Öykü

Nokumu

Eve daha yeni girmiştim. Solda salona giden holün lambasının sarı aydınlığının içinden “Ben geldim. Nasılsın? Keyifler nasıl bakalım?” diye seslendim.

Uyku dolu gözlerini televizyondan bir anlığına alıp bana baktı. Yine kişisel ve sadece kişiye özel sergisini açmış. Anniş. Kısaca annem.

Fotoğraf albümleri, pencere kenarında oturduğu koltuğun yanındaki sehpanın üzerinde kapalı duruyordu. Ağır, tıka basa dolu dört albüm. Bunları bunca yol taşıyıp salona kadar getirebilecek gücü nasıl bulabiliyor anlayamıyorum. Deseniz ki ona, gün içinde sadece oturma; kalk arada, kendi kendine egzersiz yap, kaslarını çalıştır azıcık, hareket et, yok, hiç hali yok.

“Nasıl olayım?… Amaaan geldik, gidiyoruz işte” diyor. Sesi kederli ama ifadesinde bilgece bir umursamazlık da var.

Geldik, gidiyoruz.

Bu lafla bana ne yaptığını bilmiyor. İşten eve yorgun argın dönen birine ne yaptığını bilmiyor. Geldik, virgül, gidiyoruz, nokta. Dizlerimin bağı çözülüp birden yere çökebilirim oysa. Bugün yapabilirim. Göz pınarlarımın önündeki setler aniden kırılabilir. Bugün olabilir.

Virgül ağır, nokta daha da ağır.

Oturma odasındaki pencereden gelen ve her an biraz daha solan kızılımsı akşam ışığı ağırdı; televizyondaki yerli 70’ler melodramının kısık sesli hareketleri, odadaki yaşlı nefesi… Ağır ağır eve girip oturma odasına adımlarımı ağır ağır atıp, sabah evden çıkarken kanepede bıraktığım, bu, annem olan ağırlığa o soruyu sorduğuma pişmandım artık.

Hayatımızın ancak bir virgülle noktanın ağırlığında olduğunu duymaya ne gerek vardı şimdi? Ne yapabilirim artık ben bunun üzerine? Annem niye böyle? Neden hep böyle biri oldu? Olayları, durumları zaman zaman kendisi ve başkaları için müthiş ağırlaştıran ve aynı zamanda da…

Odanın florasan lambasını yakıp, anneme doğru yaklaşırken “Şunları kaldırayım mı ben?” diyorum.

“Kaldır kaldır. Çok fena oldum bugün zaten. Tansiyonum bir indi bir çıktı.”

Anlaşılan bugün günlerden, Dünya Fena Olma Günü. Göbeğinin üzerindeki televizyon kumandasını alıp kanalı çevirdi. Ben de albümleri alıp odadan çıktım. Holde ilerlerken, boğazıma oturmuş dikenli hissi yutkunmaya çalışıyorum.

Başka da bir izimiz, önemimiz yok, öyle mi?

Albümleri annemin yatak odasında, konsolun en alt çekmecesindeki yerine koyarken bunu düşünüyorum.

Var, tabii ki var. Annemin hayatında mesela, vardı, hâlâ var. Dört albümü dolduran bu ağırlık, evet, onu hayatındaki iki nokta üst üsteler, noktalı virgüller, soru işaretleri, ünlemler onlar.

Dünyaya bir kez gelmiş olup (virgül) dünyadan her an bir az daha gidiyor olan bendim (nokta). Hayatımın bu gidişatına şimdiye kadar hep duyarsız kaldığımı anlamıştım birden çünkü bir şey olmuştu az önce ve artık bu durumu değiştirmeliydim. Hayatımda birşeyleri değiştirmenin zamanı gelmişti. Kendimi, hayatımı… Uyandırmalıydım.

Akşam yemeği masasını hazırladığım sırada, annem televizyondaki şamatanın üstünden “Cenaze törenini seyrettim” dedi. “Canlı verdiler. Seveni çokmuş rahmetlinin! Bir kalabalığı vardı, iğne atsan yere düşmez… Nurlar içinde uyusun, mekanı cennet olsun…Üzdü sevenlerini.” Annemin, filmlerini katıla katıla seyrettiği ünlü bir yerli komedi filmi oyuncusu dün gece kalp krizinden ölmüştü.

… Ve aynı zamanda annem, gülmeye, eğlenmeye, güldürüye bayılan, tüy kadar hafif de biriydi.

“Ne komik şey bu böyle ayol, ahaha!” diyordu şimdi işte. Kahkahası birden tavana çarpıp odada çınladı bir süre.

Elimdeki porselen çorba kasesini masada annemin tarafına koydum; başımı çevirip televizyona baktım. Yerel bir kanalda rengarenk spotların altında bir cüce, kendisine alkış tutan bir siyasi partinin, ilçe merkezindeki bir düğün salonunda düzenlediği kadın kolları etkinliği katılımcısı birkaç hanımın arasında darbukalı, kıvrak bir müzikle dans ediyordu. Yerlerde yuvarlanmaya başlayan, orta yaşlı gösteren cüceyi, ekrandaki çılgınca neşeyi ve gördüğü sahne karşısında kahkahalara boğulan annemi oturma odasında bırakıp mutfağa kaçıyorum.

Mercimek çorbasının kaynamasını bekliyorum ve annemi düşünüyorum. Sağlığını yitirmişti. Kim bilir, ölüme belki de benden çok daha yakındı. Ama “Geldik, gidiyoruz işte…” gibi dondurucu etkiye sahip bir lafın üzerinden çok geçmeden, ihtiyaçlar sıralamasındaki daha üst bir ihtiyacı gidermekle meşgul olabiliyordu hemen. Annem çok sevdiği komedi oyuncusunun mezarının üstünü çoktan kapatmış, fotoğraf albümlerini de kapatmış biri olarak, cüceye gülebilen birine birden geçiş yapabiliyordu. Bense çorbayı karıştırıyordum.

Keşke evin sessiz, uslu, mülayim çocuğu ben olmasaydım… Hâlâ olmayabilirim. Artık olmayacağım işte! Yarın ilk iş gidip Amerika vizesine mi başvursam? İngilizceyi lisede severdim ama seviyem o kadar iyi değildir şimdi… Unutuluyor. Dil nankör, dedikleri doğru. Tekrar geliştirebilirim! Evet!

Kendi kendime gülümsüyorum.

Çorbanın tuzunu kontrol ediyorum ve bir yandan en son ne zaman şöyle ağız dolusu bir kahkaha attım acaba diye düşünüyorum. Açım. Yemek yapıyorum, yiyorum, doyuyorum, sonra tekrar acıkıyorum, işe gidiyorum; kağıdı kitabı ayır, tart, not al hesap et, eve dönüyorum… İşte o benim: Annesinin bir tanecik meslek lisesi muhasebe bölümü mezunu oğulcuğu. Benim işte o: Öylece gelip böylece giden kişi.

Cenazem geliyor gözümün önüne birden. Ablam, eniştem ve doğup büyümüş de ortaöğretime başlamış ergen haliyle yeğenim var, nefesi elverirse -ki neşesi bu kadar yerinde birine, neden vermesin- tekerlekli sandalyesinde annemi bile öngörebiliyorum.

Dört kişi, toprağı yeni örtülmüş mezarımızın başında biraz ağlaşıp, ellerini biraz yukarı açıp, biraz bir şeyler mırıldanıp, çok uzatmadan, gelip gidiyorlar işte.

Öldükten sonra, cenazenize kimin gelip ne kadar kaldığının ne önemi var diye düşünülebilir. Doğru. Ama bir zaman diliminde bir yerde yaşamış bir insanın, birilerinde ne, ne kadar, nasıl iz bıraktığını da düşünmeye değmez mi? Şu komedi oyuncusu mesela… Cenazesine bir insan seli akın etmiş adeta, misal.

Onu bırakalım, annem mesela, kendisine sorulacak olursa ve çoğu insana göre de öyledir bence, ömrü hayatında önemli işler başarmış; bir iz, izler bırakmış bir kişidir: Ablam ve beni dünyaya getirip büyütüp yetiştirdi örneğin; bey babamız Müfit Ormancıoğlu vefat edince, tek başına kaldı üstelik. Hakkını ödeyemez, inkar da edemeyiz. Annemiz de bu konuda kendisinden büyük bir memnuniyetle bahseder: Bizler, bu dünyada onun ve rahmetli ruh eşinin, yani muhterem babamızın iziyiz. Hafızalarımızla onları yaşatacak, bize aktardıkları genetik mirasla onları sürdüreceğiz. Bu düşüncede duygusal ve bilimsel olarak yanlış bir şey yok. Mecazi olarak, annem ve babam birleşip bütünleşmiş bir kaynak, bir ağaçsa; biz çocuklar da bu aşk vücudunun kucağında, kollarında iki meyveyiz. Bu da şu anlama gelir: Meyve vermiş varlıkların hayatları bir virgül ve noktaya indirgenemezdir, öyle değil mi? Evet.

Kendileri, anneme değinelim, ülkemizde açılan ilk sağlık ocaklarına devlet tarafından kadrolu atanmış ve memleketin kuş uçmaz kervan geçmez ücra köylerinde bile mesleğini canla başla, severek icra edip emeklilik ve yaşlılık hayatını sürdüregiden ilk hemşirelerden biridir.

Babamsa, ona sonra değinelim derim ve şimdi öncelikle meyvelere bir bakalım isterim:

Bir: Ablam, otuz dördünde genç bir kadın. Benden üç yaş büyük. Mutlu bir evliliği var görünüyor ve ilk çocuğuna hamile. Devlet radyo televizyon kurumunda kadrolu seslendirme sanatçısı olarak başladığı iş hayatına, bir şekilde, aynı kurumdaki uzun metraj bir televizyon filminin oyuncu kadrosuna yan rollerden biri olarak geçmiş ve sonra da hızlı sayılabilecek bir kararla, bir özel televizyon kanalıyla, beş yıllığına kanalın yarışma, müzik, aktüalite, magazin programlarında sunuculuk için; üç yıllığına, çekilmesini planladığı dizi projelerinde değerlendirilmek üzere anlaştığı dönemin sonunda bir davette tanışıp hoşlandığı, ulusal bir ihracat şirketinin personel müdürü eniştemin ısrarıyla önce oyunculuğu; hamilelikle beraber, yıllar içinde arada sırada yaptığı seslendirme işlerini bıraktı. Ahenk Ormancıoğlu Çeri.

Çalıştığı ajansın iş yaptığı bankanın müşteri hizmetleri servisini ararsanız, hâlâ, onun o insanın içini ısıtan, ilgili sesiyle karşılaşabilir ve zaman zaman, çok küçük roller de olsa, oynadığı dizilere, seslendirme yaptığı filmlere denk gelebilirsiniz televizyonda.

İki: Ben. Otuz bir yaşında bir aşk meyvesi olarak, şu an bir elimde bir tahta kaşık, diğerinde de bir sigara tutuyorum. Hasta ve yaşlı bir anneyle yaşıyorum. Evden çıkıp işe gidiyorum. Babadan kalma işi, kâğıt deposu işletmeciliği diyelim hadi, amcamla beraber sürdürmeye çalışıyorum.

Babam Müfit Ormancıoğlu, büyük dedesinden kendisine kadar devrolunan kereste ticareti işini kâğıt deposuna evirmiş ve ben henüz on yedi yaşındayken hayatımdan çıkmış biri. On yedilerimde bir gün kalp kriziyle gidiverdi.

Babamı çok iyi tanıdığımı söyleyemem çünkü bana her zaman çok sevecen biri değilmiş gibi gelirdi, saygı duyulan ama uzak, gizemli biri gibiydi. Az konuşurdu. Konuştuğunda ise evdeki herkes, o konuşulan konu neyse, artık o konuda onun sözü dışında söylenebilecek bir söz kalmadığını anlardı.

Bitmiştir.

Meslek lisesine gitmek istemiyordum ben. Ortaokul mezuniyet puanım Süper liseye girmeme yetiyordu üstelik.

“Daha kapıda insandan para istiyorlar kayıt için! Az buz da değil ki, yüksek bir meblağ. Diğer okulsa, meslek lisesi. Adamı, eğer işi sıkı tutarsa, diplomalı meslek erbabı yapıyor mezun olunca. Süpermiş! Süper müper anlamam ben; hayat da süper lise hatta süper üniversiteler ötesi! Adam gibi okur, stajını sebat eder tamamlar; insanlarla iyi ilişkiler kurarsan, on sekiz yaşında elin para görür, çoğu üniversiteye heves eden akranın gibi avare kalmazsın; hemen hayata atılırsın evladım. Hem ayrıca süper okula kayıt için o miktarda parayı verecek durumumuz yok bizim şu an.” demişti ve nokta.

Ablamın üniversite eğitimi için hukuk alanında yaptığı etkileyici çıkışı daha desteklenmeye değer; başta ablam ve tabii ailevi türlü olası kazançlar açısından daha gerçekçi bir gelecek yatırımı olarak gördüler belki de, bilemiyorum. Ablam hukuk fakültesini ikinci denemesinde kazandı kazanmasına da, bu ailevi macera, İstanbul Üniversitesi Hukuk’un ikinci yılındayken o, daha babamın ölümünden bir yıl geçmeden, ailemizin kendisiyle ilgili çizdiği vizyonda aniden kreşendo yaparak, hayattan yeni bir rol daha çalarcasına önce seslendirmeye başlayıp, sonra da oyunculuğu deneyip ve en nihayetinde işte, an itibariyle, ablamın hayatını eski üçüncü sınıf televizyon ünlüsü olarak, evli, mutlu, çocuklu sürdürmesi şeklinde sürmekte şu an.

Babamla ablam konusunda biraz konuşabilmek isterdim ve kendim hakkında da ona sormak istediğim bazı sorularım olabilirdi.

Sanırım, o beni kağıt deposunun hesap kitap işleri için ve diğer işleri için de yetkin ve de etkin bir evlat-personel, soysürücü olarak düşlemişti. Kafama yeni dank ettiği üzere, babamın benle ilgili düşleri pekala gerçekleşmiş görünüyor. Başarmış adam!

Annemse “Evin reisi kimse, sözü dinlenir,” diye desteklemişti onu…

Of! Sıkıldım artık!

Gerçi evet, biliyorum ben de dahi çocuk değildim hani; evin zeka pırıltısı, ateş parçası evladı, yetenek kumkuması, şeytan tüylü prensesi, dilbaz, özellikle babamın bir numarası ablam olurdu çünkü, ben değil. Babam beni ortalama bir erkek evlat olarak görüyordu. Benimle ilgili hayalleri hep biraz yıkıktı bence. Cevval, atılgan böyle, kanı deliler gibi akan bir erkek evlat olamadım bence ben babama. Neyse… Beni ortalama bir insandan ayıracak bir zeka pırıltımın olmadığının her zaman farkındaydım yani.

Ne şahsıma münhasır bir fiziksel özelliğe, tıp tarihinde bir iz bırakmamı sağlayacak bir anomaliye mesela, sahibim; ne de bir televizyon şovuna katılıp kısa bir süreliğine de olsa insanların hafızasında yer edinmemi sağlayabilecek, bardak yeme, ne bileyim kor ateş üzerinde yürüme; gırtlağıma on, on beş kılıç sokma gibi uç bir beceriye…

Yakışıklı, çekici falan da değilim. Fıkra bile anlatamam. Ortalama boyda, ortalama kiloda, işte tipik, gelmiş bulunmuş, henüz tam kelleşmemiş ama kelleşmekte olan, biraz bira göbekli ve yani işte, her an biraz daha gidiyor olan bir insan evladıyım.

Nüfus kütüğünde birkaç kalem hareketiyim.

Geldiğinde, birkaç kişiyi iyi kötü ilgilendirebilirmiş ama gider gitmez, sanki hiç gelmemiş gibi, yokluğu hissedilmeyecek bir varla yok arasıyım ben.

Tıpkı kendisi gibi, öylece gelmiş böylece gidiyor olan izsizlerin; sokaklardan, çöp kutularından topladıkları kağıt, gazete ve kartonu baba yadigarı işletmeye getirip, ona satarak üç beş kuruş kazanan ve günü kurtaranların işletmeye getirdiği kağıt yükünü tartan, not alan, artı eksi hesap eden sıradan bir iş gücüyüm.

Bir nevi hesap makinesi işlevi gören bir tür baba yadigarı hamal, uslu çocuk işçi!

Yani, üç beş kuruşa bir fabrikaya satılan kağıdın geri dönüştürülebilir değeriyle kendisine ve annesine yemek yapabilen bir virgül şeklinde erkek varis, benim anlamım. Yekûnum bu benim, bir ünlem değil.

Ablamla kıyaslanınca, dalında kuruyup kalmış, yere düşse bile karıncaların burun kıvıracağı, toprağın bile belki çözüp yok etmekten hoşlanmayacağı nahoş bir meyveyim işte.

Çorba taşıyor. Ocağın altını hemen kapatıp zararın bir yerinden dönmeyi başarabiliyorum.

Annemin kasesine çorba koyarken içimden bir sesin “Bir şeyler yapmalısın” dediğini duyuyorum. “Bu böyle gitmez. Hayatın böylece geçip gitmesine izin veremezsin.”

Ne yapabilirdim ki? Yaş olmuş otuz, bir, gidiyor… Bir şaire göre, otuz beş yaş yolun yarısı ediyor.

Ben ömrü hayatımda İstanbul’a iki kere gittim; birinde babamın ölümünden sonraki dönem, ablamı fakülte yurduna yerleştirmek için gittiğimiz hafta, o sonbahar, o Ekim… Annemle yurdun yakınındaki bir hostelde iki haftalık oda tutmuştuk. Ablamı bir süre yalnız bırakmamalıydık çünkü babamın ani ölümü onu derinden sarsıp etkilemişti.

İstanbul büyük, çok büyük ve zor ve güzel… ve itici ve çekici ve güzel. Annemi hostelden çıkaramadığım zamanlarda tek başıma, yani çokça, taşını bucağını büyülenerek gezmiş, gezmedik çok az yerini bırakmıştım İstanbul’un.

Ve karanlık ve güzel.

İkincisi ise, birinci gidişimden sekiz on sene sonra, ablamı Kadıköy’de gişe yapan bir özel tiyatronun çok sevilen bir oyununda konuk oyuncu olarak, önemli sayılabilir bir karakterlerde seyretmek içindi. Çok kalamamıştım İstanbul’da, oyunun ertesi günü hemen dönmüştüm. Yalnızdım yine. Kadıköy’e, Moda’ya bir kez daha bayılmıştım.

Güzel oyundu. Annem çok görmek istemişti ama benimle gelememişti. Babamın matemi içinde ama sağlığı iyi kötü henüz yerindeydi, henüz inme inmemişti kendisine. Orada olmayı canı gönülden istese de ve her ne kadar ablamı çok çok özlemişse de, Gaziantep’ten İstanbul’a onca yolu, uçakla olsa dahi, hiç bir araçla hiç bir sebeple çekmek istemediği; yeni emekli ve hâlâ matemli dul annemin yolculuk fobisi edindiği bir dönemine denk gelmişti bu şaşalı oyun.

Sözün kısası, bu vesilelerle ömrü hayatımda dünya üzerinde, farklı durum ve sürelerde sadece iki şehir görmüş bulunmuştum ben, Amerika’ya nasıl yani? Şimdi, biraz durup ciddi ciddi düşünelim. Oralarda yapabilir miyim?

Hayır. Amerika’yı yeniden keşfedemezdim. Peki tamam. Bu çok zor görünüyordu. Bir de, işiniz kağıt küğütle ilgili olunca ve zaman üzerinizden ağır ağır geçiyorsa günlük mesai içinde, kağıt yüklerinin arasında ilginizi çeken kitapları, dergileri bir kenara ayırıp okuyabiliyordunuz ve geçenlerde yükler arasında bulduğum, uluslararası ciddi bir bilim kurumunun yayınladığı güncel bir kitaptaki İngilizce ‘den çevrilmiş makale, anladığım kadarıyla bilim insanlarının, büyük buluşlar çağının çoktan bitmiş olduğunu düşündüklerini ve artık bulunabilecek şeylerinse daha önceki buluşların bir uzantısı olacağını, büyük heyecan ve şaşkınlık yaratmayacağını öngördüklerini söylüyordu.

Bu bilgi, cesaret kırıcı olmasının yanında, içimi tuhaf bir biçimde rahatlatıyordu. Çünkü, dünya üzerinde, bir ihtimal, bulunacak bir şeyler kaldıysa eğer, onu da bu kafa, eğitim ve iş geçmişimle ben bulacak değildim ya?! Ve hem de bu talihle?

Açım işte.

İyisi mi, şu karınlarımızı doyurayım bir an önce ben, Amerikalardan önce.

Bir sevgili mi bulsam ya? Aşık mı olsam? Da kime? Aşık olmayı da geçelim, biriyle görücü usulüyle evlensem gitsem işte ya, hani?.. Ama kiminle? Ben şimdiye kadar, olası yerlerden, konu komşu çevresinden, akraba ortamından kimsenin ilgisini çekebilmiş de değilim ki. Yaşı benden büyük, çeşitli geçmişlere sahip, dul kalmış hanım ablaların, evde kalmış kız kurularının bile…

Bence, insanlar artık çok garantici ve rahatlarına düşkünler. Sebep, içinde bulunduğum koşullar içinde, bence sadece bu: Bakın, her ne kadar annemin fiziksel durumuna dair ablam, ben ve özel sigortalı çalıştırdığımız canımız bakıcımız Kamile halamızın maddi ve manevi desteği sayesinde çok kıymetli anne hatunumuza hayatının böyle bir döneminde sunmaya çalıştığımız güven, özen ve sevgide, saygıda hiç bir eksiğimizin, kusurumuzun çok şükür olmadığını düşünerek de görüyorum ki, insanlar artık bir eş, bir hayat arkadaşı seçiminde bile, evlilik bağının onlara hemen ve hep sağlamasını istedikleri artı durumların peşindeler. Birlikte bir şeylere emek koymanın değil!

Ne yazık!

Evet, yaşlı, eh biraz huysuz kaynana bakıma muhtaç ama birinci dereceden yakınlar tarafından iyi bakılıyor ama günün birinde bir eş olarak, benden bu duruma destek vermem beklenebilir. Daima istediğim o rahatın her an kaçabileceği olasılığı da yüksek, risk var bu hikayede ve de talip kişi, aileden kerestecilikten geliyor, şimdilerde bir kağıt deposu işletiyor; ablası yarı şöhretli bir oyuncu eskisi. Anne felçli bir hemşire emeklisi. Yok, yok. Olmaz bu iş. Tablodaki tensel eğri grafiği de bu taliple riske girmeye pek değmeyeceğini söylüyor.

Kadınlar tarafından tipsiz bulunduğumu düşünmüşümdür hep.

Ayrıca ben iş sosyalleşmeye, özellikle kadınlarla ilişkilere gelince, alabildiğine çekingen, içe kapanık biriyim. Yine ablamla kıyaslanacak olursam, toprağa gömülü bir kök sebze sayılabilirim. Meyve değil ama şöyle bir şey: Ulaşılması kendince çaba, sabır isteyen ancak ulaşılınca o çabaya ve sabra değmediği hemen anlaşılan tatsız, çok da faydasız, atılabilir, hayvan yemi belki evet olabilir, öyle bir zerzevatım, nokta.

Son tahlilde, hayatta bir yolumun olması, izimin kalması için en yapılası şey, bir aile kurup çoluk çocuğa karışmakken, bu bile şu an pek mümkün görünmediğine göre, tarihimin kara deliğine çekilmeyi kuzu kuzu kabul etmekten başka yapacak bir şey yok mu benim için?

Kulağa acıklı gelse de günün birinde, hiç var olmamış gibi çekip gideceğimi kabullenmeli miyim yani?

Boğazıma yine aynı dikenli his oturuyor.

Şu çorbayı soğutmadan içeyim bari.

“Çorba nasıl olmuş, Handan anniş?” diye soruyorum, ilk kaşığımı ağzıma götürürken. Suratına özellikle bakmıyorum. Çünkü annem, dünyanın en güzel yemeklerini bu evde, ayaklarının henüz tuttuğu günlerde kendisinin yaptığına ve bir daha asla kimse tarafından yapılamayacağına inanır.

“Dibi tutmuş sanki” diyor. Annişe soru sormamayı ne zaman öğreneceğim ben?

Belki de, bir an önce şu Amerika’ya kapağı atmalıyım. Tek başıma evet! Only me, miydi? Just me! Ya bak, hala hatırlıyorum, biraz İngilizcem var, yani daha da geliştirebilirim. Öncelikle bir dil kursuna falan yazılmak gerekir, tabii zaten bir yıl hazırlık süreci sürer, öyle hemen plansız Amerika’ya gidilmez ki! Hop! derler yani, Maykıl versene borç…

Dil kursu işte bir altı, sekiz ay sürse desek… Hem akşamları evden biraz uzaklaşmaya da geçerli sebep olur. İngilizce öğrenmek istememden memnun olur anniş. Ama her şeyden memnun olmaz Anniş. Annişin neden memnun olup neden olmayacağı bazen bilinemezleşir bir şeydir.

Anniş, yakın akraba çevremizdeki yaygın bir söylentiye göre, babamın yaşlı denmeyecek bir yaşta kalp krizinden göçüp gidişinin sebebi olarak gösterilir ve Annişim, bey babamızın erkenden geçinişinin, kendilerinin bizatihi bu şahs-ı şahanelerine ait hatun kişiliğinin memnuniyetsiz özelliği olduğu düşüncesiyle çok eleştirilir.

“Efendim?”

“Efendim? Efendim anneciğim?” diyorum ben de.

“Bir şey dedin” diyor.

“Ben mi?”

“Evet, sen ya. Bir şey dedin.”

“Yooo, bir şey demedim” diyorum.

“Dedin dedin! Bir şey dedin sen…” diyor. “Nokumu mu ne, öyle bir şey dedin, iki kere hem de, duydum. Bu kulaklar işitti! Yoksa… Sen, ne demek istiyorsun anneye bakayım? ”

“Ne demişim ben ki?”

“Ya oğlum, Nokumu dedin ya az önce sen?! Hem de iki kere söyledin… Duydum ben!”

“Nokumu mu?”

“E-veeet! İyi saatte olsunlar mı geldi nedir, ya hasbinallah bismillah. ”

Nokumu…

Hayatımda hiç duymadığım bir şey. Ağzımdan böyle bir şey çıktığını, ağzımı açtığımı, iki kere hem de, hiç sanmıyordum.

“Yok anneciğim, vallahi demedim öyle bir şey ben. Ne demekmiş ki, Nokumu… ya çok ilginç.”

“Dedin oğlum! Aaa, az önce dedin. Yalan mı söylüyorum? Kulağıma sesler gelmiyor ya benim aaa?!”

Kaşığını bırakmış, gözlerimin içine içine bakıyordu. Kollarını göğsünde bağlamış, dudaklarını yalandan sarkıtmış, ablam kesinlikle anneme çekmiş, “Nokumu de-diiin!” diye ısrarını sürdürüyor koca bebek kadın, Kibele.

Kendimi tutamayıp gülüyorum. Çok sevimli bu hali…

Koltuk değneklerine hamle yapmadı henüz, bir saniye.

“Gül gül, eğlen sen annenle! Tabii, kurt kocayınca…” Sözünü bitirmedi. Yaşlı yüzü çocuksu ama oyuncu bir şımarıklıkta ağlamaklı bir ifadeyle iyice buruştu.

İşte yine başlıyoruz. Perde sekiz, sahne sonsuz…

Yalandan küserdi Anniş. Küskünlüğü bütün gece, ertesi gün de, ertesinde de, hatta birkaç hafta sürerdi. Sürebilirdi. Anniş bu.

Ağzımdan “Çorba nasıl olmuş?” sorusundan başka hiçbir şey çıkmadığından emin olsam da, bu… insanın kulağında pis bir çağrışımla da tınlayan gizemli, gaipten gelen tuhaf sözcüğün sebep olduğu, bu tırnak içinde tatsız duruma son vermek için, hemen:

“Ha ha, evet ya! Tamam! Tamam ya, anneciğim… Ya hay Allah… Dur, şimdi hatırladım canım benim” diye söze başlıyorum ama nasıl devam edeceğimi hiç bilmiyorum.

“Nokumu, şey ya… nokumu uuum? Ya canım işte, bugün eski bir gezi kitabı geçti elime de yüklerin arasından, ayırdım, iş bitince okudum biraz. Adını hatırlamıyorum şimdi, Güney Amerika Kızılderili kabilelerinin birinin dilinde, anneciğim bu sözcük, ‘Seni seviyorum’ anlamına mı geliyormuş ne… Öyle bir şey işte. Unutmayayım diye bütün gün içimden tekrarlayıp durdum. Farkında olmadan az önce de söylemiş olabilirim valide-i Annişim benim. Nokumu.” Kendisine en salon erkeği, janti öpücüğümü fırlatıyorum.

Haşmetli hükümdarımız Handan hanım, gözlerimin içine içine teatral bir buruklukta bakmayı sürdürüyor. Açıklamamda inandırıcı olabildim mi acaba? Sağ gözünden son bir damla adeta bir pırlanta gibi yavaşça doğup yanağından süzülürken, yüzü birden aydınlanıveriyor.

Seni adi pis serseri! Neredeyse kırıyor, üzüyordun beni… “‘Seni seviyorum’ demek öyle mi? Aaa aa, yaa ne güzelmiş… Neceymiş dedin oğlum bu Nokumu?..”

Sorularına cevap beklemeden, oturduğu yerden bana öpücükler eşliğinde, başlıyor:

“Nokumu aşkım, oğluşum, nokumu bi’tttanem ohh, çok nokumu anacığının misler kuzusu muh muh mu, Nokumuuu…”

Gülümsüyorum. Ağlanacak bir haldeyken, yolun tekrar neşeye çıkmasına bayılıyorum, oleeey!

“Nokumu anneciğim, çok nokumu…”

Ertesi gün iş yerindeyken, ablamla yaptığım bir telefon görüşmesi ablamın “Nok-kummmuh biricik kardeşimmm…” deyip kulağımda kocaman bir öpücük patlatışıyla bitti. Ablam annemden de abartılı, en birincisinden bir diva adayıdır.

Ben şahsen severim kendisini. Ablalığı, evlatlığı biraz daha geliştirilebilir; anneliğini de henüz bilemiyorum ama eş olarak da fena değildir bence çünkü eniştemin açısından düşününce; sesi bence zaten efsanedir; böyle tatlı, annişinkini andırır; su gibi çağıldar bazen, bakir sahillerin kumlarında yıkanırsınız; çakıl taşlarında tınlar ablamın sesi; oyunculuğu ise kötü hiç değildir ama en son Kadıköy’deki o oyunda bence, oradan yola devam etseydi, şimdi bambaşka bir hayat yaşıyor olabilirdi.

Neyse işte. Ablamla ahenk içinde telefonlaşmamızdan bir hafta kadar sonra, eski bir aile dostumuzun kızının düğününde, annem koltuk değnekleriyle pistte, Gangnam Style eşliğinde, yanında yöresindeki herkese Nokumu’lu öpücükler saçtı; düğün salonunun daha öte coğrafi yerlerindeki komşu tanış akraba cemi cümlesine Nokumu’lu jestler yolladı ve tabii ki sözcüğün anlamını, merak edene etmeyene:

Efendim, o Kızılderili kabilesine dillerini bilge bir puhu öğretmişmiş gibi tamamen kendi hayal gücünün ürünü açıklamalarla süsleyip destekleyerek açıklamayı da ihmal etmedi.

Derken, o yıl içindeki bayramlarda seyranlarda evimize gelen misafirlerin, ziyaretlerine gittiğimiz konu komşu, eş dost akraba kabilinden kim varsa herkesin ağzında, Nokumu aşağı, Nokumu yukarı oluvermişti birden. Yapışıverdi dile Nokumu. Dillere.

Derken, bir gün otobüste duydum:

“Nokumu aşkım!”

Cep telefonunda sevgilisiyle konuşan bir genç kız görüşmeyi, o uyduruk sevgi sözcüğüyle bitiriyordu. Çok geçmeden sokakta bir reklam panosunda gördüm onu: Pop-art etkisinde bir afişte. Bir ev hanımı, pembe bir mutfak robotunu yüzüne iyice yaklaştırmış, ağzının kenarında şişiveren beyaz konuşma balonunu memnuniyet dolu bir yüz ifadesi içinde Nokumu‘yla doldurmuştu.

Derken, bir sevgililer günü kartında; kalp şeklindeki bir yastıkta; çok reyting alan yerli bir pembe dizideki ayrılık sahnesinde; 80’lerin sonunda ün yapmaya başlayan yerli bir pop şarkıcısının yeni teklisinin adı olarak; yakın zaman önce televizyonda bir haber bülteninde, Paris’te savaş karşıtı bir yürüyüş sırasında açılan pankartta gördüm Nokumu’yu, o hiç var olmamış Kızılderili kabilesinin dilindeki ‘Seni seviyorum’u.

Doğruyu söylemek gerekirse, bu durum çok hoşuma gidiyor ve artık, şu an, sadece şu an’a ve hayata, bahtıma, izime, yoluma daha farklı bir gözle bakıyorum.

Kendimi, Amerika ne, fezada yepyeni yıldızlar keşfetmeye hazır gibi hissediyorum ve ömrü uzun olsun elbette, baş tacımız valide sultanımız Anniş the Handan’la ilgili, yaşayan tüm canların tadacağı o en nihai hak vuku bulup o haşmetli kişiliğin öteki aleme geçindiği günlerin yeterince ertesinde, ailenin maddi varlığından miras olandan payıma düşeni satıp savıp Asya, Avrupa, belki de bir dünya seyahatine çıkmak üzere, artık neresi, ne kadar sürürse işte, gidip kendi gözlerimle görmek için yola çıkacağım günü sabırla ve heyecan içinde bekliyorum.