalolar ağaçların arasından karanlığa doğru gözden kaybolurken gökyüzünü saran dallar ve yapraklar mevsimi adeta sonbahara dönüştürüyorlardı. Yılın bu zamanı için ilginç bir havaydı. Su yükseliyor ve girdap büyüdükçe büyüyordu, sonra yine birden tıpkı yaşlanmış gibi büyümesi durmaya başladı. Neden sonra gökte turkuaz bir ışık parlamaya başladı, etrafında şimşekler çakılıyordu. Turkuaz ışık ufkun sonsuzluğundan suyun derinliklerine inene kadar girdap yükselmeye devam etti. Sanki su gökten gelen ışıkla buluşmaya çalışıyordu. Birden girdabın tepesinde bir kadın beliriverdi. Kadın çırılçıplak bedeniyle girdabın üzerinde dans eder gibi duruyordu. Ellerini ağzına götürüp sanki yukarıya, ışığa doğru fısıldar gibi hareketler yapmaya başladı. Yeşil, yosundan saçlarını arkaya savurdu. Sanki fısıldadığı kişiden karşılık alamamış gibiydi. Sol elinin işaret parmağını sert bir hareketle yukarıya kaldırdı ve sonra bir çığlık atmaya başladı. Ancak ince tiz bir çığlık değildi çıkan sesler, dalga sesleri yükseliyordu. Sonra sustu, başını gökten yere eğdi ve onu izleyen biri varmış gibi çocuğun izleyen bakışlarına döndü.
Yüzünde sert ve korkutucu fakat anlayışlı bir ifade vardı. Kim olduğu belirsizdi, sadece uzaktan ifadesi anlaşılıyordu. Teninden damlacıklar akarken vücudu kadar güzel ve ince olan ağzını açtı. Girdabın tepesinde suda yürür gibi dururken şefkatle başını eğdi, kendisine tüm dikkatini vermiş olan çocuğa seslendi; “Geri gelecekler oğlum!”. O an tüm sesler sustu, tüm renkler kayboldu. Etrafı tamamen köpüklü sular kaplamıştı. Sonsuz bir mavi ve kabarcıklardan başka hiçbir şey görmeyen çocuk üzerine doğru gelen dalgaların arasında boğuşuyordu. Sonra tamamen sulara gömüldü, boğulacağını düşündü fakat nefes almaya ihtiyacı yoktu artık sanki. Yosun saçlı kadın da ona doğru yüzüyordu. Gökteki turkuaz ışıktan ve şimşeklerden bihaber şekilde kadından kaçmaya koyuldu. Beyhude bir çabaydı, kadın suyla bütünleşmiş gibi arkasını döner dönmez yüzerek ona yetişmişti. Yüzüne baktı kadının, şaşırdı. Seslendi, suyun altında nasıl konuşabildiğini sorgulamadan seslendi: “Anne…”. Kadın hiçbir şey söylemedi, sadece gülümsemekle yetindi. Onu çekip göğe doğru sürüklemeye başladı. Işık artık gözünü kör edecek kadar yakındı, bu yüzden gözlerini kapadı. Anlamlandıramadığı bir şaşkınlık vardı, bu gördüklerinin gerçek olmadığının idrakine bir türlü varamıyordu. Annesi onu taşırken tek düşünebildiği ona sarılmaktı ve öyle yaptı. Korkuyordu, annesi bunu hissetmiş gibi bir eli onu çekerken diğer eliyle başını okşamaya başladı. Gözleri hâlâ kapalıydı ve annesinin elini hissetmek onu biraz olsun rahatlatmıştı. Fakat bu his uzun sürmedi, annesinin elleri kaybolmuştu. Etrafına baktı, onu göremiyordu. Ayaklarının altına bakınca artık girdabın tepesinde yer alanın kendisi olduğunu anladı. Dengesini kaybedecek gibi oldu fakat sıcak bir şey onu tutup kaldırdı. Yüzünü kurtarıcısına döndü sevinçle, annesini tekrar göreceğini sanmıştı. Ancak hiç beklemediği biriyle karşılaşmıştı.
Kurtarıcı, turkuaz ışığın ve şimşeklerin kaynağıydı. Şimdi onu daha yakından görebiliyordu. Çocuğa “Kim olduğumu biliyor musun Tlillan?” diye sordu. Tiz fakat güçlü bir sesi vardı. Tlillan baştan aşağı bu büyük adamı incelemeye koyuldu. Kafasında tüyler, etrafında uçuşan çiçekler ve kelebekler, elinde tuttuğu yan yana dizilmiş dört büyük diş ve turkuaz bir silah; Tlaloc’un şimşeği… Sanki onu daha rahat görebilsin diye küçülüyordu, çocuk gözlerini ovuşturdu. Tekrar açtığında karşısında onun boyutlarındaydı artık, bir çocuk kadar. Kim olduğunu anlamıştı: Yağmur Tanrısı Tlaloc. “Heybetimi mazur gör, siz küçük çocukları korkutmak beni tüm yaşamlarım boyunca derinden yaralamıştır. Umarım bu görüntü böyle iyidir. Şimdi güzel çocuğum, masalın devamını ben sana anlatayım. Su göğe tekrar birleşeceklerini anlatıyordu. Su da bölünecekti gökteki yıldızlar gibi. Sonra hafiflemiş olarak damlacıkları halinde göğe yükselecekti. Ardından en kurak zamanda ben onları yere yağmur olarak tekrar indirecektim. Bu döngü Tezcatlipoca ayağını o kibirli ejdere kaybettiğinden beri devam ediyor.” Tlillan’ın kafası karışmıştı, soruları vardı fakat fazla vaktinin kalmadığını anlamıştı. Bedeni uyanıyordu. Tanrı Tlaloc yüzü tarifsiz yüzü yavaş yavaş kaybolurken son kez çocuğa seslendi: “Şef’in yanına gittiğinde onu uyar çocuğum. Doğudan gelenlere güvenmesin. Onlar Quetzalcoatl’ın askerleri değil.”
Tam vaktinde uyanmıştı. Hatta Şef’in yanına gitmeye hâlâ biraz vakti vardı. Oturup rüyayı düşündü yola çıkmadan. Kimin geri geleceğini anlamıyordu. Doğudan gelenleri de anlamıyordu. İstemsizce annesini düşündü. Kendisi o daha çok küçükken ölen annesinin rüyasında değil hissettiği gerçeğe geri dönmesini dilerdi. Fakat aklını başına getirmek için yatağında doğruldu. Suyun göğe ilettikleri annesinden çok daha derin manalar taşıyor olmalıydı. Doğa, onun etrafında dönmüyordu. Bencilliğinden dolayı ellerini birleştirdi ve göğe doğru uzatarak içinden Tlaloc’tan, ruhlardan, atalarından ve annesinden özür diledi. Kendi isteklerini ve arzularını başkalarının üzerinde tutmadığı sürece mutlu olabilirdi, ona böyle öğretilmişti. Annesi ona ne anlatmaya çalışıyordu, acaba Şef’e rüyasında gördüklerini anlatmalı mıydı? Vakit kaybetmeden yataktan çıkıp ayaklandı. Tipinin dışındaki hayata adım atmadan önce kıyafetlerini değiştirdi. Çocuklardan biri, bir kız onu uyanmış bir vaziyette soyunurken görünce izlemeye koyuldu. Çocuğun çırılçıplak kalışına aldırmadan meraklı gözlerle dikkatli bir şekilde onu izledi. Çocuk kafasındaki bilgeliğini temsil eden kuzgun tüyünü düzeltirken bir dürtüye kapıldı. Kafasının içindeki aynalar çalışmıştı, birinin onu izlediğini hissediyordu. Diğerlerine doğru döndü ve uyuyup uyumadıklarını tespit etmeye çalıştı. O da kızı gördü.
“Uitziltan neden beni dikizliyorsun? Erken kalkamaz mıyım?”
“Şef’in söylediklerini duydum. Bugün günlerden ne farkında mısın? Sadece seni korumaya çalışıyor. Hepimiz aynı yolun yolcusuyduk oysaki bizi öte dünyada yalnız mı bırakacaksın?”
“Quauitl Günü olduğunun farkındayım. Yağmur yağacak. Bütün çocuklar Tlaloc’a verilmediği sürece tören gerçekleşmemiş olacak. Bir daha yağmur yağmasını istiyorsak, yapılması gerekeni ben de biliyorum. Ancak son bir bilgi almadan öte dünyaya gitmek istemiyorum. Bilgiyle kutsanmalıyım yoksa sizlere yolu aydınlatamam.”
“Sen ölürken yanımızda gelen köpek değilsin Tlillac. Bilgeliğin yolda değil, yolun sonunda bizleri aydınlatacaktır.”
Tlillac ona son kez baktı. Onu bir daha göreceği zaman Tlalloc’a beraber kurban edileceklerdi. Öleceği için mutluydu, annesine kavuşacaktı. Şef’in yanına geldiğinde onu trans halinde gördü. Vücudunun her yeri titriyordu. Onu rahatsız etmek istemedi. Fakat kokainden biraz almanın kendisine de iyi geleceğini düşünüyordu. Burnundan hayal âlemine dalmayacağı kadarını soludu, şimdi gerçeklik dönüyordu. Sonra doğudan gemiler geldi, karaya inen kişiler gerçekten de Tanrı Quetzalcoatl’ın askerleri değillerdi. Fakat Aztekler onları öyle sandılar, büyük kurtarıcılarının geri döndüğüne inanmışlardı. Artık bir tanrı tarafından yönetilmenin tekrar tadına bakacaklardı. Şef seve seve onlara tahtını verirdi. Fakat onların sevilmeye ihtiyacı yoktu. Yağmur yağdı ancak kurban edilen kimse yoktu. Dökülen kanları temizleyen sular geri dönmüşlerdi. Tlillac yine de annesine kavuşmuştu; kendi halkının elinden olmadı ölümü, merhametsizce ve acımasızca uyarıldığı askerler tarafından öldürüldü. Belki bunlar da birer rüyaydı kim bilir, kim güzel bir rüyadan kâbusa uyanmaz? Belki rüyadan gerçeğe uyanmak da yıldızlar, damlalar gibi parçalanmaktan geçiyordur. Bu durumda rüyalar gerçekten küçük gerçeklikler oluyorlar. Uitziltan’a sormak lazım onu bir de, hayatta kaldı ama geri kalan hayatı boyunca İspanyol erkekleri bacaklarının arasından asla ayrılmadılar.
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.