S. için gün, sabah oldukça erken başlıyor. Yeşildere çevre yolunun banketindeki duvara dayıyor sırtını. Koca bir valiz dolusu ıvır zıvırı bitpazarına sermeden önce soluklanıyor. Yenişehir sırtlarından Yahudi Mezarlığı civarından güneşin doğuşunu izliyor. Şimdi orada olmadığından da huzurla tekrar gülümsüyor.
Az önce Yahudi mezarlığının beyaz badanalı duvarı boyunca yol alırken ürpermiş, sırtına dayalı ne olduğunu anlayamadığı soğuk bir demir hissiyle ya da kırbaçlanmış gibi hızla korkarak yürümüştü. Valizinin kaldırım taşlarındaki sekmelerine bırakmıştı korkusunu. Nihayet mezarlık duvarı bitince de geriye bakıp galibiyet duygusuyla gülümsemişti. Çok eski bir mezarlık olduğundan hortlakları daha korkunçmuş gibi geliyordu Ona. Hemen de kovdu bu düşünceyi kafasından.
Klinik hemşiresi ona; iyileştiğin zaman düşünmemen gereken şeyler düşündüğünü anlayacaksın demişti. İşte bu da düşünmemesi gereken bir şeydi. Hortlaklar, hele ortaçağdan kalanlar. “Düşünme” dedi kendine sesli sesli.
Babası ve annesi Almanya’ya çalışmaya gittiğinde babaannesiyle yaşarken, Meryem derdi babaannesine, Meryem “Çok düşünme güzel kızım, bana anlat kafacığında ne varsa. Düşünme” derdi “e”leri uzatır, frensiz bir “e”yi yokuş aşağı bırakır gibi, ağzında yuvarlayarak son buldururdu. “Düşünmeee”
Meryem “Ben yakında ölüp gideceğim, mezara götürürüm sırlarını, bana anlat sen” derdi. Geceleri Meryem’in nefesini dinler, gerçekten ölüverirse ne yapacağını kurgulardı. Telaşlanır, gece yarısı uyanır, başını soğuk cama dayar, ağlardı. İçinin sıkıntısı biraz dağılınca da uyur kalırdı.
Termos bardakta getirdiği çayı ağır ağır yudumluyordu. Sağına soluna satıcılar gelmiş, sergilerini açmak için hummalı bir uğraş içine girmişlerdi. İşini bitiren hemen soğuktan korunmak için bir şeylere sarınıp oturuyordu. Satıcıların uğultusu yavaşça nefeslerle sarmalanıp bütün İzmir’i kaplayacakmış gibi güçleniyordu. Bitpazarı hareketleniyordu. İşte, bu canlanmayı seviyordu.
Etrafı izleyen gözlerini valizine çevirdi. Devirip açmaya başladı. Her şeyi muntazam sığdırmıştı valize. O hemşirenin adını düşündü bu arada. “Alev” diyordu O. Belki hemşirenin adı bu değildi. Kadın beline kadar uzamış saçlarını sıkıca atkuyruğu yapıyordu ve ışıldayan bal rengi gözleri vardı. Pırıltılı mavi bir kalem sürüyordu gözüne. Dudak parlatıcısının ne olduğunu ondan öğrenmişti… Tırnak cilasını da. Eğer doktordan izin alabilirlerse makyaj yapacaklardı klinikte. Ne olmuştu, izin mi alamamışlardı yoksa “Alev” izne mi ayrılmıştı. Konuşurken heyecanlanıp planladıkları o makyaj gününü yapamamışlardı.
Bitpazarlarında yollar kendiliğinden oluşuverir. Yolların dördü de Onun sergisine çıkıyordu. Sergisinin dört köşesine matruşka bebekleri koydu, ağırlık yapsınlar diye. Tam ortaya da bir bebeği sıraladı küçükten büyüğe. Maruşkaların arasına asker titizliğinde ıvır zıvırı sıralamıştı. Erkek müşteriler için olanlar ön sıradaydı. Kadınlar pek uğramazdı bitpazarına onların iğlisini çekecek eşyalar arkalardaydı.
Bir gözü bir sebepten artık kapanmayan bebeğini sağdaki matruşkanın yanına, heybesinde kömür taşıyan eşeği diğerinin yanına koydu. Tırnak makasları küçükten büyüğe, diş fırçalarını tonlarına göre, kumaş makaslarını ve bıyık makaslarını açılarına göre dizmişti.
“Alev” burada olsa kesin kendini bu kadar yormamasını söylerdi. Üç ay bittiğinde ufak bir sır verir gibi fısıltıyla “Beni ya da burayı sık düşünmeye başladığında hemen gel oldu mu?” demişti. Bir kez dışarıda görmüştü hemşireyi, alışveriş merkezinin otoparkındaydı, arabanın arkasında zırıl zırıl ağlayan iki kızını avutmak için acele ettiği halde kısa boyunlu sinirli bir adam, çabuk olması için korna yapıyordu.
O zaman iyice kavramıştı, etrafını saran tüm bu insanların hepsinin dertleri vardı. Yine de her sabah kalkıp, bir işe gidecek gücü buluyordu insanlar. Gülümsüyorlardı. Kendileri daha kahvaltı yapmamışken, gülümsüyor ve başkalarına kahve ikram ediyorlardı. Bitkiler gibi mi? Diye sordu kendine. Gün ışıyınca onlarda kalkıyor, köklerini suya doğru salıp doğruluyorlardı.
İlk müşterisi elini uzatıp sağ köşeyi tutan matruşkayı aldı eline. Orta yaşlı bir adamdı bu, sırf göbeğine rağmen eğilip onu aldığı için bile bir indirimi hak ediyordu.”Kaç lira?” dedi adam. “ Elli” dedi. Eskiden olsa sırf düzen bozulduğu için satamazdı matruşkayı. Adam cebinden kırk lira çıkardı.” Siftah senden ağabeycim “dedi. Eskiden olsa bir onluk, iki beşlik, bir yirmilikten oluşan parayı asla alamazdı. Birisi ona kırk lira verecekse bu iki yirmilik olmalıydı. “Alev” bile benim derdimi anlayamadı diye düşündü.
Boşalan sağ köşeye hemen bir matruşka daha koydu, ağırlık yapsın diye. Yüzü, bir sebepten artık gözü kapanmayan bebeğe dönük.
Merhaba:
İzmir’liyiz galiba, tanıdık birini görmüş gibi oldum.Hikayeni iki kere okudum anladığımı söylersem yalan olur anlamadım dersem size ayıp olur diye düşünüyorum. Beni hoşgörün, romanda veya hikayede bir olay arayanlardan olmalıyım o yüzdendir anlamamaklığım. Yine de emeğinize sağlık…
Benzetmeler gerçekten güzel olmuş
Merhaba;
Öykünüz gizem dolu, ne neden soruları uçuştu kafamda okurken ama sonuna kadar çözemedim. En azından ipuçlarını verseydiniz:)