“Onun için deliriyordum ama o beni maalesef görmezden geliyordu.”
“Neden?” diye sordu psikiyatr, biçimli alınmış kaşlarından birini kaldırmış, şüphe ve korkuyla karışık bir ifadeyle yazı altlığına hızlı hızlı notlar alıyordu.
“Gereğinden fazla sorun yaşadım” dedi genç kız gülümseyerek.
“Melodi Hanım… Böyle üstü kapalı anlatırsanız hiçbir sonuca varamayız ve kabuslarınızın nedenini anlayamayız.”
O uğursuz günden beri düzenli olarak gördüğü kabusların nedenini kendine bir türlü açıklayamadığımdan, bir kliniğe gitmeye karar vermişti Melodi.
“Bence anlatın, Melodi Hanım” diye devam etti Psikiyatr Melda. Sonra da ekleyerek gevrek gevrek güldü: “Ne demişler, derdini söylemeyen derman bulamaz.”
“Yağmurlu bir öğleden sonraydı. İnatçı yağmur göğü delercesine hızlı yağıyor, yer yer doluya dönüştürüyordu. İşte o gün, onu ilk gördüğüm gün olacakmış, bilmiyordum. Okuldan çıktığımda ıslanmamak için bin bir türlü hal alırken, onu ta beş metre öteden görmüştüm aslında. Okulun duvarına yaslanmış, lacivert yağmurluğunun kapüşonunu başına geçirmiş, birileri ona zorla getirmesini söylüyormuş gibi, ders kitaplarını koltuk altına sıkıştırmıştı.
İşin en ilginç tarafı, bu sağanak yağmurda sigarasını rahatça içebiliyordu. Derin derin nefesler çekiyor sonra da dünyanın en dertli insanıymış gibi uzaklara dalıyordu.
İçimden bir ses bu çocukla bir an önce tanışmam gerektiğini söylüyordu.
Yağmura hazırlıksız yakalandığımdan mecburen durağa kadar koşturmak zorunda kalacak ve tam onun durduğu yerden koşturarak geçecektim. Caddede de pek fazla kimse yoktu, bu yüzden beni fark etmemesi kaçınılmazdı.
Çantamı omzuma biraz daha yüklenip okulun büyük, demir kapısından çıktım ve çocuğa adım adım yaklaştım. Tam sigarasından bir fırt daha çekerken şansımı biraz daha arttırmak ve beni iyice fark etmesi adına kendimi yere atıverdim. Tabii bunu yaparken pantolonumun feci derecede ıslanmasını hesaba katmamıştım.
Popomun üzerine kapaklandığım için kot pantolonum sırılsıklamdı. Çocuğa bir kere rezil olmuştum ama işin ucunda onunla tanışmak vardı.
Sigarasını ıslak zemine atıp ayağıyla söndürdü ve sonra sakin bir biçimde elini uzattı. Onu tanımamama ve hayatımda ilk kez görmeme rağmen elini tutuyordum. Garip miydi? Tartışılır. Ani miydi? Evet, oldukça
“Teşekkürler” diye mırıldandım. Hafif şişman olduğumdan, onun atletik yapısının yanında, dışarıdan bakıldığında kötü bir görüntü sergilediğime bahse girerdim.
“Nasıl düştün?” dedi beklenmedik bir şekilde. Gülmüyordu, yüzündeki ifade azıcık bile olsa değişmemişti.
“Birden ayağım kayıverdi” derken o cümleyi kurma zarfında yüzünü inceleme fırsatı bulmuştum. Yanakları soğuktan kızarmıştı; dudakları, yanaklarıyla aynı renkteydi. Kahverengi gözleri boşa bakıyordu.
Bu çocuktan neden etkilendiğimi zerre kadar anlamamıştım. Ahım şahım yakışıklı değildi, bebek yüzlü değildi, karizmatik bile sayılmazdı.
“Her neyse, hoşça kal” dedim ama söylediklerime ben bile inanamıyordum. Bu kadar mıydı? Sırf onunla tanışabilmek için güzelim pantolonumu feda etmiştim. Hem de eve bu şekilde, yani popomda koca bir ıslaklıkla gitmek zorunda kalacaktım. Böylece kestirip atabilir miydim?
Hayır, hayır. Kesinlikle atmayacaktım.
Tam o gün, o saatte, o dakikada ve o saniyede tanıştım Görkem’le. Tabii sırf onunla tanışmak için bilerek ayağımı kaydırdığımı söylemeyecektim, hiçbir zaman da bilemeyecekti.
Yağmur son hızıyla, bardaktan boşanırcasına yağmaya devam ederken, biz neredeyse birbirimizin hayat hikayelerinin sonuna gelmiştik. Ben, tam o anda ikimiz için de mutlu bir son yazıyordum çünkü kalbimin yaptığı şeye, düpedüz ilk görüşte aşk denebilirdi dense dense.
“Melodi…” diyordu Görkem. “Hayatımda duyduğum en güzel isim olsa gerek.”
O böyle deyince, benim yazdığım hikayenin sonu mutlu değil, neredeyse rüya gibi olma yolunda ilerliyordu.
En az bir saat orada, yağmurun altında durup birbirimizi dinlemişizdir diye sanıyordum. Artık vedalaşıp, eve gitme vakti geldiğinde pantolonum için endişelenmeme gerek kalmamıştı çünkü kurumuştu bile. Görkem beni durağa götürdü, yanaklarımdan öptü (evet, bu kadar çabuk) ve telefon numarasını verdi. Böylesine kasvetli bir günde, içimin içime sığmaması beni oldukça şaşırtıyordu.
Ertesi sabah okul yoktu, yani vardı da benim derslerim boş gibi bir şeydi. Ne yazıktır ki Görkem’in okuduğu bölümü sormayı unutmuştum.
Aradım onu…
Bir kere çaldı.
İki kere…
Üç…
Dört…
Aldırmadım buna. “İşi vardır, belki beni dost olarak görecektir” diye düşünüp kaderime razı olacaktım ama bunu yapmamalıydım çünkü böyle düşünmek için oldukça erken gibiydi. Hem zaten, sevgilisi olup olmadığını bile bilmiyordum.
Ertesi günkü derslerim öğleden sonraydı ama yine de sabahın köründe kalkmıştım. Tabii ki bütün gece kalbimin deli gibi çarpmasından dolayı uyuyamamıştım.
İstanbul Üniversitesi’nin kapısında bekliyordu beni. Kot pantolon ve siyah bir ceket giymiş, ceketine uyumlu bir renkte şemsiye tutuyordu. Beni görür görmez yanıma geldi, kahverengi saçlarımın ıslanmamasını istiyordu… Kahverengi gözleri, parlıyordu hem de ışıl ışıl.
“Merhaba” diye gülümsedim sadece, onunsa diyecek hiçbir şeyi yoktu çünkü bazen, bazı şeyleri sadece gözler anlatırdı.
Birlikte içeri girdik ve sınıflarımıza dağıldık ama onunla mesajlaşmaktan dersi dinleyemiyordum. Bir şekilde hocanın dediklerini yakalamalı ve not almalıydım ama bu pek de mümkün değildi. Bu yüzden dersten çıkıp kafeteryada buluştuk ve bol bol dertleştik.
Bana çıkma teklifi etti. Ertesi akşam, saat 8’de beni alıp sürpriz bir yere götürecekti. Götürdü de. Gerçekten benim için sürpriz olmuştu çünkü daha önce hiç bara gitmemiştim, yani her açıdan bir ilk olacaktı.
“Tekila sever misin?” diye sordu ama daha tadının neye benzediğini bile bilmiyordum, ismini çok duymuş olmama rağmen.
Kuytu bir köşeye çekildikten sonra Görkem, benim isteğim ve ısrarlarım üzerine iki tane bira sipariş etti. Evet, bira dışında ağzıma hiç içki sürmemiştim şu ana kadar. Buzlu biralarımız geldiğinde, havasız ve oldukça ağır içki kokan barda çalan hareketli disko müziğine ayak uydurmaya çalıştım ama başaramadım.
“Bu kadar gizemli olmanın sebebi ne?” dedim üçüncü bardağımı devirirken. Alkole çok fazla alışkın olmamama rağmen yine de meyve suyu gibi geliyordu.
“Gizemli mi? Bence asıl gizem sende saklı ama haberin yok…”
Ne demek istiyordu?
Tam bu sırada beşinci biramı içiyordum ve kendimi hala ayık hissediyordum.
“Herkes gibi senin de sırların vardır, Melodi.” diye başladı.
“Ne sırrı?” dedim.
“Bence sır saklıyorsun” dedi.
Biramı yudumlarken hıçkırdım ve “Evet, birini öldürdüm” diye bir itirafta bulundum.
Gerisini hatırlamıyordum.”
Melodi derin bir nefes aldı ve bir çırpıda gözler önüne serdiği küçük hayat hikayesini psikiyatrına anlatmanın verdiği yorgunluğun ve ağır yükün altından kalkmaya çalıştı. Gülümsedi, Melda’nın yüzünde oluşmaya başlayan şok ifadesini izledi. Not aldığı yazı altlığını bırakmış, kalın çerçeveli gözlüğünü burnunun ucuna indirmişti.
“Şaşırdınız?”
Melda bir an durdu, boğazını temizledikten sonra gözlerini Melodi’ninkilerden kaçırdı.
“Şey, elbette… Yani raporlarınızda ruh hastalığınızdan bahsediliyordu.”
“Doğru” diye gülümsedi Melodi. Fakat gülümsemesi daha çok zalimce ve acımasızcaydı. Beyaz dişleri parlıyordu. “Şimdi hastalığımı boş verelim, bence romansımın sonunu öğrenmek için can atıyorsunuz, Melda Hanım.”
“Eee… Şey, bilmem ki.”
Melda belli etmese de, işin artık bir terapi veya seanstan çıktığını ve kendisinin daha çok Güzin Ablalığa doğru gittiğini fark edebiliyordu. Bu yüzden deri koltukta hafifçe doğruldu ve bacak bacak üstüne attı.
“Pekala” dedi en sonunda. “Sizi dinliyorum o halde.”
Melodi çarpık bir şekilde gülümsedi, gözlerini kısıp çantasının dışından, içindeki küçük sırrı kavradı ama çıkarmadı. Ve anlatmaya başladı.
İki gün sonra hiçbir şey olmamış gibi okula gittim. Hayatımda neredeyse ilk defa sarhoş oluyordum ve kendime gelmek uzun sürmüştü, bu yüzden iki gün okula gidememiştim. Sarhoş olup da iki gün nasıl ayılmaz insan? Demeyin, ben ayılamamıştım.
İşte ilk gizemli notu orada bulmuştum; sıramda. Küçük, katlı bir kağıt parçasıydı ve kargacık burgacık bir yazıyla şunlar yazılmıştı:
Ben de sır saklıyorum ama yerinde olsam öyle herkese söylemezdim. En sevdiğim kişiye bile…
Kimin yazdığını veya ne amaçla yazdığını bilmiyordum. Evet, içimde taşıdığım korkunç bir sırrımın olduğu doğruydu, hem de çok büyük bir sır. Ama bunu benden başka kimse bilmiyordu… İmkansızdı.
Nota aldırmayıp buruşturdum ve çöp kutusuna fırlattım. Artık kendimi derslere vermem gerekiyordu çünkü yeterince geri kalmıştım.
Tabii ders sırasında da içim içimi kemirmeye devam ediyordu. Tek bir büyük sırrım vardı ve onu da kimseye söylememiştim…
Dersi yarım bırakıp Görkem’i aradım, telefonu açmadı. Mesaj attım, cevap vermedi. Okulda, kafeteryada, bahçede, bütün gün onu aradım ama bulamadım. Bana adeta darılmış gibiydi.
Kırıldım.
Günlerce aramadı, konuşmadı, yüzüme bakmadı. Peşinden gittim, seslendim fakat tınlamadı…
Onun için deliriyordum ama o beni görmezden geliyordu. Onunla birlikteyken tek başıma olduğum zamanlardan çok daha yalnızdım aslında.
Ve aniden, o kabus dolu, bardak bardak bira içtiğim geceyi hatırlayıverdim. Görkem’e neler itiraf ettiğimi, hangi sırrımı ifşa ettiğimi, hangi kirli çamaşırlarımın ortaya döküldüğünü…
Ne yapacağımı veya ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Bu notu Görkem yazmıştı ve açıkça görülüyordu ki benim birini öldürdüğümü herkese yayacağı belliydi. İşte o zaman mahvolurdum, biterdim.
Fakat risk alamazdım…
Çok fazla sosyal bir insan sayılmazdım, yani arkadaş sayım sınırlıydı. Beni tanıyanlar da vardı elbet, işte bu yüzden korkuyordum.
İlerleyen günlerde Görkem’le yeniden konuşmayı denedim. Artık canıma tak etmişti. Ona her ne kadar aşık da olsam, bu sırrı bedenim ve ruhumdan başka birinin bilmesi canımı içten içe sıkıyordu.
Sonra bir karar verdim. Bu karar, belki ikinci kez etkileyecekti tüm yaşamımı. Beni, çevremi, benliğimi, ruhumu…
Ama buradaydım, yaşıyordum, kimse bilmiyordu, peşimde polisler yoktu. Neden bir kez daha…
Gardırobumun en derinliklerinden çıkardım tek arkadaşımı. Kahverengi, tırtıklı kısmından tutup avuçlarımda hissettim ağırlığını. Parmağımla tetiğini kavradım, gümüşün soğukluğunu vücudumda hissettim. Soğuk ter dökmek gibiydi; kendisi küçük ve kullanışlı görünüyordu ama onu kullanmanın bedeli o kadar ağırdı ki…
Bir cumartesi günü Görkem’i takip ettim. Tanrı sanki bana yardım edermiş gibiydi, çünkü Görkem tek başına, şehrin tenha kıyısındaki ormanlık alana gidip sigara içiyor, dertli ve durgun bir şekilde etrafı seyrediyordu. Ne düşünüyordu acaba? Dünyadaki binlerce kız içinden psikopat ve katil bir sevgiliye nasıl rastlayabildiğini mi? Yoksa beni polise ne zaman ispiyonlayacağını mı?
Usulca yanaştım oturduğu bankın arkasına. Tesadüftür ki, yine yağmur yağıyordu. Tıpkı ilk tanıştığımız günkü gibi.
Çantamdan usulca tabancayı çıkarıp parmağımla tetiğini kavradım. İşte, hazırdım. Bu seferki hedefim tam on ikiden olacaktı…
Birazdan kendisine olacakları sezinlemişçesine birden arkasını döndü Görkem. Hiç ses çıkarmamıştım oysaki, son derece sessizdim. Duyulan tek şey yağmurun huzur verici sesiydi. Ve tabii ki, ıslak toprak kokusu…
Hiç şaşırmadı, korkmadı, ayağa kalkmadı, irkilmedi, kaçmadı… Hazırlıklıydı sanki böyle bir şeye kalkışacağıma. Biliyordu; hissetmişti, bu yüzden uzaklaşmıştı belki de benden.
Ayağa kalktı en sonunda. Bu sefer aramızda sadece eski, bir kısmı kırılmış, tahta bank vardı.
“İkinci kez katil olma.” dedi.
“Bir hata yaptım. Beni kandırıp bana en gizli sırrımı söylettin. Seni seviyorum.”
“Başka?”
Derin bir nefes alıp tabancaya iki elimle sarıldım. “Bunu benden başka kimse bilemez, bilmeyecek, bilmemeli. Üzgünüm, benim yapım böyle. İnsan avını seviyorum ve ben bir deliyim.”
Yine istifini bozmadan, “Suçu seviyorsun?” dedi.
“Evet” dedim titrek bir sesle. “Çünkü suç, işlendikçe güzelleşir.”
Zavallı çocuk, hiçbir şey dememişti. Ne bir savunma, ne bir itiraz, ne kaçma… Sonra duyulan tek ses, yine yağmurun şırıltısı ve çınar ağacından havalanan kargaların gaklamaları…
Olan biteni sadece gazetelerden takip ettim, hiçbir şey yapmadım. Ne polis geldi kapıma, ne de ben kaçtım onlardan.
Haberler hep şu şekildeydi:
GENÇ ÜNİVERSİTE ÖĞRENCİSİNİN GİZEMLİ ÖLÜMÜ HALA ARAŞTIRILIYOR…
Azrail’in bile benim kadar kolay can alabildiğini sanmıyordum. Bana aşık olan tek insanı oracıkta öldürmüştüm.
Acımadan, affetmeden…
Melodi olup bitenleri Melda’ya anlatırken, en önemli kısmı atlamıştı aslında. Bu suç işleme merakının veya hastalığının nereden geldiğini… Neden sürekli bunalımlara girdiğini… Neden bir silahı olduğunu… Neden herkesi kolayca öldürebildiğini…
Lise üçüncü sınıfa gidiyordu. Okuldan eve yorgun ama mutlu bir şekilde dönmüştü çünkü hoşlandığı çocuk yavaştan onunla iletişim kurmaya başlamıştı. Kısacası içi içine sığmıyordu.
Çantasından anahtarını çıkardı, kilide takıp yavaşça çevirdi. Her zaman gürültülü bir şekilde açılan kapı, bugün gayet kolay açılmıştı.
Hemen salona girdi ve onları gördü… Annesi, Melodi’nin daha önce hiç görmediği bir adamın kolları arasında uyuyordu. Televizyonda ise bir aşk filmi açıktı, yarım kalmıştı.
Annesi, zavallı babasını aldatıyordu. Ve hepsinden önemlisi, biricik kızı Melodi’yi de.
Gözü dönmüştü Melodi’nin, çıldırmıştı adeta. Çığlık atarak kapıyı kilitledi; o hayvanın hiçbir yere gitmesini istemiyordu. Hesap verecekti.
Annesi çığlıklara uyanıp metresini evden yollamaya çalışıyordu ama Melodi hazırlığını çoktan yapmıştı. Babasının tabancasını nereye koyduğunu biliyordu. El çabukluğuyla dolabın derinliklerinden çıkardı ve titrek ellerle tabancayı eline aldı… Daha önce hiç kullanmamıştı, daha doğrusu kullanması gerekmemişti. Fakat şimdi işler değiştiğine göre, bir şeyler yapmanın zamanıydı.
Melodi’nin bu davranışı, çok kızgın bir anına denk gelmişti aslında.
Adamı tam kafasından vurmuştu. İki kurşunda… Zaten oradan sonra olup bitenleri pek hatırlamıyordu, sadece annesinin anlattıklarıydı aklındakiler. Kliniğe kapatılması, anne ve babasının boşanması, daha sonra annesinin tüm parasını Melodi’ye bırakıp Almanya’ya yerleşmesi.
Olay, şaşırtıcı bir biçimde örtbas edilmişti.
Annesi, polislere hiçbir şey anlatmamış, Melodi’yi ele vermemişti. Sırrı güvendeydi artık. 17 yaşında bir katildi o.
Bir anlık öfkesine yenik düşen, genç bir katil.
Melodi’nin tüm bu olaylardan sonra psikolojisi alt üst olmuş, önce bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesine, kendi isteğiyle yatmıştı. Sonra da bir şekilde İstanbul Üniversitesi’ni kazanmıştı.
Peşinde polis olmayabilirdi ama kabusları hiçbir zaman rahat bırakmamıştı. Geceleri gözünü kapar kapamaz zihninde ve bilinçaltında silahlar patlıyordu. Çoğu zaman da birisi onu yaralıyordu.
Sırrını kimse bilmiyordu artık, çünkü bilen kişiyi, yani Görkem’i de nüfustan silmişti.
“Hayır” dedi Melda’ya nefret dolu bir bakış atarak. “Hikayem böyle bitmemeliydi aslında.”
Melda midesindekileri yer döşemesine çıkaracakmış gibi bakıyordu, yüzünü ekşitmiş, gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
“Şey… Yani, bu anlattıklarınız. Bir seanstan çok, polise ifade verme gibi oldu…”
“Biliyorsun ki, ben deliyim. Ve sen de sırrımı bilen üçüncü kişisin.”
“Yani?” Melda gürültülü bir biçimde yutkundu.
“Anlamadın sanırım” dedi Melodi gözlerini devirerek. “Sana anlattığım hikayeden bir ders çıkarman gerekiyordu. Buraya kabuslarım için gelmiş olabilirim, evet. Ama farkında olmadan yine sırrımı bir başkasına anlattım… Lanet olsun ki, yine yaptım bunu.”
Melda cevap vermedi.
“Sonuç olarak” dedi Melodi ve gülümseyerek ayağa kalktı. “Burada bir dakika daha duramam. Sırrım benimle birlikte anca mezara gelecek. Onu yanlışlıkla öğrenenler de mezara gidecek… Bu işler böyle.”
Siyah deri çantasından tek dostunu çıkartıp Melda’nın göğsüne doğrulttu. İşte, yine aynı şey oluyordu. Neden kimse ondan korkmuyordu? Annesinin metresi ve Görkem de korkmamış, hatta kendilerini neredeyse kurban etmişlerdi. Aynı şekilde Melda’nın da dili tutulmuştu.
“Melodi, lütfen…” diye yalvardı kısık bir sesle.
“Üzgünüm, Melda” dedi Melodi. “Ben sadece bu dünyada kalıcı olmak istiyorum. Birilerini öldürüp ardında tek bir iz bırakmadan kaçmayı başarabilen ve hiçbir zaman yakalanamayan bir katil olmak istiyorum. Bence bu da çok büyük bir başarı. İnsan her zaman okulda, bir kariyerde veya herhangi bir alanda başarılı olamaz, öyle değil mi?”
Tetiği çekerken eli titriyordu. İki tane mermiyi Melda’nın göğsüne isabet ettirmeyi başarmıştı. Sakız gibi beyaz gömleği hemen kırmızıya bulandı. Melda’nın başı, bir kuklanınki kadar çabucak yana düştü.
“Biliyorsun ki Melda,” dedi Melodi kıkırdayarak. Aynı anda tabancayı çantasına koyuyor ve saçını düzeltiyordu. Eldivenleri şimdiden kaşındırmaya başlamıştı, polis her an gelebilirdi.
Odada güvenlik kamerası olmadığını adı gibi biliyordu, olsa da yok ederdi zaten. Çantasından çıkardığı sarı peruğu kafasına geçirip kapıya yöneldi.
“Suç, işlendikçe güzelleşir” diye bitirdi cümlesini boş koridora adım atarken. Dönüp, Melda’ya dostça göz kırpmıştı.
O sırada aklında bir şey daha vardı. Görkem, ona tehdit dolu bir not yazdığında bir sırrından bahsetmişti. Neydi kim bilir…
Deli çocuk diye düşünüp kendi kendine gülümsedi.
Merhabalar!
Öncelikle, gerçekten güzel bir konu bulmuşsunuz yalnız birkaç tane eleştirim olacak.
İlk olarak, Melodi’nin birini öldürdüğü için ızdırap duyduğunu yazmışsınız; her gece rüyalarında kabuslar gördüğünü vb. Ama sonra, kızın hiç korkmadan tetiği çektiğini yazmışsınız.
Veya Melda’ya sırrını anlatacağını bilmesi, başından beri tek dostu silahsa, neden hâlâ bir oğlanın dikkatini çekmeye çalıştığını yazmışsınız, çok doğru olmamış sanırım 🙂
Ve bir de öykünün başında, konu sanki sadece Görkem’miş gibi yazmışsınız, oysaki kızın üç kurbanı var, bunlar da birbiriyle çelişiyor.
Son olarak, küçük ayrıntılara çok önem vermişsiniz ve bu da bütün dikkatleri onların üzerine çekiyor. Bunun gibi birkaç örnek var, mesela en başta; Görkem’in yağmurda sigara içmesinin çok ilginç olduğunu ve sırf bu yüzden Melodi’nin onun yanına gittiğini düşmemize yol açacak cümleler var ::)
Onun dışında çok ilginç bir şekilde yaklaşmışsınız konuya. Yanlışım varsa lütfen düzeltin.. 🙂
İyi günler dilerim…
Selamlar,
Gerçekten bir akıl hastası öyküsü de olsa, bazı şeylerin havada kalmış olduğunu düşünüyorum. Kız hastahaneye silahla girmeyi nasıl başarıyor? Görkem öldürüleceğini fark ettiyse eğer neden tek başına, kuytu yerlerde gezintilere çıkıyor, bu ölümlerin üstü bu kadar kolay nasıl kapanıyor? Gibi.
Bunları göz ardı ettiğimizde, ortada iyi bir şekilde ifade edilmiş bir öykünün olduğu da gerçek. Diliniz başarılı; sadece bazı şeyleri yerine oturtmakta güçlük çekmişsiniz. Giderildiğinde eksiksiz hikâyelerinizle bizimle olacağınıza inanıyorum. 🙂
Kaleminize sağlık.