Öykü

Baba, Oğul, Baba

I.

Güneş doğar, güneş batar, hep doğduğu yere koşar. Rüzgâr güneye gider, kuzeye döner, döne döne eserek hep aynı yolu izler. Bütün ırmaklar denize akar, yine de deniz dolmaz. Irmaklar hep çıktıkları yere döner. Her şey yorucu, sözcüklerle anlatılamayacak kadar. Göz görmekle doymuyor, kulak işitmekle dolmuyor. Önce ne olduysa, yine olacak. Önce ne yapıldıysa, yine yapılacak. Güneşin altında yeni bir şey yok. Var mı kimsenin, “Bak bu yeni!” diyebileceği bir şey? Her şey çoktan, bizden yıllar önce de vardı. Geçmiş kuşaklar anımsanmıyor, gelecek kuşaklar da kendilerinden sonra gelenlerce anımsanmayacak.

“İsa Yüce! Haydi, gidiyoruz, mahkemeye çıkacaksın bugün!”

Parmaklarının donatan yüzüklerini koğuşun ufacık ve demir parmaklıklı penceresinden süzülen gün ışığında parlata parlata, elindeki kitabı usulca göz hizasından indirdi İsa. Eski mi eski bu kitabın sayfalarının arasına, kitap ayracı niyetine kullandığı teleği yastığının üzerinden alıp yerleştirdi. Bu bir deve kuşunun bembeyaz tüylü teleğiydi. Nerden gelmişti, nasıl girmişti bu cezaevine, nasıl geçmişti İsa’nın eline? Kim bilir…

Ranzanın üst katından yere atladı İsa, ama sanki sonbaharda bir ağacın yaprağını dökmesi gibi hafifçe yaptı ne yaptıysa: Bu adamın hiç ağırlığı yok muydu? Şöyle alıcı bir gözle baksanız, etine pek de dolgun biri değildi, bariz sıska bile derdiniz ona, ama yine de bir un sessizliğinde, hem de her seferinde, nasıl beceriyordu ranzanın üst katından böylesi inivermeyi? Havadan bile hafifti sanki. İki elinin sekiz parmağını donatmış koca taşlı on bir gümüş yüzüğü de olmasa (aslında on iki yüzük vardı parmaklarında, ama o bir yüzüğün taşı yoktu, hem de incecikti, görülmüyordu bile) hiç mi hiç dikkatinizi çekmezdi, görünmezdi bile belki gözünüze. Sanki İsa yoktu da şimdiye kadar, ranzasından değil de gökyüzünden inivermişti az önce dünyamıza.

Bakın, şimdi kendisini çağıran gardiyana doğru yürüyordu İsa ama kim ispatlayabilir bu adamın ayaklarının yere bastığını? Yeni doğmuş çocuğuna zarar vermekten korkan, ama onun mucizevi görüntüsü karşısında başını okşamaktan da kendini alamayan acemi bir babanın elleri gibiydi yere basan ayakları. Sanki o yere basmıyordu da yer onu narince, parmak uçlarında, ürkütmeden taşıyordu hatta…

Gardiyan, usulca koluna girdi İsa’nın ve koğuştan çıkıp hapishanenin yarı aydınlık koridorlarında yürümeye başladılar beraber. Tam da bu anda, gardiyanın zihninin içine girseniz, “Bu adam nasıl bir insan? Koluna girdim, ama sanki ben onun koluna girmedim de kanatlarına bindim, sanki o bir kuş da beni uçuruyor sonsuz gökyüzünde… Huzur, sükûn ya da huşu; ne demeli acaba bu tatlılar tatlısı hale?” diye bir baygınlığın içerisinde çalkalandığını görürdünüz, anlardınız.

“İsa Yüce…” diye mahkûmun adını mırıldandı o an gardiyan. “Yok canım, ama… Tövbe estağfurullah, sen aklımı koru ya Rab…”

II.

Sonunda geldi. Elleri vardı, ama avuçları eksikti. Saçlarını taramak isterdim, sakallarını minik uçlu makasımla düzeltmek… Ağzına giren bıyıklarını dudak çizgisi hizasından kesip inceltmek…

Köy kahvesinin önüne bir masa attık, tahta sandalyenin üzerine de içi ot dolu bir minder. Çay değil de hemen, öncesinde bir yorgunluk kahvesi vermek gerekirdi. Az şekerlinin cezvesi hemen sürüldü ocağa. Muhtar, hemen bir de cigara sardı ki sormayın; kim görmüş böyle kalite tütünü, kız saçı gibi ipincesini hele. Bu dumanı çekip de köpüklü kahvesini yudumlayan hangi adamın yorgunluğu kalırmış!

Suyuyla, yanında lokumuyla kahve de geldi kondu masasına. Eller çakmaklara, kibritlere uzandı ama cigarasını tez elden yakmadı. Önce birkaç damla suyla ağzını temizledi, sonra narin parmakları fincanın kulpunu kavradı. Kahvenin köpüğü damağında kayıp gitmiş olmalı ki bir oh çekti. Cigarasını dudaklarının arasına koyduğunda, kendiliğinden yanıverdi.

Muhtar, kolundaki saate baktı. Sonra göz ucuyla, hemen sağ tarafında dikilip duran imam efendiyi süzdü şöyle. Bir şeyler diyecek gibi oldu ama kendini tuttu. Başta muhtar ve imam efendi, tüm köylü onu oturduğu masanın karşısında, ayakta, el pençe divan, sessizce durup duruyorlardı. Ben de safın ikinci sırasında, muhtarın hemen sağ omuz başındaydım zaten.

Gözümüzü alamadık, bakmalara doyamadık. Hem şaşkın, hem çok sevinçli, hem de üzgündük. Kim üzülmez, bu halde görmeye kimin yüreği dayanır, koskoca…

Cigarasını küllüğe dayandırıp kahvesinden bir yudum alınca, hafifçe öksürmüştü.

Canımızdan can gitti o öksürünce, öldük öldük diril…

Tabii ya!

Canım, ciğerparem, adıyla bin yaşasın diye O’nun adını koyduğum evladıma kim elini uzatır ki O’ndan başka! Biricik yavrumu çıkartamaz mı toprağın altından, sanki uzunca bir öğle uykusundan uyanmış gibi? Bize göre mucize, O’nun için basit mi basit bir şey. Daha önce de yaptığı bir şey zaten, nedir yani? Yapamam, diyemez ya.

Hâlâ iki güzel dudağı arasından tek bir kelime bile çıkmamıştı. O konuşmadan konuşmak, söz söylemek, hem de oğlum için, yani aslında… Ayıp olur muydu böyle bir şey yapmak? İmam Efendi bile çıt çıkarmadan duruyordu karşısında. Ben ilk konuşan olsam, sorar mı acaba senin hiç günahın yok mu diye?

Yok yok, o başka…

III.

Dosya incelendi. Araştırılacak başka husus kalmadığından yargılamaya son verildi.

GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ: Gerekçesi daha sonra hazırlanıp dosyaya eklenecek kararda açıklanacağı üzere;

1.sanık İSA YÜCE’nin, kasten öldürme suçunu işlediği anlaşıldığından TCK.nun … maddesine göre suçun işleniş biçimi ve failin güttüğü amaç ve saik göz önünde bulundurularak, … sayılı TCK.nun …/… maddesi gereğince takdiren ve teşdiden ÖLÜM CEZASI İLE CEZALANDIRILMASINA,

2. sanığın suç nedeniyle pişmanlık duymamış olması, yargılama sürecindeki davranışları nedeniyle hakkında … sayılı TCK.nun … maddesinin UYGULANMASINA YER OLMADIĞINA ve sanık hakkında başkaca artırım ve indirim maddelerinin uygulanmasına takdiren yer olmadığına,

3. sanığın yargılama sürecinde pişmanlık göstermemiş olması ve bir daha suç işlemeyeceği konusunda mahkememizde olumlu kanaat oluşmamış olması nedeniyle verilen hapis cezasının … sayılı TCK.nun …/… maddesi gereğince ERTELENMESİNE YER OLMADIĞINA, karar verildi.

Verilen karar açıkça okunup usulen anlatıldı.