Öykü

Bedbaht

Sevgili Dünya halkı,

Beyazlar içindeki kadın gelip dünyanın sonunu getireceğimi söylediğinde hiç mi hiç şaşırmadım. On sekiz yıllık hayatım hep tuhaf ve matrak aksiliklerle gitmişti, kıyameti getirmem için bir elimi yanlış oynatmam ve bir de kelebek etkisi dedikleri şey yeterli olur diye düşündüm. Meğerse iş öyle değilmiş.

Gelin size baştan anlatayım.

Annemi hastaneye bile götüremeyecekleri kadar karlı bir aralık günü doğmuşum. Doğumum o kadar ani ve kafam o kadar büyükmüş ki, zaten ömrü boyunca hassas ve zayıf bir kadın olan anneciğim beni doğurduktan sonra hastalanıp vefat etmiş. Hakkında annemin hamile olduğunu öğrendikten sonra kaçtığı dedikoduları duyduğum babamdan da haber alınamayınca beni hiç çocuğu olmamış, yaşı geçkin komşumuz sahiplenmiş. Ona “hala” diyerek büyüdüm, ne annem ne babam olduğu düşünülürse kendine neden “hala” diye hitap etmemi istediğini asla öğrenemedim. Bana her zaman “Sen üç gün emzirildin, dördüncü günün şafağında benim kollarımdaydın,” diye anlatırdı sakin sakin, ben de masal dinler gibi dinlerdim. Ah, nasıl da özlüyorum en kötü şeyleri bile peri masalı gibi anlatan halacığımı! Acaba Dünya’nın son günü başıma gelenleri duysa ne derdi!

Çocukluğum halamın masalları, tereyağlı reçelli ekmekler ile yalnız ve garip olduğum için dışlanmamla geçti. Nedense küçükken insanların kulağına İncil’den ayetler söylemek gibi bir huyum varmış. Halam hep gülerdi buna. Kiliseye gitmememize rağmen benim ayetleri nereden duyup tekrarladığımı hiç merak etmemiş. Öyle bir kadındı halam, kimsenin işine karışmazdı, her şeyi de olduğu gibi kabul ederdi. Tüm dünya halam gibi olsaydı belki kıyametin kopmasına gerek kalmazdı. Bunu beni görmeye gelen ışıklı kadına da dedim. Dedim ki “İnsanlık için umut yok mu? Kıyamet kopmasa, en azından bir otuz – kırk yıl daha yaşasak olmaz mı?” dedim. “İnsanlık için umut senin doğumunla bitti,” diye yanıtladı beni. Bu kadar kötü ne yapmış olabilirim diye düşündüm kendi kendime. Zavallı ben.

Ama yo, kendime acımayacakmışım. Üzerimdeki büyük bir sorumlulukmuş ve bu sorumluluktan gurur duyacakmışım. O kadın öyle demişti çünkü. Onun empati duygusundan yoksun olduğunu varsayıyorum. Şimdilik aldığım en büyük sorumluluk dünyanın sonu gelmeden önce size hikayemi anlatmak.

Ben okula gidecek yaşa gelince çocuklar benden nefret etmeye devam etti. İnsanlara garip ayetler fısıldamayı keseli çok olmuş ama insanların bana olan yargıları silinmemişti elbette. Sınıfta kimse beni oyunlarına katmıyordu. Öğle yemeklerini yalnız yiyordum. Öğretmenlerim bile benden bir uzak duruyordu. Bunları halama anlattım. Bana “Elbette bir gün karşılığını alırlar yavrucuğum,” dedi ve haklı da çıktı. Rahmetli halam her zaman haklı çıkardı. Beşinci sınıfta sınıfımıza yeni bir öğrenci geldi, tesadüf bu ya onca boş yer varken benim yanıma oturdu. Kısa sürede arkadaş olduk, yeni ve futbolda çok iyi olan çocukla arkadaş olmak isteyenler de bizim etrafımızda toplaştı, bu da sınıfın yarısı kadardı. Diğer yarısı benden hâlâ nefret ediyordu.

Sonra gidip yeni çocuğun yerini değiştirsin diye öğretmenlere şikayet etmişler. Öğretmenler odasında kargaşa çıkmış. Kimisi bunun bana haksızlık olduğunu söylemiş kimisi yeni gelen çocuğu kötü şöhretimle boğacağımı… Üst sınıflardan bir temsilci de bu tartışma yaşanırken odadaymış. Bunu okul kantininde yayınca tüm okul bire bir, ikiye iki bölünmüş oldu. Herkes bir kavga içerisine girdi. Taraflar kırmızı ve mavi kurdeleler takıp gezmeye başladılar. Üç yıl boyunca kimse bir diğeriyle konuşmadı. Ortaokuldan mezun olacağımız gün herkes yumruk yumruğa girene dek devam etti bu. Ben hiç karışmadım, halam beni o gün erkenden almıştı. Orada olmadığım için hâlâ sevinirim. Böyle de vicdansızımdır. Halam beni insanların kendi seçimleri için suçluluk duymayacağım şekilde yetiştirdi. Sonradan çok “vicdansız” olduğum söylenince ben de bu sıfatı benimsedim. Yaşasın vicdansızlık o halde.

Nerede kalmıştım, lise yıllarım. Aksilikler orada da peşimi bırakmadı. Birinci sınıftayken bana okulun yemekhanesi için dönemimden imza toplamamı ve bunun dört yıl boyunca yemekhaneye gelecek yemek miktarını belirleyeceğini söylediler. Herkesten imza almak beni popülerleştirdi. Dönemdeki herkesin ilk tanıdığı garip ama sevimli çocuk ben oldum. Liseyi bilirsiniz, insanların sizinle ilgili ilk izlenimi ne olursa lise yıllarınız öyle gider.

Benimki öyle gitmedi.

Müdüre imzaları ilettikten sonra imza kağıtlarının yarısını çantamda buldum. Okulu arayıp bildirmek istedim ama mesai saati bitmişti. Ertesi gün okul açılır açılmaz gittiğimde ise çok geçti. Sayılar eksik verilmiş, bir dönem insana ancak yarım porsiyon yetecek şekilde yemek gönderilmişti.

Müdür bunu duyduğunda beni bir güzel azarladı. Yemek şirketi değiştirmek için çok geç olduğunu söylemiş. Halam bu işten hiçbir şey anlamadığını söyledi ama bana bir şey demedi. Ona göre ben bedbaht bir çocuktum ve benim başıma gelen her anormal şey, başına gelen ben olduğum için artık normaldi. Halamın bu tutumunu asla anlamamıştım. Şimdi düşününce hakkımda benden çok şey bildiğini anlıyorum.

Lise boyunca herkes yarım öğün yemek yedi. Birinci yılın sonunda okul kantini teneffüslerde yiyecek satmaktan parayı kırıp kantini kapatınca bir daha kantin açılmasına izin vermedi müdür. Dışarıdan yiyecek sokmayı da yasakladı sinirden. Sonradan pişman olduğunu düşünürüm hep. Cuma günleri tüm öğrencilerin karşısında bağırdıkları şeylerden pişman olup sonra gururlarından geri alamadıklarını düşünmek hoşuma gider.

Öyle ya da böyle lise yıllarım aç geçti. Son sınıfta okul temsilciliğini alıp başka bir yemekhaneyle de anlaşmayı deneyecektim ama ne yazık ki o yıl halam vefat edince, elden ayaktan düşmüş bulundum. O bir yıl nasıl geçti bilmiyorum.

Tüm yılı sersem gibi etrafta dolanarak, halamın evindeki yastıklara sarılıp ağlayarak ve bana bıraktığı parayı har vurup harman savurarak geçirdim. Hepsi sırf acımı dindirsin diyeydi. Dinmedi.

Halam geriye bir mektup bırakmıştı. İçinde “Bugünün geleceğini seni kucağıma aldığım günden beri biliyordum fakat asla pişman değilim,” yazıyordu. Ben bunu beni geride bırakacağını bildiği halde beni evlatlık almasından bahsediyor diye yorumlamıştım ama kazın ayağı öyle değilmiş.

Halamın parası sonlara yaklaştığı bir gün dışarı çıkıp iş aramaya başladım. Biri ekonomik kriz diyordu, bir dükkanda şu an salgın vardı, bir mağaza ikiye bölünme sürecindeydi, hepsinin ayrı bir hikayesi vardı işe almamak için. O gece yorgun argın eve dönerken bir anda bir aydınlık cisim belirdi. Hayır, cisim değil bu bir insandı.

Karşısına kadar yürüdüm. Yoluma çıktıysa o düşünsündü.

Bir kol boyu mesafe kalana dek ilerledim. Yaklaştıkça bu ışık içindeki varlığın bir kadın olduğunu ve ayaklarının yere basmadığını fark ettim. İçimde korku değil heyecan vardı. Belki de uğruna yaşayacak bir şeyim olmadığı belki de katıksız bir aptal olduğum içindi bu. Aptal olduğumu her zaman kabul ederim. Hayatta önemli olan aptal olsan da aptal değilmiş gibi davranmaktı, ben de onu iyi becerdiğim sürece bir sıkıntı yoktu. Halam bana böyle yapmamı söylemişti.

Işıklar içindeki kadın bana parmağını uzattı. İşaret parmağının ucunu alnıma dayadı. “Sen,” dedi. “Seni buldum.”

“Görebiliyorum,” dedim istemsizce.

“Son atlı seni bekliyor,” dedi bana. Kalbim o kadar şiddetli çarpıyordu ki kadının atlı mı aklı mı dediğini anlayamadım. Bekledim. “Şimdiye dek tüm Atlılar’ı başarıyla çağırdın, sonuncuyu çağır. Sonu başlat. Başlangıcı bitir.”

“Anlayamıyorum,” dedim ona. “Ben aslında bir aptalım,” diye de itiraf ettim. Üzgünüm hala.

Sonra her şeyi anlattı.

Beni Dünya’ya Mahşerin Dört Atlısı dediklerini çağırmam için göndermişler. Hayatımda yaşadığım tüm sorunlar bir Atlı’nın gelişiyle sonuçlanmış. Annemin hastalığı, okuldaki savaş ve hatta imza işini batırıp okulu kıtlığa sürüklemem bile. Halam ben onun ölümüne neden olamadan ölünce son atlı olan Ölüm’ü çağıramamışım. İstemeden yani. İstemeden kıyameti durdurmuşum.

Bu görevi neden bana verdiklerini açıklamadılar. Karşımdaki kadının Tanrı olduğunu düşünsem de cesaret edip soramadım. “Git şunu öldür,” de demediler.

Dediğim gibi, sizin için fazladan zaman istedim. Gerçekten. Bu görevi üzerimden atmak da istedim. Her türlü pazarlığı denedim. Olmadı. Karşınızda ışıklar içinde bir kadın belirince çok fazla önerecek bir şeyiniz olmuyor. Empati kurun biraz. Halam öyle derdi.

Bu mektubu 12. kattan aşağı düşüp yerde pestil olmuş cesedimden çıkaracaklar. Sonra okuyacaklar. Sonra tüm Dünya kıyametin kopacağını anlayacak. Üzülmeyin. Panik yapmayın. Diğer tarafta da bir şeyler olduğunu öğrendiğinize göre imanlılar gelecek hayatları için, günahkarlar da yaşamış oldukları hayat için sevinsinler. Bana ne olacağı belli değil ama buradan başka kaçacak bir yerim de yok.

Zarfın içine kalan son paramı, halamın öğütlerini not ettiğim ve hep göğüs cebimde sakladığım not kağıdını ve birkaç dondurma kuponu bırakıyorum. Bulanın ne işine yarayacaksa alsın götürsün.

Kısa süre sonra görüşmek üzere, hoşça kalın.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Merhabalar,

    Keyifli ve sade bir öyküydü. Doğal bir anlatım yakalayan Bedbaht kendini çok iyi dinletiyordu. Başına gelen gariplikler kurguda nereye varacak diye düşündürse de sonu tahmin edemedim. Meraklı bir okuma sağladı bu da. Genelgeçer unsurların ötesinde yaşama dair hisleri ve fikirleri çok güzel yakalamıştınız.

    Misal vicdansızlık tanımınızı epey doğru buldum; içinde bir miktar suçlayıcı bir yaklaşım olsa da. Cidden bunu uygulamayı istediğim için sanırım aklıma yattı bu kadar. Hatta bu ara tepkilerimi ardına gizlediğim cümleyle geleceğim “Kimsenin vicdanını rahatlatmakla uğraşamayacağım.” Eh Bedbaht’ın da dediği gibi “Yaşasın vicdansızlık o halde!”

    Beyazlar içindeki kişinin kadın olması da beni ekstra mutlu etti. Alametler ince düşünülmüş ve sezdirmeden kaleme anılmıştı. Sadece yeni çocuğa sonra ne oldu onu merak ettim :smiley: Kurguyla çok alakalı değil belki ama her şeyi kaosa sürükleme bahanesiydi kısmen :smiley: Son olarak halanın öğütlerini de merak etmedim diyemem. Günlük yaşamda mahşer gününden daha çok işe yarayabilir gibi.

    Kaleminize ve zihninize sağlık!

  2. İyi Pazarlar:
    Bana biraz Nasrettin Hoca fıkrasını anımsattı. Bilirsiniz Hocaya sormuşlar kıyamet ne zaman kopacak diye “Küçük kıyamet mi? büyük kıyamet mi demiş” ya. Hepimiz o küçük kıyameti yaşayacağız. Bende o küçük kıyameti ve de hüznü hissettim. Kaleminize sağlık…

  3. Merhaba. Öykünüzü çok beğendim. Hiçbir mitin hiçbir kehanete uymayacağı kanaatindeyim. Bu ne demek? Yani korktuğumuz hiçbir doğa üstü olay tahmin edeceğimiz şekilde olmayacak. Öyküyü okuyunca aklıma direk bu geldi. Hani bir savaş olmadan küçük çaplı denemeler yapılır ya. Ya da bir krizin nasıl atlatılacağını öngörmek için küçük krizler yaratılır. Onun gibi belki de karakterimizin yaşadıkları yalnızca bir denemedir. En azından ben öyle düşündüm. Elinize sağlık, bu öykü beni çok düşündürdü.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for azizhayri Avatar for ulu.kasvet Avatar for Kubra_Hazal_Topal Avatar for zencefilos