Öykü

Ab-ı Adalet

Siren sesi, yeryüzündeki en sakin ölümlüyü bile panikatak krizine sürükleyecek kadar gergin bir tonla delice bağırmaya başladı. Sağanak için hazır kıta onlarca bulut, yükselen sesle irkilerek birden taarruza geçti. Çatıları döven su tanecikleri, siren sesiyle öyle bir ritim uyumu içindeydi ki, bu iki ses, can sıkıcı güne bestelenmiş bir senfoni gibi kulaklarda çınlıyordu.

Yılmaz Gencer’in kapısı hızla açıldı. Böyle bir durumda, Hamit Akyüz gibi deneyimli bir “İnfaz ve Koruma Başmemuru” bile kapıyı çalmayı unutabilirdi. Ve yine böyle bir durumda, Yılmaz Gencer gibi otoriter bir müdür bile kapının çalınmadığını fark etmeyebilirdi…

“Müdürüm!” dedi telaşla. “Acil durum! Rıfat Şafak’ın karısı görüş esnasında istifra ederek fenalaştı. Ambulans çağırılmıştı ama…” Derin bir nefes alarak devam etti. “Bir dakika içinde nabzı durdu. Tüm kapıları tuttuk, ziyaretçilerden kimseyi bırakmıyoruz. İlgili polis birimleriyle de irtibat kurduk, yoldalar.”

“Bunlar pembe odada görüşmüyor muydu?” Sesi boğazına takılarak çıkmıştı. Buradaki herhangi bir sorun bile başının yeterince ağrımasına sebep olacakken, ülkedeki en büyük uyuşturucu mafyalarından birinin eşinin hayatı söz konusuydu.

“Evet, öyleydi,” dedi Hamit.

“O herif bir şey yapmış olmasın karısına?” Sorudan çok, bir temenni cümlesiydi bu. Herhangi bir sebepten, Rıfat eğer karısını öldürdüyse, uğraşması gereken çok az şey olacak ve üzerinde baskı hissetmeyecekti. Artık atmayan bir kalbi ve o kalbin atmasına “dur” diyen sebebi umursamıyordu. Tek derdi, koltuğunda biraz daha rahat etmekti.

Hamit’in “Belki…” demesiyle bir gardiyanın içeri girmesi bir oldu. Bu sefer kapı vurulmuştu. “Müdürüm, mahkûmları koğuşlarına topladık, ziyaretçileri de ortak alanda tutuyoruz ama Rıfat Şafak etrafa saldırıp içeri girmemek için direniyordu…” Gardiyan tam devam edecekti ki, “Hücreye tıksaydınız!” diye öfkeyle bağırdı Yılmaz Müdür. Personellerinin öyle yaptığını öğrenince de bir an için rahatladı.

Birden yanına döndü ve kendisini ziyarete -aslında harçlık almaya- gelmiş kızını gördü. Böyle bir anda evladının orada olmasından son derece rahatsızlık duyarak konuşmaya başladı:

“Hazal, ben gidip şu olayları halledeyim, beni biraz bekle. Prosedür gereği savcı gelene kadar hiç kimsenin çıkmasına izin veremem, senin bile.”

“Ama baba…” diye söze giren kızının ağzından dökülen iki kelimeyi, ses tellerine geri gönderdi.

“Yapacak bir şey yok, bir an önce buradan çıkmanı sağlayacağım. Sonra da taksiyle, arkadaşının doğum günü kutlamasına göndereceğim seni. Şimdi lütfen bekle!” Rica görünümlü emir cümlesini bitirip, personelleriyle birlikte odadan çıktı.

* * *

Çok geçmeden hem Savcı, hem Cinayet Büro Komiserleri, hem de Olay Yeri İnceleme Ekibi, Yılmaz Müdür ve Başgardiyan Hamit ile birlikte “Pembe Oda” olarak adlandırılan yerde, maktulün başındaydı. Cezaevinde “uslu” durarak, eşleriyle baş başa görüşmeyi hak eden tutuklular, bu görüşmeleri pembe odalarda gerçekleştiriyorlardı. Rıfat Şafak ise, eşi Sevim ile “uslu” bir mahkûm olduğu için değil, “sağlam bağlantıları” olduğu için özel odada görüşebiliyordu.

“Alınabilecek her yerden parmak izi aldık Savcım,” dedi, Olay Yeri İnceleme Ekibi’nin başındaki Komiser. “Ayrıca maktulün çantasındaki özel eşyalar da araştırılacak; pet şişede su bulduk, teste göndereceğiz. Ve bir de kusmuk… Ondan da örnek alındı.”

“Tamamdır,” dedi Savcı eli çenesinde, Gökhan Başkomiser’e dönerken. “Evet Gökhan, top sizde. Otopsiden sonra emin olacağız elbette ancak bu kadar çok düşmanı olan bir adamın karısı, hapishane ziyareti sırasında doğal yolla ölmemiş olabilir. Bu ihtimal üzerinden hareket etmemiz gerekiyor.”

“Haklısınız,” dedi Gökhan, iç çekerek. “Otopsi sonucu çıkana kadar bekleyemeyiz. Adli tıptakiler ellerini çabuk tutsalar bile yarına anca yetişir. O zamana kadar vakit kaybedemeyiz. Hem bu kadar insanı merkeze götürüp sorguya çekmek, gözaltında tutmak…”

Savcı, kesin bir dille araya girdi. “Hayır, hayır…” Yılmaz Müdür’e dönerek devam etti. “Arkadaşlara sorgu yapabilecekleri iki oda gerekli.” Tekrar Başkomiser’e dönerek ekledi. “İşleri zorlaştırmanın manası yok, burada halledin sorgulamaları. Gözaltına almanız gereken bir şüpheli olursa onu merkeze sevk edersiniz.”

“Emredersiniz Savcım,” dedi sıkıntıyla. “Eğer söyleyecek bir şeyiniz yoksa, biz araştırmamıza hemen başlıyoruz.”

* * *

Olay Yeri İnceleme Ekibi ve Savcı, cezaevinden ayrıldılar. Kısa süre önce Bilgi İşlem Şube’den gelen memur, cezaevinin kamera kayıtlarını incelemek için ekran başına geçti. Sevim Şafak’ın özel şoförü ve aynı zamanda koruması olan Cihan, cezaevi otoparkından içeriye, ziyaretçilerin sorgulanmak için bekledikleri alana getirildi. Yılmaz Müdür’ün özel ricasıyla kızı Hazal, formalite gereği Başkomiser Gökhan ve yardımcısı Komiser Fatih tarafından, hâlâ beklemekte olduğu odada birkaç cümlelik bir sorguya tutuldu. Isınma turu denebilecek bu sorgudan sonra, gerçek araştırma başlıyordu. Başkomiser, işe ziyaretçilerle başlamak istedi. Rıfat’ın herhangi bir düşmanı, bir adamını ziyaretçi olarak içeriye sokmuş ve Şafak Ailesi’ne zarar vermiş olabilirdi.

Yaklaşık iki saat süren sorgulamalar sonucunda, ziyaretçilerde en ufak bir şüpheye rastlayamamışlardı. Onlarca ziyaretçinin kimlik numarası merkeze iletilmiş, sorgulanmış fakat sadece tek bir kişinin, işe yaramaz bir sabıkası çıkmıştı: Küçük bir hırsızlık olayı.

Sabıkalı tek ziyaretçi tedbir amaçlı gözaltına sevk edilirken, diğer ziyaretçiler ifadeleri imzalatılarak yağan yağmur eşliğinde serbest bırakılmıştı. Sıra mahkûmlara gelmişti. Ayrı iki odada, Başkomiser ve yardımcısı, eş zamanlı olarak sorgulamalara devam ediyorlardı. Rıfat ise hâlâ hücrede, öfkeden deliye dönmüş bir halde bekliyordu. Gökhan, onu en son sorgulayacaktı. Böyle yaparak, eğer karısını o öldürdüyse ve sorgu sırasında maval okuyacaksa, kafasındaki yalanları sıralarken ihtiyaç duyacağı soğukkanlılığı yitirmesini amaçlıyordu.

* * *

Başkomiser, sorguya beş dakika ara verip açık havaya çıktı. Sigarasını yakıp yavaşlayan yağmurun saçlarına dokunmasına izin verdi. Ferahlığa ihtiyacı vardı. Her normal insan gibi hapishanelerden hiç hoşlanmıyordu. Fakat garip olan, kendisi normal bir insan değildi. Bu ortama defalarca girip çıkmış, yüzlerce katili buraya tıkmış ve bundan da büyük haz duymuş bir emniyet mensubuydu.

Bir cesedin ifadesiz suratına bakarken en ufak bir rahatsızlık duymuyordu. Bu durumun sebebi, meslekte yıllarını geçirmiş olması değildi; ölü suratlar, onu en başından beri huzursuz etmiyordu. Ölümün gerçekliğini çok erken yaşta kavramıştı. Ölü. Hissiz. Acısız. Sessiz. Duyusuz.

Fakat mahkûm olmak öyle değildi. Mahkûm olmak, yaşayan ölü olmak demekti. Mahkûm olmak, hissetmeyi özlemek demekti. Mahkûm olmak, acının nasır tutması demekti. Mahkûm olmak, sesini duyan olmayacağı için susmak demekti. Mahkûm olmak, önünde yeşereni koklayamamak demekti.

Gökyüzüne özgürce bakan bir çift göz, Başkomiser için her şey demekti. Sigarasından çektiği derin nefesi, kafasını kaldırarak semaya doğru yavaşça üfledi…

* * *

Tutukluların sorgusu da gayet sıradan geçiyordu. Başkomiser Gökhan, mahkûmların dosyalarını incelediğinde, Rıfat’la rekabet içinde olabilecek herhangi birinin adına da rastlamamıştı. Narkotik suçlardan hüküm giyenler vardı elbette ama hiçbiri piyasada bu adamla boy ölçüşebilecek kadar mevki sahibi değildi. Ayrıca, adamların hepsi zaten ellerinin altındaydı; Sevim Şafak’ın ölüm nedeni belli olduktan sonra, şüphe uyandıran bir durumda hepsine rahatça ulaşabilirlerdi.

Gökhan, sorgulanmayı bekleyen son dört-beş kişiden birini içeri alacakken Fatih Komiser hızla odaya daldı:

“Abi, şu an sorguladığım adamı dinlemen lazım,” dedi heyecanla. “Rıfat Şafak’ın eşiyle arasında olan ilginç bir durumu biliyor gibi fakat konuşmaya çekiniyor.”

“Kim bu adam, adı ne?”

“Adı Mustafa, abi. Adam yaralamaktan içeride ama sessiz, çekingen bir tipe benziyor.”

Başkomiser vakit kaybetmeden yan taraftaki odaya girip sandalyeyi ters çevirip oturdu. “Evet Mustafa, çıkar bakalım şu ağzındaki baklayı.”

“Amirim, ben çıkarayım çıkarmasına ama bu adamlar büyük adamlar…”

Gökhan hemen kesti sözünü. “Yok öyle bir şey! Hiç kimse kanundan büyük değil. Sen bildiklerini anlat, gerisini bize bırak. Hem buradaki durumun için de iyi olur bu; Yılmaz Bey’le konuşur, bize yardımcı olduğunu anlatırız.”

“Tamam amirim öyle diyorsanız… Ama ne olur Yılmaz Müdür’den başkası bilmesin bunu benden duyduğunuzu.”

Mustafa, gözlerini kaçırarak bir süre oyalandıktan sonra anlatmaya başladı:

“Amirim, bu adamın cep telefonu var, gizli gizli kullanıyor. Bir gün tuvalette yine bu gizli görüşmelerinden birini yaparken sesini kontrol edemez oldu, ben de yakınında olduğum için söylediklerini rahatlıkla duymaya başladım.” Gökhan meraklanıyordu. O kadar insanı sorguladıktan sonra sonunda elle tutulur bir şeyler duyacağını düşünmeye başladı. Mustafa devam etti. “Çok öfkeliydi amirim… ‘Demek o piçle görüşür ha! Ben ona gününü göstereceğim!’ gibi şeyler söylüyordu.”

“Senin onu duyduğunu fark etti mi?” Soruyu soran Fatih’ti.

“Yok abi, ben daha fazla duramadım orada korkumdan, hemen uzaklaştım.”

Gökhan, Mustafa’ya teşekkür ettikten sonra odadan çıktı. Kalan son tutukluları Fatih’e paslayıp, kendisi özel şoför Cihan’ı ve sonrasında Rıfat’ı sorgulamaya karar verdi. Yardımcısına, “İşini bitirdikten sonra yanıma gel,” deyip arkasını dönüyordu ki, telefonu çaldı. Arayan Adli Tıp Uzmanı Kenan’dı.

“Potasyum siyanür,” dedi Kenan, ifadesiz sesiyle. “Kusmuktan aldığımız örnekte siyanüre rastladık. Kesin sebebi otopsiden sonra söyleyebilirim ama…”

Başkomiser araya girdi. “Tamam, tamam… Anlaşıldı Kenan, sağ ol.”

* * *

Gökhan, Rıfat’tan önceki son durağı özel şoför Cihan’a uğradı. Şoför, Sevim Şafak’ı kahvaltıdan sonra direkt buraya getirdiğini, başka hiçbir yere uğramadıklarını, ayrıca patronunun kahvaltıda tükettiği yiyecekleri evin hizmetçisi ve kendisinin de tükettiğini belirtiyordu. “Bizde bir şey yok amirim, evdeki kadına da telefonda sordum, iyiymiş.”

Başkomiser, evin adresini aldıktan sonra bürodaki yeni Komiser Yardımcısı’nı aradı.

“Mehmet, oğlum bak sana bir adres atıyorum. Oraya git, evin çalışanını sorgula. Yanına Olay Yeri İnceleme ekibini de al. Siyanür arıyoruz. Ayrıca evin çeşitli yerlerinden parmak izleri de alıp, çalışanların ve maktulün izleriyle karşılaştırsınlar, yabancı bir ize rastlanacak mı iyice bir baksınlar.”

Başkomiser, Cihan’ın ifadesinin dürüstlüğüne çekimser yaklaştığı için, onu gözaltında tutmak amacıyla merkeze sevk edecekti. Dışarıda emir almak için bekleyen üniformalı memurları çağırıp şüpheliyi tam teslim ediyordu ki Cihan bir şey hatırladı ve döndü:

“Amirim! Sevim Hanım, Rıfat Bey’i beklerken bir ara benden su istedi. Arabaya baktım ama su bulamayınca gidip kantinden alıp getirdim hemen. Belki size bir yararı olur…

“Şu çantasındaki su…” diye mırıldandı Gökhan. “Test sonuçları çıkar onun da birazdan.”

“Tamamdır,” anlamına gelen, belli belirsiz bir baş hareketi yaptıktan sonra, Cihan’a ve memura arkasını döndü.

* * *

Rıfat, hücresinde neredeyse hiç durmadan bağırmaya ve duvarı yumruklamaya devam ediyordu. Bu öfkenin sebebi eşinin vefatı mı yoksa bu küçücük yerde tıkılı kalması mıydı, bilinmez… Başkomiserin yanına girmesiyle iyice celallenecek oldu. “Siz beni burada tutarak ne yaptığınızı…” diye öfkeyle bağırmaya başlamışken, Başkomiser’in yüksek ve kararlı sesi, Rıfat’ın sözlerini, yüksek hızla dönen bir araba lastiğinin önüne çıkan pet şişe gibi ezdi. “Rıfat Şafak! Buranın ağası sen değilsin, önce bunu bir kabullen! Sesine sahip çık!” Gökhan’ın suçlulara asla tavizi yoktu. Kişi ne kadar nüfuzlu olursa olsun…

Rıfat geri adım attı, gözleriyle Başkomiser’i iyice süzdü. Gördüğü tavır karşısında şaşırmıştı. Kollarını göğsünde kavuşturarak karşısındakinin üstünlüğünü kabullendi, en azından şimdilik.

“Evet, söyle bakalım, karına gününü göstermiş oldun mu ‘o piçle’ görüştüğü için?”

Rıfat’ın şaşkınlığı iyice arttı. Belli etmemeye çalışarak “Lafına dikkat et Komiser. Seni ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokma, işine bak,” dedi.

“İşime bakıyorum ya zaten. İşim katili bulmaktı, çok aramama gerek kalmadan da buldum. Karın seni aldatıyor diye icabına baktın durumun; ya da baktırdın, detayları senden dinleyeceğiz. Emrinde bir sürü adam var ne de olsa…”

“İş senin bildiğin gibi değil Komiser,” dedi, boğuk ve sigaradan kirlenmiş ses tonuyla. “Hem ben nasıl öldürecekmişim burada Sevim’i? Birden kusmaya başladı, çok geçmeden de…” Galiba gerçekten üzgündü. Lafı boğazına takıldı, cümlesini tamamlayamadı.

“Zehirlemişsiniz kadını,” dedi Gökhan, kendinden emin tavrıyla.

“Ne zehirlemesi birader?”

Gökhan zehirleme konusunda adamın biraz daha üzerine gitti ama bir sonuç alamadı. Sorguya devam edince, telefonda “o piç” diye bahsettiği kişinin, uyuşturucu piyasasında Rıfat’ın en büyük rakibi olan Uğur Hâkim olduğunu öğrendi. Rıfat’ın içeride olmasını fırsat bilen adam, Sevim Şafak’la bağlantı kurarak işleri birlikte yürütmek ve Şafakların hükmettiği piyasadan pay almak için anlaşma yapmaya çalışıyormuş. “Size böyle konuştuğumu söyleyen her kimse, benim daha olayı anlamadan bir hışım verdiğim tepkiyi duymuş sadece.” Söylediklerinde dürüst görünüyordu, Başkomiser dikkatle dinliyordu onu. “Çok şükür, Sevim benim arkamdan iş çevirmeyi kabul etmemiş. Bu işi yapsa yapsa o Uğur olacak piç yapmıştır. Tüm piyasa onun elinde olsun istiyordu, benim mahpus olmamı da aklınca fırsat bilmiş. Sevim onun isteğine göre davranmayınca da yapmış yapacağını anlaşılan. Ama ben biliyorum gereğini Komiser, siz yormayın kendinizi…”

Başkomiser, çenesini sıkarak son bir kez Rıfat’a baktı ve dışarı çıktı. Söyleyeceği cümlelerin böyle bir adam için hiçbir şey ifade etmeyeceğini biliyordu. Boşa kürek çekmek ona göre değildi. Ona göre olan, bir an önce suçluyu bulup kanunlara uygun şekilde cezalandırılmasını sağlamaktı.

Hücreden birkaç adım uzaklaşınca Fatih’le karşılaştı.

“Hiçbir şey çıkmadı abi,” dedi Fatih.

“Bende bir şeyler var gibi,” diye başlayarak, edindiği bilgileri yardımcısına aktardı ve devam etti. “Şu yeni oğlan, Mehmet; onu maktulün evine yolladım. Biz de seninle Uğur Hâkim denen adamı ziyaret etsek iyi olacak.” Ardından ekledi. “Ama önce Kenan’ı arayalım bakalım, kadının çantasından çıkan suda ters bir şey var mı yok mu öğrenelim.”

Telefonunu çıkarıp Adli Tıp Uzmanı’nı aramaya başlamıştı ki, telefon bir kere bile çalmadan açıldı.

“Ben de tam seni arayacaktım Başkomiserim,” dedi. Sesindeki tınıdan, bir şeyler bulduğu belliydi. “Su. Kadının çantasındaki suda, kusmuktakiyle aynı şeyi bulduk: Potasyum siyanür.”

“Tamamdır Kenan, eyvallah!”

Başıyla ileriyi işaret etti ve alaycı bir tavırla “Hadi bakalım, kantinciye uğrama vaktimiz gelmiş, bize bir tost yapsın hem karnımız acıktı,” dedi. Fatih’in yarı gülümser yarı şaşkın surat ifadesini görünce de az önce Kenan’dan aldığı test sonucu bilgisini yardımcısına aktardı. “Uğur Hakim’e gitmek için acele etmemize gerek yok; belki de hiç gerek olmayacak.”

* * *

“Kolay gelsin Hakkı Efendi!” dedi Gökhan, kantine varınca. “Sen neden gelmedin kaç saattir sorgu sırasına?” diye yokladı peşi sıra Fatih. Aslında kendileri böyle olmasını istemişlerdi. Cezaevi personellerini sorgulama kararı almamışlardı henüz, gerekirse çağıracaklardı.

“Ama a-abi…” diye kekeleyecek oldu Hakkı. Gökhan Başkomiser’in akranı gibiydi ama korkusundan genç Komiser Fatih’e bile abi diyecek durumdaydı o an.

“Ne abisi ulan! Neden zehirledin kadını söyle!” diye gürledi Gökhan.

“A-a-abi ne kadını ne zehri yapmayın!” diye yalvarırcasına haykırdı.

İyi polisi oynaması gerektiğini anlayan Fatih, suratında inceden bir sırıtma ifadesiyle girdi araya. “Aman abi, dur bakalım. Adam buraların sahibi mi? Belki bir başkası vardır burada kantine bakan. Ha? Öyle mi Hakkı? Var mı buraya senden başka bakan?”

Adam gözlerini kaçırarak konuşuyordu. “Var abi,” dedi heyecanla. “Ortak var benim.”

“Nerede şimdi o?” diye sordu sert tavrıyla Gökhan.

“Memleketinde abi geçen haftadan beri, izinde.”

“Ulan adam burada değilse bize ne ondan!”

Hakkı, parmaklarını birbirine geçirmiş halde, bacaklarını stres içinde sallayarak taburesinde oturuyordu. İç içe geçmiş parmaklarını sık aralıklarla gevşeterek, sol elinin başparmağıyla sağ elinin üzerini kaşıyordu. Kaşıdığı yer kızarıklık içindeydi ve hafifçe yara olmuş gibiydi.

Başkomiser koca bir “Ha siktir!” çekti. “Nasıl yani?”

O an birden aklına gelen ayrıntı, bu tepkileri vermesine neden oldu. Fatih meraklı gözlerle Amirine baktı. “Ne oluyor abi?”

“’Ne oluyoru mu var! Şu pezevenge bak, elini kaşıyıp duruyor! Şu yaraya bak! Ben bugün bunu ikinci kez görüyorum. İlkini ne zaman gördüm biliyor musun?” Fatih’in gözleri, basit bir illüzyon numarasının nasıl yapıldığını anlamaya çalışan küçük bir çocuk gibi merakla bakıyordu. Başkomiser devam etti. “İlkini, Yılmaz Müdür’ün odasında gördüm! O Hazal denen kızın elinin üzerinde! Onun eli bu adamınki kadar kötü durumda değildi, o yüzden üzerinde durmadım, ne de olsa Müdür’ün kızı dedim. Ağzına sıçayım, nereden bilebilirdim!”

Hakkı ağzını açamıyordu, kekeleyerek konuşacak gücü bile yoktu. Fatih olaya anlam vermeye çalışıyordu. Aslına bakılırsa, olaya Başkomiser de anlam veremiyordu.

“Potasyum siyanür!” dedi Fatih. “Suya karıştırırlarken ellerine bulaştırmışlar!”

“Aynen öyle!” dedi Gökhan, öfkeli sesiyle. “Sen bu adamı memurlara teslim et, merkeze götürsünler. Bilgi İşlem’den gelen çocuğa da söyle, kantini gören her kamerayı dikkatle incelesin. Sonra da beni arabada bekle, Hazal’ın yerini öğrenip geleceğim.”

İki dakika sonra soluğu müdür odasında alan Başkomiser, açıklamaya ihtiyaç duymadan sert tavrıyla sordu: “Kızınız Hazal nerede?”

Müdür duraksadı, bu soru karşısında kaşları çatıldı. Ayağa kalkarak “Ne yapacaksınız kızımı ne alakası var?” diye çıkıştı Başkomisere.

Gökhan’ın zaman kaybetmeye niyeti yoktu. “Kızınız, Sevim Şafak cinayetinin zanlısı.”

Yılmaz Gencer, bu cevap karşısında saniyeler içinde deliye döndü; yüzü kızardı, soluk almakta zorlandı ve sendeleyerek az önce terk ettiği konforlu sandalyesine oturdu.

“Siz ne söylediğinizin…” Başkomiser, Yılmaz Müdür’ün lafını yarıda kesti ve o keskin ses tonuyla konuşmaya başladı. “Ne söylediğimin ne yaptığımın, her şeyin farkındayım Yılmaz Bey. Uzatmayın. Bize yardımcı olun.” İstediği cevabı alabilmek için üslubunu biraz yumuşatmaya karar verdi, sesi de bu kararla simultane değişti. “Biz, ‘kızınız katil, onu cezaevine tıkacağız’ demiyoruz ki! Maalesef, yaptığımız araştırmalar neticesinde kendisi zanlı durumuna düştü. Bu yüzden de onunla konuşmamız gerekecek; siz yerini söyleseniz de söylemeseniz de. Ha, söylemezseniz; kızınızı bulmak için vereceğimiz uğraş Savcı’nın da kulağına gidecektir elbet…”

Yılmaz Müdür, alenen verilen bu gözdağı yüzünden daha fazla direnemedi ve başını öne eğip, parmaklarıyla alnını ovalayarak cevap verdi. “Kızım arkadaşının evinde, doğum günü kutlaması yapıyorlar.”

Başkomiser, adresi aldıktan sonra hızla arabaya fırladı.

* * *

Arabayı Fatih sürdü. Yarım saat geçmeden ellerindeki adrese ulaştılar. Başkomiser art arda kapıyı çaldı; üçüncü çalışında gözleri, yapımında birkaç malzeme kullanılsa da ismine sadece çelik denen kapı yerine, Hazal’ın arkadaşlarından birini gördü. Kimliğini kapıdaki kıza uzattı ve sordu: “Hazal Gencer nerede?”

Kız ukala bir gülüş attı. “Nerede olacak,” dedi. “Paris’e inmiştir çoktan.”

“Nasıl yani?” dedi Fatih, anlamaya çalışan gözlerle başını omzuna doğru çekerek.

Arkadan, Hazal’ın başka bir arkadaşı yaklaştı kapıya. “Hazal için mi geldiniz?” dedi sakin bir tavırla.

“Evet, babası burada olacağını söylemişti,” dedi Başkomiser ve içeri girmeye yeltenerek devam etti. “Eve bir göz atmamız gerekiyor.”

Sonradan gelen kız, Başkomiser’in geçebileceği küçük boşluğa doğru vücudunu kaydırarak “Arama izniniz?” diye sordu. Başkomiser öfkeli bakışlarıyla kızı süzdü. Fatih “Çattık ya!” dercesine elini çırparak arkasına döndü. Kız devam etti. “Maalesef evime izinsiz girmenize müsaade edemem. Fakat size vermem gereken bir şey var, bir saniye bekleyin.” Başkomiser meraklandı, başını dikleştirerek gözleriyle içeriyi görmeye çalıştı. Çok geçmeden kız geri döndü. “Hazal’ı havaalanına ben bıraktım. Uçağa binmeden önce bana bu kâğıdı verdi ve “Bu akşam veya daha sonra beni sormaya gelen bir polis olursa, bunu ona ver,” dedi. “Buyurun, sizin,” diyerek katlanmış küçük kâğıdı Gökhan’a uzattı.

Başkomiser ve yardımcısı, hızlı adımlarla aşağı indiler. Başkomiser, ilk iş Savcı’yı aradı ve gelişmeleri özetleyerek ev için arama izni gerektiğini söyledi. Telefonu kapadıktan sonra aceleyle kâğıdı açtı. Hızla karalandığı belli olan birkaç cümle yazılıydı:

“Bravo, katili buldun! Şimdi sebep arıyorsun değil mi? O zaman cezaevine dön ve Rıfat Şafak’a sor! Ona gönderdiğim altın değerindeki mektup eline ulaşmış olmalı.”

* * *

Hızla cezaevine gerip dönüp, Yılmaz Müdür’ün odasına girdiler. Başkomiser sordu: “Bugün buraya postacı uğradı mı?”

“Hazal’ı bulabildiniz mi?” diye soruya soruyla karşılık verdi Müdür.

“Hayır. Soruma cevap verin,” diye sinirle soluklandı.

“Uğramıştır elbet.”

“Rıfat Şafak’a gelen bir mektup var mı?” Başkomiserin adrenalini yüksekti, ayaklarını olduğu yerde sabit tutmakta zorlanıyordu.

“Soralım,” dedi Yılmaz Gencer ve Başgardiyan’ı cep telefonuyla aradı. Kısa süren sessizliğin ardından “Evet, şu an önümde,” dedi telefonun öbür ucundaki Hamit, zarfların arasından gerekli olanı bulunca. Müdür, telefonu dudaklarından uzaklaştırarak aldığı yanıtı Gökhan’a iletti.

“Tamam,” dedi heyecanla. “Hemen buraya getirsin.”

İki dakika içinde Başgardiyan elinde mektupla odaya girdi. Mektubu Başkomiser’e değil, yöneticisine uzattı. “Bugünkü kargaşadan dolayı mektuplar dağıtılmadı,” diye de ekledi.

Gökhan, Hamit’in açıklamasını duymazdan gelip Müdür’e döndü. “Alabilir miyim?” dedi. “O bir cinayet delili.”

“Asla olmaz!” diye karşı çıktı Yılmaz Müdür kesin bir ifadeyle. “Sonra mahkûmun açacağı ‘kişisel hak ihlali’ davasıyla siz değil biz…” Bir an duraksadı ve gözlerini devirerek bitirdi cümlesini. “Ben uğraşırım!”

Başkomiser ısrar etti. “Cinayet delili diyorum Yılmaz Bey, anlamıyor musunuz?”

Müdür’ün geri adım atmaya niyeti yoktu. “Kardeşim elinde iznin var mı?” Olayın başından beri ilk kez böyle kontrolden çıkıyordu. Aklının kızında olmasının bunda büyük etkisi vardı. “Varsa izin belgen, buyur al mektubu, meraklısı değilim!”

Başkomiser göz ucuyla mektubun üzerine baktı. Hazal’ın değil, başka birinin adı vardı. Bir kadın ismi. “Gittiğimiz evdeki arkadaşı olmalı,” diye geçirdi içinden. Mektubu okuması gerekiyordu ve bunun için izin çıkarabilirdi; fakat bu zaman alacak bir yöntemdi. Mektuptaki bir detay, eğer Hazal henüz yurt dışına çıkmadıysa, arkadaşları yalan söylüyorsa, onu yakalamalarında işlerine yarayabilirdi. “Tamam,” dedi sakin bir sesle Gökhan. “O zaman mektubu sahibine teslim edelim de o açsın.”

Yılmaz Müdür, Başkomiser’e kızını sormaya devam etti ancak tatmin edici bir yanıt alamadı. Mektup, Başgardiyan’ın elinde, yanında Gökhan ve Fatih; üçü birlikte Rıfat Şafak’ın tutulduğu hücreye geldiler. Başkomiser durumu açıklamaya başladı.

“Rıfat Şafak, eşinin katillerini yakalamamız için elimizde önemli bir delil var.” Rıfat’ın gözlerinde bir kıpırtı oldu ancak belli etmemeye çalıştı. “Bu mektup,” diyerek Hamit’in elinde tuttuğu zarfı gösterdi Gökhan. “Ancak bunu açmaya şu anda yetkimiz yok. İzin işleri uzun sürer, vakit kaybederiz diye senin açıp bize vermeni rica ediyoruz. Eğer eşine yapılanın cezasız kalmasını istemiyorsan, bize yardım etmelisin.”

İstifini bozmadan, tok sesiyle söylendi Rıfat. “Hele bir dur Başkomiser, mektup bize atılmışsa, önce biz bir okuyalım,” diyerek mektubu almak için elini Başgardiyan’a uzattı.

Gökhan, adamla bu konuda pazarlık yapamayacağını biliyordu. Dudağını kemirerek yardımcısına baktı. Fatih’in “Yapacak bir şey yok abi,” diyen bakışlarıyla karşılaştı. Hamit ise sarı ışığa yakalanmış bir sürücünün, gaza mı frene mi bassam, kararsızlığıyla zarfı vermek ya da vermemek için Başkomiser’den bir emir bekliyordu. Başıyla onayladı Gökhan. Zarfı alan Rıfat, hücrenin köşesine çömelerek sakin bir tavırla zarfı açtı ve okumaya başladı.

Nasılmış? Nasılmış birini yitirmek, ona bir daha dokunamayacak olmak? Hapis yatmaya benzemiyor değil mi? Sana verilen ceza da bu işte, hapis. Birkaç yıl bile yatmadan da kurtulacaktın bu delikten zaten. Elindeki imkânlar malum… Sonra hiçbir şey olmamış gibi birilerini zehirlemeye, hayatlarını bitirmeye devam… Ne için? Ne için bitiyor onca hayat? Ne için dağılıyor onca aile? Senin ailen rahat etsin diye. Senin ailen zenginlik içinde yaşasın diye!

Serkan Uncu. Tanıdık geldi mi bu isim? Gelmez, nereden gelsin! Ne önemi var ki, sahibi olduğun uyuşturucudan ölen canların isimlerinin? Bana çok tanıdık bu isim, biliyor musun? Çocukluğumdan beri tanıdık. Kardeşimdi o benim. Kanımdan değildi ama canımdandı. Sen, onu aldın benim elimden! Onu yitirdim bir daha bulamamak üzere…

İlk başta intikam planım yoktu. Ben kimim ki intikam alacaktım? Sıradan bir genç kız… Ama sonra içimin soğumadığını fark ettim. Siz para içinde yüzerken; ben, suyu keder taşları kin olan denizimde boğuluyordum.

Sana ulaşabileceğimi hiç düşünmemiştim. Amacım, emrindeki adamlardan yakınlaşabileceklerimi, yani, torbacılarını falan, denizimdeki kin taşlarımla yok etmekti. Ama sonra sen, cezaevine düştün. Hem de benim elimi kolumu sallayarak girebildiğim bir cezaevine! Bunun üzerine durdum, düşündüm ve altındaki adamlarla uğraşmanın son derece mantıksız olduğunu fark ettim.

Eğer ormanda, av konumundaki bir geyiksen ve canını kurtarmak istiyorsan, zayıf anını bekleyen kurdu alt etmen gerekir; sofraya katılabilmek için kurttan müsaade bekleyen akbabayı değil. Ben de öyle yaptım. Ama erkek değil, dişi kurdu alt ettim. Çünkü erkek kurt, dişisi ölüp onu yalnız bıraktığında yemeden içmeden kesilir, ebedi bir yalnızlığa bürünür. Dişisinin başından ayrılmadan, sıradaki ilk dolunay gecesini sabır ve ıstırapla bekler. O gece geldiğinde ise hâkim olduğu zirveye çıkar ve bütün acısıyla ulumaya başlar. Her ne kadar acımasız bir avcı da olsa; onlarca geyiği, tavşanı avlamış, yavrularını öksüz bırakmış bir yırtıcı da olsa, dişisini yitirmiş olmanın acısına daha fazla dayanamaz ve ciğerleri patlayana kadar acı içinde ulur. Ciğerleri patlayan erkek kurt, son gücüyle, kan kusa kusa dişisinin başına geri döner ve onun başında son nefesini verir.

Kan kusa kusa geber!

Deniz Ata Karacan