Öykü

Khnum’un İradesi

Yıldızlar kayıyordu…

“Yıldızlar kayıyor” diye düşünerek gülümsedi. Odasındaydı, önünden tepsi taşıyan bir kaç hizmetkâr geçti, dikkatini onlara verdi; içlerinden iri dudaklı, uzun belli, diri göğüslü Kıptibir hizmetkâr kız işveli bir bakış atıp kıvırtarak servise devam etti. “Sabahki kız” diye düşündü.

Yıldızlar kayıyordu…

Taht salonundaydı, babası, Sina’ya asker yollamaktan bahsetti. Büyük ağabeyi Ank onaylayarak kafa salladı; ağabeyi, babasının söylediği her şeyi onaylardı.

Yıldızlar kayıyordu…

Gülümsedi, taht odasına bir koç girdi. Annesi babasının kolunu bırakıp ipek eteğini parlak kireç taşında sürüyerek güzelliğinin bütün haşmeti ile yanına yaklaştı. Tanrı’nın Vücut Bulmuş Kızı, Aşağı ve Yukarı Mısır’ın En Yüce Kraliçesi, ellerini oğlunun saçında gezdirdi, yanağını okşadı. Annesinin yanağında bir damla yaş süzüldü, ardından gülümseyerek oğlunun önünde diz çöktü. Ank yakasındaki altın geyik figürünü okşuyordu.

Yıldızlar kayıyordu…

Sarayın yüksek balkonundaydı. Yatay çizgili göz bebekleri ile bir koç kendisine bakıyordu.

Yıldızlar kayıyordu…

Gülümsedi. Koç meledi. Bir rüzgâr esip gözlerine girerek, bakışlarını kilitledi.Bakışlarının sabitlendiği yönde dört palmiye yaprağı uçarak tam bir kare şeklinde yere düştü.

Yıldızlar kayıyordu…

Koç ikinci kez meledi; hareket edemiyordu. Babası, yüce Firavun Snefru korku içinde haykırarak balkona fırladı; devasa bir Nil timsahı seri adımlarla onu takip ediyordu. Bir an için kendisi yeşil kâbusa dönüştü; hiddet ve kan arzusu ile doluydu. Babasının bir Yahudi çocuğu gibi korktuğunu görmek onu daha da hiddetlendirdi. Korkuluklara yaslanmış adam bir Firavundan çok köşeye sıkışmış bir firavun faresine benziyordu. Babası, oğlunun adına lanetler okudu, tanrılara seslenip yardım diledi ama yardım gelmedi. Sonra tekrar kendi bedenindeydi. Timsah, yayından salınmış bir ok gibi babasının üzerine atıldı ve sivri çenesi Şezmu’nun bıçağı gibi karnına saplandı. Babasının, lanetleri ve yakarışları acı çığlıklarına dönüşerek havaya karışan buhar gibi sönüp kayboldu. O ve timsah balkondan düşüp yok oldular.

Yıldızlar kayıyordu…

Koyun üçüncü kez meledi. Yıldızlar kayıyordu, gülümsemesi solmuştu. Yıldızlar kaydı, kaydı, kaydı ve kızıla dönüp Mısır’ın üzerine düştüler. Ateş ve yıkım, gözün görebildiği her şeyi aydınlattı. Bir dehşet manzarasıydı; Apep’in kendisi dünyanın kıyısından çıkıp gelmiş, Mısır’ın topraklarını altüst ediyor gibiydi. Halkının çığlıkları kulaklarında çınlar, acıları yüreğini kanatırken onlara yardım etmek için hiç bir şey yapamıyordu. Yıldızlar kaydı ve Mısır ölüyordu, son bir kızıl yıldız kaydı ve az evvel düşen palmiye yapraklarının arasına, karenin tam ortasına çarptı. İnsanlar, evler, tapınaklar ve saraylar ve hatta piramitler bile toza dönüştü. Sahra çölünün bile görmediği bir kum fırtınası içinde ruhu, bedenini terk etti. Yıldızlar kayıyordu ama sadece Mısır’ın üzerine değil: Acem’in, Yunanistan’ın, Anadolu’nun, Hindistan’ın, daha önce hiç görmediği ıslak, yeşil toprakların, yabancı çöllerin ve buzdan toprakların üzerine yağıyordu. İnsanların ve hayvanların acı çığlıklarını duydu, her birini kendi ruhunda hissetti.

 İşkencesi sona erdiğinde balkondaydı. Ter, kan ve gözyaşından bir gölet içinde uzanıyordu. Kafasını kaldırdı ve koçu gördü, “Khnum!” diye inledi.

“Ey Kendinden Yaratan! Şekil Veren! Ka! Nil’in Efendisi! Gerçek Babam, nedir bu? Neden kutsadığın evladına böyle eziyet ediyorsun! Bedenimi bin parçaya bölsen, her parçasını bin yılana yedirsen daha az zulüm etmiş olurdun oğluna!”

Khunum, “Vakit geldi!” buyurdu, sesi her yerdeydi.“Yaratılanlar, karanlığın kucağına düşmeden önce senin mezarın en büyük olarak yükselmeli. İşaret konuldu, yapman gerekeni hemen yap! Vakit geldi!”Hemen ardından acı bir çığlık koy verdi, Khufu’nun kum fırtınası içinde işittiği bütün çığlıkların hepsinden daha acı bir çığlıktı ve sonra karanlık her şeyi aldı…

Khufu, gözlerini açıp ona tepeden bakan bir koçbaşıyla göz göze geldiğinde, çığlık atma içgüdüsünü bastırarak hızla doğruldu. Kendini toparlaması, rüya ve gerçeği ayırt edebilmesi birkaç saniyesini aldı; tapınakta, Khnum’um sunağındaydı. Koçbaşlı tanrının korkutucu gözleri altında istihareye dalmıştı.

Derin bir nefes aldı, ter içindeydi, dudakları kuruyup çatlamıştı. Rüyası, en ince detayları ile gözünün önünde canlandı, acıyı hala hissedebiliyordu.Kafasını kaldırıp rüyasındaki gözlere baktı; sarı gölet içinde simsiyah yatay bir çizgi ve diğer hepsinin bütününden daha acı olan o son çığlık. Bunları unutmak mümkün değildi.

Kuru dudaklarını ıslatmak için sunağa bıraktığı meyve tabağına uzandı ama bir asa eliyle tabağın önüne indi. “Tanrılara adanan, tanrılarındır! Hiç kimse onlardan çalamaz, Firavunlar da dâhil!” Beli bükülmüş yaşlı Başrahip başında duruyordu. İfadesiz sayılabilecek ama aynı zamanda sert bakışları ve kafasındaki tacı ile bir sfenksi andırıyordu. Sol yanında duran bir Wab rahibi elinde tuttuğu tören amforasını uzattı. Salonun içinde çeşitli rütbelerde diğer rahip ve rahibeler devardı. Khufu, uzanıp testiyi aldı ve dudaklarına götürdü. Biradan hoşlanmazdı, kokusu midesini bulandırıyordu ama dudaklarını ıslatmak için bir yudum içti.

Wab uzanıp testiyi alırken “Bana rüyanı anlat genç prens.” Diye emretti başrahip. Khufu, yutkundu, çığlık hala kulağındaydı. Gözleri istemsizce koç başlı tanrıya döndü, Khnum’un sözlerini tekrarladığının farkında değildi. “Demek karar verildi.” Dedi başrahip, sesinde gizli bir şüphe hissediliyordu. Sözleri Khufu’yu kendine getirdi. “Evet, Tepi.” Dedi, “Rüyalarım şimdiye kadar hiç bu kadar açık olmamıştı.”

“Bana anlatın,” dedi başrahip. Khufu hafifçe kafa salladı ve en baştan başladı. Kayan yıldızları, hizmetkâr kızı, annesini, ağabeyini ve Khnum’u anlattı. Balkona çıktığı kısma geldiğinde sesi alçaldı. Yeşil canavarın öfkesini ve kan arzusunu hala hatırlayabiliyordu ama en zoru bu değildi, yıldızların Mısır’ın üzerine yağması, kum fırtınası ve gördüğü diğer bütün yabancı diyarların ölümü: Kaos’tu.

Sözlerini bitirdiğinde odada çıt yoktu. Başrahip birkaç saniye sonra hafifçe kafa sallamakla yetindi ama yanında getirdiği Wab, nefes nefese, “Tanrı sizinle konuştu!” dedi. Gözlerinde Khufu’nun daha önce fanatiklerde şahit olduğu bir hayranlık parıltısı vardı. Odanın içindeki gölgelerden onaylayan mırıltılar yükseldi. Wab’ın yüzünü hafızasına kazıdı, ilerde çok işe yarayacaktı. Başrahip, asası ile Wab’ı dürttü ve gitmesini emretti, mırıltılardan hoşlanmadığı belliydi. Khufu, rüyasının sabaha kadar Kahire’nin her yanında konuşulacağından emindi.

Kendini toparlayarak ayağa kalktı. “Khnum’un buyruğu üzerine, vakit geldi!” diye seslendi odaya. Birazdan babasının tahtını elinden alacak, onu öldürecekti. “Yapılması gereken yapılmalı” diye düşündü. Vicdani muhasebe yapılacak vakit çoktan geçmişti. Bundan sonra duraklamak ölüm demekti. “Yine de bizzat yapmasam daha iyi olabilirdi” diye düşündü; başrahibin destek için tek şartı buydu. Şimdi harekete geçmeli, gücünü sağlama almalı ve desteği pekiştirmeliydi. Duruşunu toparlayıp bir adım öne çıktı, ağzını tekrar açtığında başrahip asasını üç kez yere vurdu. Bunun kendisini susturmak için yapıldığı açıktı ama Khufu sesini çıkarmadı. Bakışlarını kısa boylu ihtiyara çevirdi, otoriteyi bu şekilde aniden kaybettiği için öfkeliydi. Khufu bunu ilerisi için avantaj olarak kullanabilirdi, boyun eğer bir tavırla kafasını eğdi. Yaşlı başrahip önce şaşırmış gözüktü ama Khufu’nun yüz ifadesini inandırıcı bulmuş olacak ki otoriteyi bu kadar kolay geri almış olmanın tatmini ile kafasını salladı. Dingin ama kuvvetli sesi ile “Hazırlıklar tamamlandı!” dedi, cübbesinin cebinden balık kuyruğu kabzalı bir hançer çıkarıp uzattı, “Khnum’un dilediği gibi olacak!”

Khufu öyle olacağından emindi. Rüyalarının kendisine tapınağın gücünü verdiğinin farkındaydı ama yaşlı başrahibin Khufu’nun sadece bu gücün bir parçası olması arzusunda olduğu çok açıktı. Yanıldığını anladığında çok geç olacaktı.

* * *

Firavunun sarayında bir koşuşturma hâkimdi. Kraliçe Hetepheres rahiplerle dolu koridorları koşarak geçmemek için kendini zor tutuyordu. Kendini önünde secdeye atan bir rahibin üstünden atlayıp yoluna devam etti. Koridorları ve basamakları hızla geçip kralın odasına girdi. İçeride, sol tarafta bir rahipler ordusu firavunun etrafını sarmıştı. Sağ tarafta, Snefru’nun altın işlemelerle kaplı yatağı dağınık bir şekilde boş duruyordu. Yerde kırılmış bir cam sürahiden kalan bir kaç cam kıymığı ve havada bir ballı şarap kokusu vardı. Kalabalığa doğru ilerlerken hafif bir rüzgâr esintisi yüzüne çarptı, ardından ağır bir metalik koku burnuna doldu. “Bu kimin kanı?” diye düşündü, ceset balkonda olmalıydı. Kalabalığın dibine geldiğinde dizleri boşalmak üzereydi.

Bir rahibe yüksek sesle gelişini ilan etti. Rahipler yere kadar eğilip önünü açtıklarında Hetepheres kahkahalar atmamak için kendini zor tutuyordu; tek oğlu Khufu, öldürdüğü babasının koltuğuna oturmuştu.

Hetepheres duruşunu toparladı, elbisesini düzeltti. Eteğini sürüyerek oğluna yaklaşırken sol gözünden bir damla yaş aktı. “Khufu, hükmün daim olsun!” diyebildi.

İbrahim Halil Özakıncı