Uzun kızıl saçları beline kadar uzanan, bembeyaz teninde birer yıldızdan farksız duran çilleriyle aynanın karşısındaydı. Öyle sakin öyle dingin duruyordu ki ona bakacak herhangi biri boşluğu izlemişten farksız olurdu. Ruhu, ne oradaydı ne bambaşka bir yerdeydi. Hiçliğin pelerinine sıkı sıkı tutunmuş peşi sıra sürükleniyordu. İnce telli fırçasını sol eliyle sıkıca kavramış, süslemeli sırtının avucunda açtığı kesiklere aldırmaksızın iyice bastırmıştı. Gür saçları, her bir fırça darbesi ile iyice düzleşiyordu. O güzelim kıvrımlar adeta gün batımının vurduğu deniz dalgalarını andırıyordu. Gençti, güzeldi ve eşsizdi. Yılda bir görülen kuzey ışıkları kadar ender, günde sadece bir kez kaybolan gölgesi kadar gizemliydi. Güzelliği odalara kapanmayacak kadar benzersizdi ve bu cömertçe dünyaya sunulmalıydı. Ne de olsa tanrının yarattıklarından en güzeli olabilirdi. Lakin her şeyde olduğu gibi ondaki bu güzellikte de bir şer saklıydı. Kapatılmaması gereken güzellik odalara hapisti. Kafesteki bir bülbülden farkı yoktu onun bu evde. Renk renk tüyleri, benzersiz sesleri yüzünden kapatılırdı o küçük canlar. Oysa onun hapsinin nedeni ne olmayan tüyleri ne de sıradanlıktan uzak sesiydi. Duvarlarla çevrili hayatının tek sebebi benzersizliğiydi. İnce telli fırçayı o kadar çok bastırmıştı ki bileğinden aşağı kıvrılan bir yolu izleyen kan süzülmüştü. Ancak hiçbir fiziksel acı onun canını yakamıyordu. Ruhu gibi bedeni de nasırlaşmıştı artık. Yıllarca gölgelere itelenmiş olmanın, saklanmak zorunda bırakılmanın verdiği bıkkınlık onu her gün daha da yozlaştırmıştı tüm duygulardan. Elde tutulması, asla kaçırılmaması gereken bir eşya idi sadece. Dışarıdan bakıldığında yakışıklı kontun gençliğin; sonsuz şerbetinden içmiş gibi duran güzeller güzeli karısı, bu kocaman evin tek leydisi, bu toprakların ikinci varisiydi. Ama ne yazık ki o, bunlardan biri olmadığı gibi daha bambaşka bilinmeyen övünç ifadelerinden biri de değildi. Kederin, kasvetin, melankolinin leydisi olabilirdi ancak. Belki de gölgeli kaderinin tek varisiydi ya da yıllardır küllenmek bilmeyen acısının tek aşkıydı. Fakat sanılan kişi değildi ve hiçbir zamanda olmamıştı.
Bileğinden süzülen kan, hızla kurumuş yerini kahverengiyi andıran pütürlü bir kalıntıya bırakmıştı. Saçlarını kağıdı andıran düzlükte taradıktan sonra yumuşak koltuğundan yavaşça doğruldu. Kalın perdelerin hafif aralı olduğu loş oda, alışkın olmayan herhangi bir kimse için iç daraltıcı olabilirdi. Ancak genç leydi için durum farklıydı. O ışığa yabancı, gölgelerin en ketum tebaisi idi. Altın varaklarla süslü odadan hışımla çıktı. Kontun bir malı kabul edilmeden önce yaptığı ve hayalini kurduğu tek şeye gidecekti yine. Günlerinin çoğunu orada geçirir kimi zaman yemek yemeyi dahi unuturdu. Sayısız sayfalar içinde sayması imkansız dakikalarını tüketirdi o odada. Mürdüm renginden de koyu elbisesi tahta zeminde olmayan tozları süpürerek ihtişamını konuşturuyordu. Onun narinliğine rağmen oldukça geniş olan adımları ansızın duraksadı. Beyaz büyükçe bir kapının ağzında durup yine ifadesiz bakışlar ile etrafı izlemeye koyuldu. Bakışlarının merdivenleri ve holü taraması bittikten sonra gözleri kapının koluna kaydı. Sanki birinden saklanırmış gibi bir sessizlikte açtı kapıyı. Aynı sessizlikte de arkasından hızla kapatıp kilitledi. Dört duvarı kitaplarla çevrili odada küçük havalandırma penceresi hariç hiç pencere yoktu. Buna rağmen en özgür oda burası idi. Çünkü bedenini hapsettikleri bu evde düşüncelerinin filizlenip yeşerdiği tek yer bu odaydı. Ellerinde olsa elbette düşüncelerini de kapatacaklardı. Onları da gölgeleyip gerilere atacak, kontun mührünü onların üstlerine de basacaklardı şüphesiz. Ne mutlu ki böyle bir şey mümkün değildi. Ulaşamadıkları tek yer prangalara vurulamayan zihniydi. Kızıl leydi, kapının hemen ardında kalan kitapların yanına gitti bir çırpıda. Duvarda boydan boya yer kaplayan ahşap kitaplık her gün defalarca okunmanın ve karıştırılmanın verdiği yaşlılıkla pütürleşmişti iyice. Kont, buz tenli güzel karısının bu hayattaki tek bağımlılığına en büyük hasımlığı güderdi. Öyle ki defalarca kitaplığı barbarca dağıtmış, kapısına kilitler vurmuştu. Gözü döndüğü kimi zamanda onlarca kitabı ve parşömeni acımasızca yakıp savurmuştu. Leydi bundan dolayı odaya gizli gizli uğrar, anahtarını hep yanında taşırdı. Bir kadın her zaman çocuklarını ne pahasına olsun korurdu ya genç leydinin çabası da bundan sebepti. Ve onun çocukları bu yıpranmış kitaplardan başkası da değildi. Mermeri andıran teni tıpkı buz kadar soğuktu da. Uzun ve kırışıktan bihaber olan elleri kitapların üstünde adeta neşe ile raks ediyordu. Parmaklarının altında Virginia Woolf, Kate Millett, Jane Austen hızla geçip gidiyor, yerine bir başka kız kardeşini bırakıyordu. Evlilik yüzüğü hariç tamamıyla boş olan parmakları, incecik bir kitapta takılı kaldı. Belki de bu anı yüzlerce kez yaşamıştı. Her seferinde de ısrarla aynı kitabı seçip aynı bölümü okurdu. Derdi ki yazar, “Sözlerim dikenli bir sırttır elbet, beni sarıp bağlayana batsın. Bakışlarım en çok onadır yaban ki benden ona ev olmasın. Duygularım sessizdir beni kör edene; bir zayıf umut ki, umut ona uğramasın. Solsun çehresi soldurduğu gibi, zehirlensin bedeni zehir akıttığı gibi dili. Prangalara vurulsun şanı, şöhreti, kibri. Bana uzak ama kalbime yakın olan kardeşim. Yalnız değiliz hiçbir zaman olmadık da. Tıpkı birbirinden ayrılmayan hür düşüncelerimiz gibi.” Ezberlemişti her satırını, her hecesini. Onu bilmeden yazan, herkese duyuran bu kitap belki de zayıf da olsa yaşayan tek duygusunu ayakta tutuyordu. Kitabı kucağına cansızca açıp olduğu yerde etrafını izlemeye koyuldu. Pembenin en güzel tonu ile boyanmış dudakları hâlâ aynı mısraları mırıldanıyordu. Gözlerinde belli belirsiz yanmaya başlamış zayıf bir ateş, küçük adımlarla gelen büyük bir direnişin habercisiydi. Lakin onun bile bilmediği bu başkaldırı sanılabilecekten daha yakındı. Gölgelere sürüklenmiş hayatı artık ışığa muhtaçtı çünkü. Otuzlarına henüz gelmiş olmasına rağmen ruhunun sancıları asırlara bedeldi. İnsan olduğunun unutulduğu bu evde daha ne kadar karanlıkta yaşayabilirdi. Şüphesiz ki yıllarca yaşayabilecek olsa bile buna yaşam denmezdi. Ruhu, rüzgârı özlemişti. Bulutların birbiriyle oynayışını, çimenlerin sonsuz yumuşaklığını, dağların heybetini görmeyi, hissetmeyi arzuluyordu. Ama en çok da denizi özlüyordu. Leydi olup bu eve geldiğinden beri denizi görmemiş, rüzgârını hissetmesine izin verilmemişti. Onun güzelliği sakınılmalı, asla zamana yenik düşürülmemeliydi. Bu yüzden her şeyden ve herkesten olabildiğince uzak tutuyordu onu kont. Öyle bir delilikti ki bu, kimi zaman aylarca o bile elini sürmüyordu leydiye. En güzel kıyafetleri giydirip, en zayıf ışıkta dahi parlayan zarifliğini izliyordu sadece. Kuşkusuz esaretin her türlüsü can yakardı. Ancak onun yaşadığı bambaşka idi. Suçu, günahı, nedeni olmadan kapatılıyordu kapıların yüzüne. Güzel kalabilsin diye her şeyden uzak da yaşatılıyordu. Zenginliğin ve gücün verdiği hırsın uğruna, zincirlere bağlıydı. Bu yüzden ender güzellikteki kadın bir çıkış aramıştı sürekli. Uzun aylar sonu aradığı çıkışının en nihayetinde kitaplarda gizli olduğunu anladı. Ona asla sırt dönmeyen kitapları, öldürücü yavaşlıkta akan günlerinin içinde bir zaman makinesi gibi tüm her şeyi kesintisiz hızlandırıyordu. Bu oda, kendine ait tek olan tek mekânıydı. Buraya zincirler ulaşamaz, zaman parçalayamaz, gölgeler düşemezdi. Saf ışıktan yapılma gibiydi. En az kendisi kadar benzersizdi. Kontun soğuk ve kasvetli gölgesinin, küf kokan nefesinin ve bir türlü dinmeyen öfkesinin ona zarar vermesini engelliyordu bu duvarlar. Kırık bir tebessüm ile kahverengi kitaba çevirdi kafasını. Saatin kaç olduğuna dair en ufak bir fikri yoktu. Acelesinin olduğu da pek söylenemezdi zaten. Ancak az da olsa hâlâ canlı olan insani hisleri saatin kaç olduğuna dair merak salıyordu içine. Beyaz kapının soğuk metal kolunu hızlıca çevirip kendini dışarıya attı. Odayı kilitleyip anahtarını elbisenin iç kısımlarına tıkıştırdı. Holde ve merdivenlerde adım başı olan her ışık yakılmıştı. Demek ki saat aşağı yukarı sekiz sularını gösteriyordu. Genç kont çoktan gelmiş olmalıydı. Hatta çalışma odasında onu hazır bekleyen sıcak yemeğini yemeye başlaması kesinliğe yakın bir durumdu. Kızıl leydi kuğuyu andıran boynunda asılı duran küçük kolyeyi sıkı sıkı tutarak aşağı sundurmalığa gitmeye koyuldu. Bu gece mehtaplı bir gece olacaktı. Esaretinin izin verdiği kadar ki özgürlüğü ile bu eşsiz doğa mucizesini kaçıramaz, tanrıça addettiği ayın büyüsünden uzak duramazdı.
Sundurmalık dendiğinde pek çok insanın aklında oluşan o görüntü bu ev için uygun değildi. Nedeni sözde sundurmalığın da hapishanenin bir parçası olmasıydı. Dört tarafı uzun ve tek parça camlarla çevrilmiş, aralarda süslemeli demir parçaları ile de sarılmış bir camdan tabuttan farksızdı. Genç leydi sessizlik içinde küçük koltuğa oturdu. Kışın bastırmasına çok az kaldığı için artık güneş daha erken batıyordu. Bu yüzden de zaten uzun olan geceler, sonu gelmeyecekmiş gibi yayılmaya başlamıştı. Derince birkaç nefesi taze ciğerlerine dolduran genç kadın, akşam göğünü izlemeye koyuldu. Henüz çok olmamıştı ki boğuk sesi ile evde haykıran kocası sundurmalığın kapısında beliriverdi. Gözleri deli gibi bakıyor, herkese bol kepçe dağıttığı kibarlığı ortalıkta yine ve yeniden gözükmüyordu. Emredici bir baş hareketi ile salonu gösterdi. Bir yandan da parmağı ile işaret ediyor, belli belirsiz bir şeyler mırıldanıyordu. Genç leydi pek oralı olmayan sakin ifadesi ile göğe bakmayı sürdürdü. Adamın gölgesinin bacaklarına düştüğünü gördüğü an kafasını tekrar kocasına çevirdi. Artık daha da öfkeli bakışları olan genç kont, ağız dolusu bağırmaya da başlamıştı. Öyle öfkeli öyle tekinsizdi ki daha önce ona el kaldırmamış olsa psikolojik işkencenin fiziksele dönüşeceğinden şüphe duymazdı. Ancak bu daha önce olmamıştı ve bugün de olması için bir neden yoktu. Uzunca boş bakışlarla karşısında çileden çıkmış olan adamı izledi. Ardından oldukça sakin bir ifade ile ayağa kalkıp diğer koltuğa oturdu. Yükselmeye başlamış olan ayı izlemeye başladı tekrar. Genç kont ise olduğu yerde kalakalmıştı. Elleri öfkeden titremeye başlamış, anlamsız mırıldanmalarını artırmıştı. Sakin nefes alışverişleri ile oturan leydiye hızla uzandı. İnce ve narin kollarını sıkıca tutup onu neredeyse sürükleyerek ayağa kaldırdı. Ardından öfkeli bağrışları ile avuçlarının içinde direnen, mermer renkli kolları çekiştirerek merdivenlerden çıkarmaya çalıştı. Lakin tüm gücü ile direnen kızıl leydi, en az kont kadar öfkeli bağrışlar içinde kaçıp kurtulmayı deniyor, iki adım çıksa bile bir adım inmeyi başarıyordu merdivenlerden. Her ne kadar dirense de gücü tükenme noktasına gelmiş olan leydi, kendini merdivenlerin son birkaç basamağında buldu. Acıdan ve üzüntüden çok sinirden dolan gözleri beyazlar içinde, tıpkı ay gibi parlayan kapıya kaydı. İçinde anlam veremediği hiçbir zaman da veremeyeceği bir güç uyanmıştı sanki o an. Hâlâ onu çekiştiren kolları aniden itelemeyi bıraktı. Bu beklenmedik duraksamayı anlamlandıramayan kocası da tıpkı onun gibi durmuştu. Gözleri birbirine kenetlenen ikili, kızıl leydinin kıvrılarak aşağı uzanan merdiven boşluğuna kendini bırakmasıyla son buldu. Bakışları kadar kolları da sıkı sıkıya kenetlenmiş olan iki sevgisiz eş gürültüler içinde ahşap zemine düşmüşlerdi. Tozun en ufak zerresinin bile olmadığı yere, kahverengiyle cins bir uyum yakalayan kırmızı yayılmaya başladı. Ketum bir sessizlik apar topar gelen hizmetçilerin bağrışları ile bölündü. O an gözleri hafif aralanan leydi, kanında boğulmak üzere olan belki de boğulan kocasının, soğuk yeşil gözlerine son bir kez baktı. Bir damla yaş, çoğu kadına yakışıklı gelecek o yüzden son bir defa usulca akıp kanına karıştı. Kızıl leydi ile kontun bakışları sonsuza kadar buluşmayacak şekilde ayrılmıştı artık. Tıpkı ölen ya da yaşayanın olmadığı gibi, bu sessiz savaşta ne kazanan vardı ne de kaybeden. Yıllardır yaşamayan leydi acılar içinde kilitlerinden kurtulmuştu. Ve onu bağlayan kilitler de, en az onun kadar acılar içinde zincirlere mahkum edilmişti.
Yıllar yılları, anılar anıları takip ederek akıp geçti. Kızıl leydinin güzelliği doğaya karışmak üzereyken yatağının başında onlarca kadın gözyaşları içinde onu izliyordu. Zorla hareket eden ancak tebessümünden asla vazgeçmeyen, leydi tek tek tüm kadınlara baktı. Hepsi de oldukça genç ve güzel olan bu kadınlar geçmişteki yansıması gibi capcanlı ona bakıyorlardı. Ciğerlerini parçalayan bir sızı eşliğinde acıyla karışık derin bir nefes aldı. Gözleri usulca kadınların gözleriyle buluşuyor, onlarla tek tek vedalaşıyordu adeta. Zayıf ama hâlâ en güzel tonda boyalı olan dudakları son bir kez mırıldanmaya başlamıştı hayattaki amacını. “Bana uzak ama kalbime yakın olan kardeşim. Yalnız değiliz, hiçbir zaman olmadık da. Tıpkı birbirinden ayrılmayan düşüncelerimiz gibi.” Bu sözlerle gözlerinin vedasını, dudakları da usulca işledi. Buğulanan o derin mavilikler sonsuzluğa yitip gitmiş, ardında pek çok gözyaşı bırakmıştı. Kızıl leydi, gölgelerde geçirdiği onlarca yılın ardından ışığa kavuşmayı başarmıştı. Özgürdü ve özgür kılmak için de ant içmişti. Kadınların üstüne düşen uzanabildiği her gölgeyi dağıtıp parçalamış, her zayıf ruha ışık getirmişti. O artık gölgelerin de leydisi olan Unutulmaz Kızıl Leyli’ydi.
- Al, İl, Ol ve Kral - 1 Ağustos 2021
- Bile’lerin Masalı - 1 Nisan 2021
- Gölgelerin Leydisi - 1 Kasım 2020
- Ne Siyah Ne Beyaz - 1 Ağustos 2020
Ayrıntılarıyla ve anlatım tarzıyla müthiş bir hikaye
Çok ama çok teşekkür ederim. Yorumun benim için paha biçilemez
Merhaba @azime_Eser gerçekten çok etkileyici bir öykü harika bir anlatım tarzınız var ayrıntılarla bezenmis ama ayrıntılarda boğulmayan sıkmayan konusu da cok güzel. Emeğinize kaleminize sağlık Kendi öyküme de beklerim sizi. Yepyeni Bir Şans Tılsımlı Kolyenin Gücü ve Aydınlanan Gölgeler. Okuyup yorum yaparsanız çok sevinirim sevgiler:heart:
Değerli yorumun için teşekkür ederim. En yakın zamanda senin hikayelerinde tekrar buluşmak üzere…
Rica ederim ben de oykulerime bekliyorum mutlaka görüşmek üzere