Cehennem nasıl tasvir edilir? Sonsuz bir ateş çukuru mu? Akla gelmeyen işkencelerin yapıldığı soğuk bir mahzen mi? Dinlerin ve insanların cehennem hakkında birçok tasviri vardır. Kimi din Tanrı’nın korkunç gazabının orada günahkarların üzerine olacağını söyler. Kimi din ise orada şeytanın hükümdarlığında lanetlenmiş bir krallığın kurulacağından bahseder. Bazen cehennem bir umuttur bazen de umutsuzluk.
“Ne yani böylesi korkunç bir dünyanın bir de cehennemi mi var?” diye bir söz okuduğunu hatırlıyor Eda. Nerede okumuştu? Yoksa biri mi söylemişti? Bunu hatırlayamıyordu şimdi. Fakat o zamanlar dünyanın korkunç olduğunu düşünmüyordu. O zamanlar aklına cehennem de gelmiyordu. Tasvir etmek aklının ucundan bile geçmiyordu. Peki şimdi neden cehennemi tasvir etmek gelmişti aklına?
“Sıcak bir salonda geniş bir yemek masası vardı,” dedi Eda. Cehennem elbette sıcak olurdu ama zebaniler de geniş yemek masasının etrafında oturarak iş gören yaratıklar değildi. Eda’nın cehennem tasviri alışılmışın dışındaydı. Anlatmaya devam etmesi için bir kadın tarafından yüreklendiriliyordu. “Yemekleri burada mı yiyordunuz?” diye sordu kadın. Eda başını iki yana salladı. “Yemekleri mutfaktaki küçük masada yerdik,” diye ekledi. “Konuklarını geniş yemek masasında ağırlardı.”
“Ne tür konuklardı?” diye heyecanla sordu kadın. Eda konuşmak için ağzını açsa da konuşamadı. Kelimeler boğazında düğümlendi. Gözleri doldu. “Özür dilerim,” dedi kadın. “Bu senin için çok zor biliyorum. Uzun süre onunla birlikte yaşadın. O tipik bir psikopattı.”
“O bir kasaptı. İnsan kasabıydı,” dedi duvara yaslanmış onları izlemekte olan iri yarı, uzun boylu bir adam. Kendini uzun süredir tutan Eda bu lafın üzerine acı bir hıçkırık koyuverdi. “Komiser!” diye kızgınlıkla karışık bir serzenişte bulundu kadın. Komiserin yüzünde “ne yaptım ki” anlamında çocuksu bir ifade oluştu. “Komisere kızmayın Doktor. Doğru söylüyor,” dedi Eda. Söyledikleri güçlükle anlaşılıyordu. Burnunu çekti. Gözyaşlarını kazağına sildi. Birkaç defa öksürdü. “Doğru söylüyor,” diye tekrarladı. Komiser şimdi kızın söyleyeceklerini daha bir dikkate değer buluyordu. Gözyaşlarıyla birlikte üzerindeki sinekli tavırları da atmıştı. Cehennemden çıkardıkları gonca gülleri açmaya karar vermişti. Komiser, Eda’nın da zihninde bir cehennem lakırtısı döndüğünü bilse ne hissederdi acaba? Yoksa ortada gerçekten elle tutulur, gözle görülür bir cehennem mi vardı?
“Bana hiç kötü davranmadı. Hatta çoğu zaman nazikti,” dedi Eda. Doktor “Stockholm sendromu” diye geçirdi içinden. Uzun süre hapis tutulan kadın tutsaklarda görülen bir durumdu. Ama bu kızı elinde tutan adam komiserin deyimiyle gerçekten bir insan kasabıydı. Böyle bir şey olabilir miydi? İnsan bir caniyi sevebilir miydi? “Bana elini sürmedi. Her isteğimi yerine getirdi. Dışarı çıkmak dışında ne istersem yapabiliyordum,” diye devam etti Eda. Doktor kafasındaki düşüncelerden sıyrıldı:
“Senden karşılığında ne istiyordu?” diye sordu.
Eda’nın nefesi bir an daha daraldı. Bakışlarını hem Komiserden hem Doktordan kaçırıyordu. Tutunacak dal arayan bir yavru kuşa benziyordu. “Sakin ol,” dedi Komiser. “Ama sana yardım edebilmemiz için neler yaşadığını bilmek zorundayız!”
Eda anladım anlamında başını salladı ve kendini sakinleştirdi. Sert bir şekilde başını kaldırıp Doktorun gözlerinin içine baktı. “Ben o manyağın çırağıydım,” dedi ve omuzları düştü. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu. “Beni… Zorla… Zorladı…” diye kekelemeye başlayan Eda’ya, Komiser yanındaki sebilden plastik bir bardağa su doldurup uzattı. Eda suyu bir dikişte içti. “Seni izlemeye mi zorladı?” diye sordu Doktor. Eda çenesini iyice yukarı kaldırdı ve güçlükle yutkundu. Yeni su içmesine rağmen ağzı dili kurumuştu yeniden. “İlk başlarda evet,” diye güçlükle konuştu Eda. Titreyen alt dudağını ısırmasına rağmen gözlerinden yaşlar usulca akmaya başlamıştı. “Bakarak öğrenilse kediler kasap olurdu, dedi bir gün.”
Eda daha fazlasını anlatamayacağını düşündü bir an. Ama içinde alev alev yanmakta olan cehennemden kurtulmak için anlatmalıydı. O da en az ölenler kadar kurbandı. Yıllarını o manyakla bir arada geçirmişti. Bu insanlar ona anlayışlı davranmalıydılar. Bakışlarından ona acıdıkları belli oluyordu zaten. Eda olanı anlatmaya karar verdi. Yaşadıklarını bilmeliydiler:
“İnsanları salondaki büyük yemek masasına güzelce bağlardı,” dedi Eda. Sesindeki ürkek duygu kırıntıları bir anlığına yok olmuştu. Haber peşinde koşan objektif bir gazeteciye ait bir ses tonuyla anlatıyordu:
“Onları yargılardı. Bana tutanaklarını tutturur, kararlarını yazdırır, suçlu bulurdu onları. Sonra infaz aşamasına geçilirdi. O aşamada iş Öküzbaş’ındı.”
“Öküzbaş mı?” diye sordu Doktor. Bakışlarını daha sonra Komisere çevirdi. Komiser sakin bir şekilde başını salladı. Kızın neyden bahsettiğini biliyor gözüküyordu. “İnfaz esnasında bir kasap önlüğü giyerdi. Kafasına da bir öküz başı maskesi takardı. O zaman kendine Öküzbaş derdi,” diye devam etti Eda. Bir rüyada gibiydi. Gözleri dalmış gitmişti. Sanki önünde yazılı bir kâğıttan okuyordu tüm söylediklerini. “İlk başlarda beni izlemeye zorladı. Masadaki kurbanlar da ben de çığlık çığlığaydık. Bir seferinde çığlık atarken elindeki neşteri gırtlağıma dayadı. Artık çığlık atmayacak kadar büyüdüğümü söyledi.”
“Sen ne yaptın?” diye sordu Doktor. “Çığlık atmayı kestim,” dedi Eda. “Şakası olan biri değildi. Bir süre sonra izlemeye alıştım. Bir tiyatro sahnesini izliyormuşum gibi geliyordu. Sanki gördüğüm insanlar birer oyuncuydu ve sahneleri bittiğinde üstlerini başlarını alıp gideceklerdi. Öyle gelmeye başlamıştı.”
“Duyarsızlaştırma,” diye geçirdi içinden Doktor. Manyak herif kızı aşama aşama hazırlamıştı. “Sonra ne oldu?” diye sordu Doktor. “Bir gün elime neşteri verip işe dahil olmamı istedi. Kabul etmedim. Hiçbir şey yapmadı,” dedi Eda ve bir süre durdu. Doktor ve Komiser şaşırmış görünüyorlardı. “Ertesi gün yemek masasındaki suçlu ben oldum. Emre itaatsizlikten infazıma karar vermişti,” diye devam etti Eda. Doktorun gözleri fal taşı gibi açıldı. Komiser duruşunu düzeltip omuzlarını dikleştirdi. Ninelerinden cinli perili bir masal dinleyen küçük çocuklara benziyordu her ikisi de. “Yalvardım. Dakikalarca dil döktüm. Yapmamasını istedim. Bir daha emre itaatsizlik yapmayacağımı söyledim. Tek bir şansım olduğunu söyleyip bıraktı beni.”
İşkence yöntemlerini nasıl öğrendiğini, Öküzbaş’ın çıraklığını nasıl yaptığını uzun uzun anlattı Eda. “Bir tören yemini vardı. Nasıldı şimdi hatırlamıyorum ama infazlarına başlamadan evvel onu ilk önce sessiz bir biçimde daha sonra yüksek sesle söylerdi,” dedi Eda ve cehennem tasvirini bitirdi. Kişisel zebanisinden yani Öküzbaş’tan da yeteri kadar bahsetmişti. İçinde sığınacağı kadar boşluk açmıştı. Ellerinde sürekli duyduğu kurbanların kanlarının kokusunun bir nebze olsun azaldığını söyleyebilirdi.
Gece yarısına doğru Doktorun ofisinden çıkmışlardı. Komiser ilk önce Doktoru evine bırakmıştı. Ardından Eda’yı evine götürmüştü. Eda yatağına girip gözlerini kapadığında uykuya dalması çok uzun sürmedi. Sabaha karşı salondan gelen tıkırtılarla uyandı. Sabahlığını giyip salona gitti. İçeri girer girmez biri boğazından yakalayıp onu duvara yapıştırdı. Gırtlağını dayanan soğuk çeliğin ardından kötü kokulu bir nefes hissediyordu. “Sesini çıkartayım deme güzelim! Yoksa keserim gırtlağını,” dedi hırıltılı bir ses. Evini soymaya gelen bir serseriydi. Çirkin bakışlı sevimsiz bir adamdı. Eda sakin bir şekilde başını salladı. Adam istediğini alıp gidebilirdi. Bu durum adama cesaret vermiş olmalı ileri gitmeye karar vermişti. “Pek de güzelmişsin,” deyip Eda’nın sabahlığını sıyırıp bacaklarını okşamaya başladı.
“Hak etmemiş kimsenin kanı dökülmemiştir bıçağımın ucundan,” derdi ustası. Eda ciğerlerini havayla doldurdu ve hırsızın bıçak tutan kolunu ileri doğru iteledi. Eda’nın pürüzsüz bacaklarını okşarken iyice kendinden geçen serseri ne olduğunu anlayamadan Eda hırsıza bir kafa attı. Adam elindeki bıçağı düşürüp iki eliyle kırılan burnunu tutarken iki büklüm olmuştu. O an kafasına yediği vazoyla yere yığıldı. Eda adamın başında dikiliyordu. Sabahlığının kuşağını söktü çıkardı. Adamı bağlamak için üstüne eğildi. Dudaklarından kalbine işleyen o yemin dökülüyordu:
Kandır gözyaşım
Ettir tek aşım
Bir içim, dışım
Ben Öküzbaşım.
Çok güzel bir anlatım . Sürükleyici bir olay kurgusu . Tebrikler.