Öykü

Karakamu

Sagunlar, atalarının demirden dağlar yapıp fırtınalar saçarak Akyıldız’dan geldiğine inanırdı. Tabii Ehl-i Sünnet dinini seçince bu safsatadan vaz geçtiler. Sagunlar binlerce yıl bozkırda hayvan yetiştirdi; gün geldi otlaklar verimsizleşti, meralar kurudu, insanların arasında açlık, hayvanların arasında hastalık baş gösterdi. Zaten oturdukları yerden ölmeyi bekleyen buruşuk suratlı aksakallar çözüm bulmak için hiçbir şey yapmıyordu. Bunun üzerine Sagun gençleri toplanıp zekasına güvendikleri Pakça Bökey’e gittiler.

Pakça Bökey, yalnızca birkaç kıştır tıraş olan, yeni evlenmiş bir delikanlıydı. Güzel karısı Mahida’yla birlikte Sis Dağı’nın eteklerinde küçük bir çadırda yaşardı. İnek, koyun, keçi, katır bakımından zengindi. Bunların bir bölümü babasından kalmış, bir bölümünü çalışarak kazanmıştı. Gezgin tüccarlarla en karlı alışverişi o yapar; Mahida’nın sırtına giydirdiği yepisyeni ipek elbiselerin güzelliği, oğlu Tosun’a aldığı büyüklerin bile ilgisini cezbeden tahta oyuncaklar, kafasına taktığı işlemeli börkler bütün obalarda konuşulurdu.

Yanından ayırmadığı karısı ve kucağından düşürmediği bebeğiyle mutlu bir adamdı Pakça Bökey, ancak kuraklık ve hayvanların arasında yayılan kırım onu da endişelendirmeye başlamıştı. Arkadaşlarını dinledikten sonra durup uzun uzun Sis Dağı’nın zirvesine baktı. Demek ayrılma vaktimiz geldi eski dostum, diye düşündü.

– Toplanın kardeşlerim, dedi. Belli ki artık bu diyarda bize yer yok. Varsa eşlerinizi, çocuklarınızı, analarınızı, atalarınızı yanınıza alın. Komşulara haber salın. Aksakallar doğdukları toprakta ölmek isteyebilir ama ben oğlumun büyüdüğünü göreceğim.

Böylece bir kısım Sagun, Pakça Bökey’in tüccarlardan duyduğu verimli toprakları bulmak için güneye doğru yola çıktılar. İnat edip geride kalanlar ya açlıktan öldü ya da Türklere, Moğollara, Çinlilere, Ruslara karışıp kim olduklarını unuttular.

İneklerini, boğalarını, koyunlarını, keçilerini, eşeklerini, katırlarını, varsa kazlarını, atlarını, kısaca yurtlarını toplayıp sırtlarına yüklenen Sagunlar, Pakça Bökey’i Çu Nehri’nin kıyılarına kadar takip ettiler. Bu yolculuk sırasında Tosun, önce oyuncaklarıyla oynamayı, sonra yürümeyi, sonra konuşmayı öğrenmiş, merakla her gördüğünü sormaya başlamıştı. Pakça Bökey usanmadan ona cevap veriyor ama Sagun dünya bilgisi bu yeni topraklarda çoğu zaman yetersiz kalıyordu.

-Burada duracağız, dedi Pakça Bökey sonunda. Akarsuyun kıyılarını yurt edineceğiz, konar olacağız. Hayvanlarımız çoğalacak; çocuklarımız, torunlarımız, torunlarımızın çocukları, torunlarımızın torunları bu yeni diyarda bereket ve mutluluk içinde yaşayacak.

Yerleşimciler, yeni ülkelerine eski vatanlarının şerefine Sagunya dedi ve Pakça Bökey’i liderleri seçtiler. Adam, saçları kırlaşıp bacakları tutmaz olduğunda bile halkını yönetti ve o öldüğünde yerine Tosun geçti.

Pakça Bökey, Çu kıyılarındaki yaşamı boyunca her fırsatta keşif gezileri düzenledi. Komşu halklarla iyi ilişkiler kurdu. Çin ve İran’la ticaret başlattı. Toprağı işlemeyi, tohum ekmeyi, hasat toplamayı öğrendi ve kavmine öğretti. Satın aldığı tohumlardan yeni tohumlar üretti. Sagunların o kadar çok ürünü oldu ki koyacak yer bulamadılar ve çürümemeleri için onları satmaya başladılar.

Pakça Tosun, babasından bile iyi bir lider olduğunu gösterdi. Onun döneminde Sagunya göz kamaştıran bir zenginliğe ve ihtişama kavuştu. Çu Nehri kıyısındaki fırsatlar ülkesini duyanlar buraya göç ediyor, Pakça Tosun da hangi milletten olduklarına bakmaksızın onlara kucak açıyordu.

Sagunya’nın zenginliğini yağmalamak isteyen barbarlar da oldu ama sert bozkırda yaşayan atalarının kanını taşıyan Sagunlar, burayı vatan bilmiş göçmenlerle el ele verip barbarları püskürttüler. On yıl süren savaş döneminden sonra kimse başka bir işgal girişimine cesaret edemediyse de Pakça Tosun ülkesinin silah teknolojileri konusunda geri kalmaması için çalışmaya başladı. Savaş sırasında kurulan orduyu sistematik hale getirdi, Memlük beylerini davet edip askerlerine at binmenin inceliklerini öğretmelerini istedi, onun zamanında kılıçların, torunları zamanında da barutlu tüfeklerin üretimi aksamadı.

Sagunlar, iki yüz seneden fazla Çu’da huzur içinde yaşadı. Sonra Hintli ve Zenci köleleri olan beyaz adamlar geldiler. Önce barış ve ticaret amaçladıklarını ilan edip melikle görüşmek istediklerini söylediler. Sagunya Meliki Pakça Geday, onları sarayında misafir etti. Adamlar kendilerine Engiliş diyor ve denizlerin ötesindeki Biriteyn Adası’nın kralına bağlı olduklarını anlatıyordu. On bir kış önce doğmuş Geday’a masal gibi geldi bu. Engilişler yemek salonuna yürürken duvarlara asılı resimleri inceliyorlardı merakla.

-Bu benim büyük dedem Melik Pakça Bökey, diye tanıttı Geday. Sagunya Amareti’nin kurucusu ve ilk hükümdarı. Pakça Ailesi, Çu Nehri’ni fethetmeden önce Sis Dağı diye daha küçük bir yerin hükümdarıymış. Ancak Pakça Bökey bir gün gökyüzünden gelen bir ses duymuş. Bu ses, kaderinde yüce Allah’ın izniyle güneydeki illere hükmetmek ve Ehl-i Sünnet dinini yaymak olduğunu söylüyormuş. Pakça Bökey, derhal askerlerini alıp yola çıkmış. Oğlu Korkunç Tosun’la birlikte yirmi yıl boyunca savaşıp bu toprakları kafirlerin elinden almışlar.

Engilişler merakla oğlanı dinledi. Daha sonra denizlerin ötesindeki Biriteyn Adası’nın kralı adına imzalamak istedikleri ticaret anlaşmasını sundular. Bu anlaşma Engiliş gemilerinin düşük vergiyle Çu Nehri’nde ticaret yapmasını öngörüyordu.

Pakça Geday, saray katibini çağırıp denizlerin ötesindeki Biriteyn Adası’nın kralına bir mektup dikte etti. Kralın tebaasıyla birlikte Müselman olması karşılığında anlaşma imzalamayı düşüneceğini söylüyordu. Engilişler, kibarlığı için meliğe teşekkür edip gittiler ve iki yıl sonra yanlarında bir orduyla geri döndüler.

Bu sırada Geday zatürreden ölmüş ve veliaht bırakmadığı için amcasının oğlu Pakça Sarmaşık, istemeye istemeye başa geçmişti. Kırklı yaşlarda, hayattan küçük beklentileri olan mutlu bir adamdı Sarmaşık. Babasından kalan para torunlarının torunlarına bile yeterdi, bela istemiyordu. Çok sevdiği karısı yirmi yıl önce tek çocuklarının doğumu sırasında ölmüştü ama adam bunu atlatmayı başarmıştı. İyi anlaştığı oğlu ve yirmi kadar cariyesiyle birlikte sakin sınır boylarının birinde yaşıyor, yüz yıldır saldırı olmamış bir bölgeyi koruyordu.

Melik olmak belaydı ama görevi istemeyip ülkeyi iç savaşa sürüklemek daha büyük bir belaydı. Aptal değildi Sarmaşık, yalnızca rahatına düşkün biriydi. Melik olmasının kaçınılmaz olduğunu anlayınca kendini iyi bir lider olmaya atadı. Sorumluluk sahibi biri gibi davranacak, halkın güvenini boşa çıkarmayacaktı. Şaşırtıcı biçimde gayet de başarılı oldu.

Sarmaşık şahsi servetinin yarısını cariyelerine dağıtıp onları azletti, istedikleri yere gidebileceklerini, sınır boyunda kalmak isterlerse orada onlara en iyi şekilde bakılacağını söyledi. Şahsi servetinin diğer yarısını erkek sevgilileri arasında bölüştürüp keş olanların temizleneceğinden ve hepsinin birer iş kuracağından emin oldu. Yaverini ucbeyi ilan edip bölgenin sivil ve askeri yönetimini ona bıraktı.

Sarmaşık, yanına yalnızca haberi getiren ulağı ve oğlu Lanetullah’ı alıp başkente doğru yola koyuldu. Birkaç gün sonra ulaktan da ayrıldılar. İkisini gören hiç kimse karşısındakilerin Melik ve Şehzade olduğuna inanmazdı. Pakça Sarmaşık ve Pakça Lanetullah, bu sayede güvenle başkente vardılar.

Sarmaşık, ülkeye son beş yıldır yengesinin hükmettiğini keşfetti. Güç düşkünü bir kadın ve onun hayalperest çocuğu tarafından yönetilen Sagunya dışarıdan göründüğü gibi iyi durumda değildi. Ekonomi bozulmuş, ordu zayıflamış, bir rüşvet ve entrika ağı sarayı sarmıştı. Kendini işine adamış Melik Pakça Sarmaşık’ın her şeyi eski haline döndürmesi yalnızca bir mevsim sürdü. Bunda oğlunun tükenmez desteğinin de katkısı çoktu. Pakça Lanetullah, genç olmasına rağmen yürekli ve zeki bir adamdı.

Engilişler, tam da bu zamanda döndüler. Birkaç ay önce gelseler Sagunya’yı yıkıp geçmeleri işten bile değildi. Silahları, Sagunların barutlu tüfeklerinden dahi güçlüydü. Daha kalabalıklardı, daha organizelerdi, doktorları büyücü gibi her yarayı iyileştirebiliyordu.

Buna rağmen Sarmaşık’ın ordusu kazandı. Sagunlar kazandı. Çünkü kimse Sagunya’yı Sagunlardan iyi bilemezdi. Çoktan Çu Nehri kıyılarının yerli halkı olmuştu onlar.

-Denizlerin ötesindeki Biriteyn Adası’nın kralı vaz geçmeyecek, dedi Pakça Sarmaşık, meclisindekilere. Çünkü biz Allah’a iman ediyoruz, Engilişler paraya tapıyor. Topraklarımız verimli, Çu anamız bize zenginlik ve bereket getiriyor. Engilişler hem halkımızı hem de nehrimizi boyunduruğa almak istiyor. Onlara izin veremeyiz.

Melik bunları söylediğinde aradan zaman geçmişti. Engilişler askeri tehdidin yanında siyasi baskı ve ticari ambargolarla da Sagunya’yı sömürge olmaya zorluyordu. Neyse ki verimli ve güzel topraklarda gözü olan yalnızca Biriteyn Kralı değildi. Moskof’un Ayı Prensi de adım adım güneye iniyordu. Dünya basınını takip eden Lanetullah, iki süper güç arasındaki mücadeleye verilen ismi biliyordu. Bir gece odaklanamadığı için tatmin edemediği orospusunun koynundan çıktı, babasının yanına koşup izin istedi.

-Gideyim ve Büyük Oyun’u onların kurallarına göre oynayayım, dedi. Moskof’a, Delhi’ye, hatta Landon’a gideyim. Rusya’da Çar’a, Hindeli’nde, Biriteyn’de İmparator’a, bütün dünyaya akılsız barbarlar olmadığımızı göstereyim.

-Sen benim tek şehzademsin, kendine dikkat et, dedi Melik ve oğlunu alnından öptü.

İstediği icazeti alan Lanetullah, derhal yola koyulmadı. Önce şehirdeki bütün kerhaneleri gezip orospularıyla vedalaştı, sonra yola koyuldu. Yanına bolca para, değerli hediyeler ve geniş bir danışman ekibi almıştı.

Gerçekten de akılsız barbarlar gibi görülüyorlardı. Pakça Lanetullah, bunun öyle görünmelerinden kaynaklandığını anladı. Kıyafetleri her an savaşa, güreşe veya hayvan otlatmaya hazır olduklarını gösteriyordu. Böylece şalvarını çıkarıp pantolon giydi, sarık yerine şapkayla gezmeye başladı.

Lanetullah anlaşmalar imzalamak, müttefik toplamak, ticaret yapmak için gittiği her şehirde merakla karşılanıyordu. Batılı bir prens gibi muamele görmesinin yeni kıyafetleriyle atalarından aldığı göçebe karizmasının birleşiminden kaynaklandığını düşündü ve onları kendi oyunlarında yenebileceğinden emin oldu.

Şehzade Pakça Lanetullah’a en çok ilgi gösterenler süslü Fransız kadınları oldu. Genç adam Fransa’ya gitmemesine rağmen dünyaya dağılmış kadınlarının yataktaki mahareti sebebiyle bu ülkeye derin bir muhabbet duymaya başladı. Bu kadınların pek çoğu adının anlamını soruyor, o da savaş karşıtı ve gerçek bir diplomat olmasına rağmen:

-Allah’ın düşmanlarımızın üzerine saldığı bela, şeklinde cevap veriyordu.

Şehzade, Sagunya’nın diplomatik sorumlusu olarak uzun yıllar dünyayı gezdi. Vatanına birkaç yılda bir, ancak ziyaret için dönebiliyordu. Sarmaşık ondan çok memnundu, Lanetullah’la gurur duyuyordu. Yine de yaşlanıp öldüğünde oğlunun yanında olmasını isterdi.

Prens Lanetullah olarak anılmaya başlanan Şehzade, sadece diplomatik yeteneğiyle değil, sünnetli olduğu için pek çok kadının hatırlarında ilginç bir anı olarak yer edinen cinsel organının kudretiyle de nam saldı. Ama babasının cenaze törenine katılmak ve melik olarak başa geçmek için vatanına döndüğünde çapkınlığı bıraktı. Ülkenin önde gelen ailelerinden birinin kızıyla evlendi. Danışmanları bu kadını uysal ve görgülü olarak bilindiği için seçmişlerdi.

Melik Pakça Lanetullah, yurtdışında geçirdiği yıllarda Sagunya’yı bütün dünya tarafından tanınan modern bir devlet haline getirmişti. Onun dönüşüyle batılı kıyafetler önce saray ahalisi, sonra da halk arasında yayılmaya başladı. Yeni hükümdar, zaten az da olsa bilinen Çin eserlerinin yaygınlaşması için destekte bulundu, Avrupa ve Amerika edebiyatının Sagunca’ya tercümesini başlattı.

Lanetullah’ın iki oğlu ve üç kızı oldu. Oğlanlardan büyük olanın adı Sarmaşık, küçüğün adı Bökey’di. Ağabeyine hayrandı Bökey. Hayatı boyunca onun yanında durdu ve ülkeyi birlikte yönettiler. Sarmaşık, babasının yolundan gitti ve batı hayranı bir Melik olarak nam saldı. Amerikalıların Çu Nehri’ni gezmeye gelmesini sağlayarak turizmi Sagunya’nın temel gelir kaynaklarından biri haline getirdi. Verdiği desteklerle matbaa ve yayınevlerinin sayısını sekiz katına çıkardı. Eğitim kurumlarını modern ve nitelikli hale getirdi. Fransız hocaların da ders verdiği Batı tarzından üniversiteler kurdu.

Sagunya değişiyordu ve bu değişimden memnun olmayanlar vardı. Gökten gelen bir mesajla, cihat ve gazayla kurulan ülkenin Hristiyanların ahlaksızlığına bırakıldığını düşünen mollalar isyan etti. Muhafazakar paşaların mollaların yanında yer almasıyla bu isyan bir iç savaşa dönüştü ve tarihte ilk kez Sagunlar Sagun kanı akıttı.

Sagunya’nın zenginliği iç savaş döneminde modern silahlara, bombalara, her türden ölüm makinasına harcandı. Ticaret yapılamaz, turistler gelmez oldu. Lanetullah’ın diplomasisi sayesinde müttefik olan ülkeler akan kanı durdurmak istedi ama o sırada bütün dünya delirdi ve herkes birbiriyle savaşmaya başladı. En büyük harp sırasında kimse Çu Nehri kıyılarındaki küçük Sagunya’nın iç karışıklıklarıyla ilgilenmiyordu.

Sokaklarda, Ehl-i Sünnet elden gidiyor, diye haykırarak gezen mollalar ele geçirdikleri bölgelerde matbaaları, kitapçıları yaktılar, haramdır deyip heykelleri parçaladılar, bin yıllık geleneksel Sagun resimlerini bile yasakladılar. Bu sırada Pakça kardeşlerin en küçüğü olan Mahida büyük büyük dedesi Pakça Bökey’in resmine bakıp vatanının haline ağlıyordu.

Askerlerin sarayı bastığı gün resmi alıp sakladı. Daha sonra çıkarıp yerine geri asmayı planlıyordu. Gözü dönmüş askerler kıza tecavüz edip onu öldürdüler. Daha on üç yaşındaydı. Geday’ın övündüğü tarihi Pakça Bökey resmi bir daha bulunamadı.

Mahida’nın ortanca ablası kardeşinin kaderini yaşamamak için hişin zehriyle canına kıydı. Kız kardeşlerin en büyüğü ise karnındaki bebek için yaşama tutunmak zorundaydı. Pakça Zari isimli bu genç kadın, Sagunya ordusunun başkomutanıyla evliydi. Kendisinden çok yaşlı olmasına rağmen kocasını severdi. Hüsrev, yiğit bir adamdı. Emrindeki paşaların devletine sırt çevirmesini gururuna yediremedi, karısını güvendiği son askerine emanet edip kayınbiraderleriyle birlikte çatışarak ölmek üzere saraya koştu. Sarmaşık, Bökey ve Hüsrev kendilerine bağlılık yemini etmiş askerler tarafından Allah-u Ekber nidalarıyla öldürüldü.

Hüsrev’in güvendiği son asker, Mahida’yı başkentten çıkarmaya çalışırken yakalandı. Mollalar oracıkta kafasını kestiler. Genç kadın sarayda bir odaya kapatıldı. Yediğine, içtiğine, sağlığına dikkat ediliyordu.

Hamile kadın, her gece bir kızı olması için dua etti. Çünkü oğlu olursa mollaların çocuğu melik ilan edip kukla olarak kullanacağını biliyordu. Maalesef doğan bebek erkekti.

Mollalar çocuğun adını Ebu Bekir koydular ve onu vahşi bir hayvan olarak yetiştirdiler. Ebu Bekir sütten kesildikten sonra Mahida’nın onunla görüşmesine izin verilmedi. Kadın hayatının geri kalanını bir köyde göz hapsinde geçirdi ve oğlunun beyni yıkanmış bir orta çağ diktatörüne dönüştüğü haberlerine dayanamayıp kahrından öldü.

Ebu Bekir, Sagunya’yı zalim bir şeriatla yönetti. Namaz kılmayanların kolunu, içki içenlerin dilini kesti. Meyhanecileri idam etti. Ülkeyi kadınlar için cehenneme çevirdi. Kadınların gözleri dahi görülmeyecek şekilde çarşaf giymesini zorunlu kıldı. Ayrıca kadınlar yanlarında ailelerinden bir erkek veya başka bir kadın olmadan sokakta gezemezdi. Ailelerinden olmayan bir erkekle konuşmaları ise zina olarak görülüyordu ve bunun cezası da elbette ölümdü.

Mollalar yarattıkları eserden memnundu. Artık Sagunya’nın Batı’dan çok daha medeni bir ülke olduğunu düşünüyorlardı. Her konuda onlarla yarışabilmek için karışıklık döneminde kapanan üniversiteleri yeniden açtılar ve Ehl-i Sünnet’le çelişmediği sürece her türlü pozitif bilimin öğretilmesini bonkörce desteklediler.

Ebu Bekir çok yalnız bir adamdı. Erkeklere güvenmiyor, hatta diğer erkeklerle arkadaşlık kurmanın onu eşcinsel yapacağından korkuyor, kadınlardan ise tiksiniyordu. Ona göre kadınlar şeytan, Allah’ın ahlaklı erkekleri sınamak için yarattığı musibetlerdi.

Ebu Bekir her an kendi düşünceleriyle baş başaydı. Bu da onu çok paranoyak bir adam haline getirdi. Ona babalık eden mollalardan bile şüphelenir olmuştu. Sonunda, çoğu hükümet üyesi olan yüzlerce mollayı tutuklattı ve Hristiyanlarla iş birliği yaptıklarını öne sürerek hepsinin kafasını kendi elleriyle kesti. Bizzat yerine getirdiği her idam onu Allah’a yaklaştırıyor, kurtarıcılığını, Mesihliğini pekiştiriyormuş gibi hissediyordu.

Sıranın kendilerine geldiğinden korkan mollalar ve din adamlarının çoğu ülkeden kaçtı. Pek çoğu özgür ve barışçıl bir siyasi iklim olduğunu duydukları İran’a yerleştiler.

Sarmaşık ve Bökey ölmüş, fakat unutulmamışlardı. Onların ülkeye soktukları modern fikirler çoktan halkın hafızasına kazınmış, mollalar döneminde yetişen nesil bile el altından bu kültüre erişmişlerdi. Biri başka birine bir kitap verdi. Bu kitap bir kuytuda gizlice okundu, çok beğenildi. Başka birine teslim edildi. Bu kişi de kitabı okudu. Buna benzer pek çoklarını okumuştu. Sonunda dayanamadı, Pakça Geday meydanına koştu, peçesini, eldivenlerini, çarşafını fırlatıp attı ve bağırdı:

-Yaşasın özgürlük! Kahrolsun Ebu Bekir!

Bu genç kadının adı Hasi Şakeyi’ydi. Üniversite okuyacak yaştaydı. Bunu çok da isterdi ama kadınların üniversite okumasına izin yoktu. Babası onun için uygun bir koca adayı arıyordu. Polisler kızın etrafını sardı ve ateş etmeye başladılar. Vücudundan kırk iki kurşun çıkabilirdi ama kimse otopsiyle uğraşmadı. Öz babası öyle bir evladı olmadığını ilan etti. Şeriatla yönetilen bir ülkede Hasi Şakeyi’nin cenaze namazı kılınmadı.

Pakça Sarmaşık öldü ama unutulmadı.

Pakça Bökey öldü ama unutulmadı.

Başkomutan Hüsrev öldü ama unutulmadı.

Hasi Şakeyi öldü ama unutulmadı!

Devrim üniversitelerde başladı. Gençler okullarının, sınıflarının kapılarını tuttular. Askerler, polisler içeri girmeye çalıştı. Ana-babalar endişeliydi. Bugüne kadar çocuklarına siyasete karışmamalarını, topluma uymalarını söylemişlerdi. Bazıları bizzat mollaların yanında durmuştu. Ama artık devrim zamanı geldiğini onlar bile farkındaydı.

Devrim ana-babalarla devam etti. Çocuklarının boşuna direnmediğini göstermek için sokaklara döküldüler. Onlar bile Hasi Şakeyi’nin adını haykırdılar. Zaten artık Melik Ebu Bekir’i destekleyen kimse kalmamıştı. Beyni yıkanmış diktatör, mollaları eliyle öldürünce tüm desteği kaybetmişti. Yine de askeri, polisi varmış gibi görünüyordu. Halkı koruması gereken asker, namlusunu halka çevirdi. Güven vermesi gereken polis güvensizliğin kaynağı oldu. Halka ateş edebilirlerdi. Daha önce de yapmışlardı. Fakat kalabalıktı halk. Çok kalabalıktı. Sonunda kazanacaklardı. Çok belliydi. Ve sonunda cezalandırılan, halkın karşısında duranlar olacaktı. Böylece asker-polis silah bıraktı. Böylece asker- polis diye bir şey kalmadı. Sagunya diye bir şey kalmamıştı ki…

Devrim asker-polisle bitti. Öğrenciler, ana-babalar, kadınlar, herkes yani halk, önlerinde kimse kalmayınca saraya yürüdü. Ebu Bekir’in, dünyanın en yalnız adamının, etrafında gerçekten de kimse kalmamıştı. Babası bildiği mollaların hediyesi tahtına oturmuş, kucağında babası bildiği mollaları katlettiği kılıçla bekliyordu. Ölecekti. Yalnız, terk edilmiş, zavallı, sersefil bir adam olarak ölecekti. Sarayına koşmakta olan kafirler tarafından öldürülecekti. Ama tek kişilik bir cihat ilan etmişti Ebu Bekir. Kılıcını sıkı sıkı tuttu. Birazdan kapıyı tekmeleyerek açacaklar; onu tabancalarla, mermilerle değil taş, sopa ve yumruklarla öldüreceklerdi. Onu linç edeceklerdi. Bunu biliyordu Ebu Bekir. Bunu farkındaydı.

Yanında götürebildiği kadar kafir götürecekti. Şehit olacaktı. Allah yolunda ölecekti. Birazdan kapısını tekmeleyerek açanlar cehennemde yanarken gülerek onları izleyecekti Ebu Bekir. Ehl-i Sünnet bunu söylüyordu. Şu anda yaşadığı rezillik, tanrının kendisi için hazırladığı son sınavdan başka bir şey değildi.

Kendini devrimci Napolyon sanıp içeri dalan ilk şerefsizin gözlerinin içine bakacaktı. Bir melik gibi bakacaktı. Öyle bakacaktı ki şerefsiz korkudan altına edecekti. Sonra kılıcı karnından sokacaktı şerefsizin. Kılıç karşısındakinin karnından girecek, kanlar saçarak sırtından çıkacaktı. Sonra birini daha öldürecekti, sonra birini daha, birini daha, birini daha… Ölene kadar cihat edecekti. Belki de kafirleri delip aralarından geçip giderdi. Yüce Allah yazdıysa neden olmasın? Büyük büyük dedesi Korkunç Tosun gibi kafirlere dehşet saçardı. Ona böyle öğretmemiş miydi mollalar? Öğretmişlerdi. Peki şimdi neredelerdi? Yoktular. Onlara en çok ihtiyaç duyduğu zaman yoktular. Ölmüşlerdi. Kahretsin, niye ölmüşlerdi ki?

Ebu Bekir, dünyanın en yalnız adamı, bekliyordu. Bekliyor ve düşünüyordu. Gelen giden olmadı. Ne olmuştu? Bir zaman döngüsüne mi sıkışmıştı? Belki de ona dadanan bir hayalet vardı. Omzuna bir el dokunacak ve kafasını döndürdüğünde Hasi Şakeyi’nin bembeyaz hayalet suratıyla karşılaşacaktı. Onun çirkin, ölü, kafir suratıyla karşılaşsa bile çığlık atmayacaktı. Kendine söz verdi. Kafirlerden korkmazdı Ebu Bekir. Sagunya’nın kurucusu Gavur Katili Melik Pakça Bökey’in, Melik Pakça Korkunç Tosun’un torunuydu o.

Dayanamayıp ayağa kalktı. Birkaç adım yürüyüp kapıya dokundu. Dışarıdan ses bile gelmiyordu. Neredeydi herkes? Saray ahalisi kaçmıştı, mollaları bizzat idam etmişti, peki kendisini gebertmeye gelenler… Onlar neredeydi?

Yavaş yavaş açtı kapıyı. Sarayı değildi burası. Mest edici güzellikte bir bahçe vardı ileride. Odası o bahçeye bir köprüyle bağlanıyordu ve aşağıda alevden nehirler akıyordu. Birkaç adım attı. O yürüdükçe köprü inceldi. Sonunda dengesini kaybetti Ebu Bekir. Ve sırat köprüsünden aşağı yuvarlandı. Cehenneme düşüyordu ki bir melek onu kolundan yakaladı, uçarak Cennet’e ulaştılar.

Ebu Bekir teşekkür etmeye hazırlandı. Bu hakkı kafirlerle yaptığı savaş sayesinde kazandığını biliyordu. Meleğin yüzüne baktığında tatlı bir sarhoşluk hissi vücuduna yayıldı. Çok güzeldi. Bu yüzü bir yerden tanıyordu.

-Sen osun, dedi şaşkınlıkla.

-Evet, dedi Hasi Şakeyi. Ben melek oldum. Ve senin kaderini benim elime bıraktılar. Düşmene izin verebilirdim. Zaten öyle bağırmıştım. Kahrolsun Ebu Bekir.

-Neden yapmadın?

-Senin suçun yok. Seni böyle yetiştirdiler. Eminim annen, baban ve dayıların tarafından yetiştirilsen çok daha farklı biri olurdun.

Annem, babam ve dayılarım ahlaksız kafirlerdi, diye düşündü Ebu Bekir. Yozlaşmışlardı. Ataların yolundan sapmışlardı.

-Biliyor musun, dedi Hasi Şakeyi. Akyıldız’ın yörüngesindeki gezegenlerden birindeyiz. Atalarımız burada uzayda yol alabilen demir bir dağ inşa etmiş. Aşağıda akan ateşi yakıt olarak kullanarak yıldızları aşmışlar ve dünyaya yerleşmişler. Dağ hâlâ dünyada. Biz onu Sis Dağı olarak biliyoruz. İnanabiliyor musun, her şey birbiriyle bağlantılı… Buraya dönmek için yaşıyoruz.

Ebu Bekir sırat köprüsüne yaklaşıp aşağıda akan cehenneme baktı.

-Neden yapmadın, diye sordu yeniden.

-Seni affettim.

-Gerçekten mi?

-Hayır, dedi Hasi Şakeyi gülerek. Cennete ulaşıp bir anlık coşku yaşamanı istedim. Benim Pakça Geday meydanında yaşadığım gibi… Kendini ateşin içinde bulunca şaşırmanı istedim. Benim kırk iki kurşunla yere devrilince şaşırdığım gibi… Benim aksime senin ölümün hiçbir şeyi başlatmayacak, yalnızca bitirecek.

Hasi Şakeyi, Ebu Bekir’i uçurumdan aşağı itti ve diktatörün ruhu sonsuza kadar acı çekti. Onun elinde kılıçla beklediği taht odasına giren devrimciler korkudan ödü patlayıp ölmüş adamın cesediyle karşılaştılar. Böylece Sagunya’nın hikâyesi sona erdi ve Özgür Çu Nehri Cumhuriyeti ilan edildi. Artık Sagunların tarihi ateş ve kan değil, mürekkeple yazılacaktı.