Öykü

Kalbi Kırık Minotor

“Hoş geldin Durukan.”

…..

“Durukan, hoş geldin yeğenim.”

…..

İlk başta işitmediğini veya utandığından cevap veremediğini düşünerek oğlanın üstünde durmadı kimse. Avluda misafirlerinin etrafına yarım çember yapmış Musa dayı ve ailesi, dört senenin üstüne köye gelmiş Hasibe halayı süzüyor; onun yaşlanıp yaşlanmadığını, kilo alıp almadığını kestirmeye çalışıyor veya sezilmesi zor türlü çetrefilli düşünceyi akıllarından geçirerek halalarına bakıyorlardı. Hala, abisine sarıldı sıkıca. Dayının çocukları Ömer’le Havva da el öptükten sonra neşeyle içeri geçtiler. Herkes bir yerlere oturdu. Evin reisi Musa dayı, kardeşi Hasibe’nin karşısında, karısı Hayat’la yan yanaydı. Durukan babaannesinin yanına sinmiş, odanın ahşap ve basık tavanına göz gezdiriyor, kerpiç duvarların üstündeki pütürleri inceliyor, kasketli Musa dayının sakallı yüzüne, nasırlı yağ lekeli kalın parmaklarına, kartal gagası burnuna, yanık tenine, Hayat yengenin çiçekli eski basma eteğine bakıyordu. On yıl önce, daha okula başlamamış bir çocukken annesiyle geldiği, haftalarca kaldığı bu köydeki her şey ona bütünüyle yeni ve yabancı geliyor gibiydi.

Hasibe hala, gülümseyerek ona bakan abisine utangaç ve duygulu gözlerle:

“Ağabeyi nasılsın?” diye sordu. Sesi özlemle yumuşamıştı. Her zaman fırsat bulunmaz, imkân olmazdı ki babasının anasının yattığı toprağı, hâlâ köyde yaşayan iki abisini gelsin görsün.

“İyidir Hasibe, sen nasılsın bacım?”

Herkes iyiydi. Sağlıklar, sıhhatler yerinde, tarla tapana karışık, tavuk hindiye alışıktı. Zaman almış başını yürümüş, çocuklar büyümüş, vücutlar biraz daha pörsümüştü. Sofra geldi, herise yendi, ayran içilip çay beklendi.

Bir fırtta çayını yarılayan Musa dayı, Durukan’ın bodurluğunu, kısa boynunun üstündeki top kafasını, pitotik gözkapaklarından ötürü bönleşen bakışlarını minotora daha çok uydursa da nezaketini çok bozmadı:

“Eşek kadar olmuşsun Durukan,” dedi. Hafifçe sırıtınca tükürükle sulanmış üst damağı ortaya çıktı Durukan’ın ama sesi çıkmadı.

“Kaça geçtin bakalım yeğen?” diye üsteledi dayı. Durukan yine cevap vermedi. Hırslanan dayı: “Konuşsana ola!” diye ünledi, inat edip gözlerini ona dikti ama yine yanıt alamadı.

Hala, Durukan’ın yanıt vermemesine ilk başta şaşırdı ama bozuntuya vermeden yere dökülen bir bardak suya, “boş verin kurur” dercesine Bursa havadislerini anlatmaya koyuldu.

Aradan bir hafta geçtikten sonra, ayrılık vakti geldi çattı. Peynir, şeker, nohut, erişte, tarhana, saman dolu plastik bidonda yumurta ve kuru fasulyeyle tıka basa dolu çantaları bagaja yerleştiren muavin, “Başka var mı teyze?” diye korkarak sorarken kan ter içinde kalmıştı. Abi kardeş sarılıp gözyaşı döktüler. Kalanlar, hareket eden otobüsteki torunla babaannesine el sallıyordu. Otobüs uzaklaşırken hâlâ ağlıyor, Durukan otobüsün tavanındaki hoparlörü inceliyordu.

* * *

Sevecen, konuşkan ve sakin bir kadın olan Hasibe halanın ikisi Bursa’da, diğeri Paris’te yaşayan üç kızı, bir de oğlu vardı. Bursa Kestel’de Durukan’ın babası Gürsel’in yanında yaşıyordu. Durukan’ı diğer torunlarından ayrı sever, ona kanı ayrı kaynardı. Gittiği her yere yanında götürür, sever okşardı. Nazını çeker, bir dediğini iki etmezdi.

Durukan yirmi altı yaşına geldiğinde topaç bir adama dönüştü. Muntazaman kestiği gür, siyah sakallarını birkaç santim uzattı. Kavisli ve bitişik kaşlarının arasındaki beliren dikey derin çizgiyle haşmetli bir görünüme sahip oldu. Arkadaş çevresinde sevilen neşeli bir tip olduğu söyleniyordu. Özel bir üniversiteden inşaat mühendisi olarak çıkmıştı. Henüz iş bulamadığından, babasına fırınlarında yardım ediyordu.

Hasibe halanın o günlerde keyfine diyecek yoktu. “A şimdi bizim Durukan şöyledir ve yaman böyledir, aman da pek safirdir, pek pırlanta,” diye diye dolanıyordu ortalıkta. Aklına mı hayran değildi, saçına sakalına mı, sesindeki heybete mi, yakışıklılığına mı? Sonunda bir de nişanladı o misilli torununu. Durukan’a Bursa’nın en güzel, en zengin kızını bulmuşlardı.

Zaten halanın bütün çocukları ve torunları olağanüstüydüler ve çoğu şanslı evlilikler yapmıştı. Paris’te lojistik şirketi olan İsmail’le evli Gülendam’ın kızlarından biri Lyon Polis Teşkilatı’nda İstihbarat Bölümü Başkomiseri’yle, Lille Üniversitesi’nde akademisyen olan bir diğeriyse Marsilya Sayıştay Başkanı ile evliydi ve laf aramızda kocası çok zengindi. Türkiye’deki torunlarından biri atom mühendisi, biri doktor, biri de dişçiydi. Daha ne olsundu.

Halanın çevresinde, bu sevgisiz dünyada yavrularına bu kadar düşkün olmasını bazen abartılı bulanlar çıkar, sarf ettiği bütün cümlelerin sonunu eninde sonunda torunlarına ve çocuklarına ulaştırmasına söylenirlerdi. “A şimdi bizim Durukan… A şimdi bizim Gürsel …” şeklinde cümlesine başlarken yüzü ışıldayan, içi adeta kaynayıp fokurdayan bu kadına ayıp çalmak tabi ki fesatlıktan öte bir şey değildi.

* * *

Yıllar; graniti krakere çevirdi, yolları taş, taşları talaş etti fakat Durukan’ın köydekilere tutumunu zırnık oynatamadı. Köye gittiğinde herkes sıraya dizilip melül melül, “hoş geldin yeğenim, hoş geldin, nasılsın Durukan,” dedikçe bizim topaç oğlan yüzünü ekşiterek “hıh” çeker, bir o yana bir bu yana dönerdi. Büyükler gelince ayağa kalkmazdı. Yüzlerine bakmazdı. Biri elini uzatsa sıkmazdı. Bursa’ya, yatıya kalmadan dönecekleri zaman, eve girmeden arabada bekler, hacet gidermek veya karnını doyurmak için içeri girmek zorunda kaldığında cüzzamlı bir kabilenin içine düşmüş gibi tiksintiyle kafa sallar, onunla konuşmaya çabalayanları homurtular çıkararak başından defetmeye çalışırdı.

Dayılardan biri bazen, “Niye böyle bu çocuk, bacım?” diye sorardı Hasibe halaya. Hala, “Huyu öyle,” der geçerdi. Dayılar da “Haa!” der, “Durukan’ın ve Hasibe halanın bir bildiği vardır, biz ettiğimizden şaşmayalım,” diye düşünerek bütün aile efradıyla, neşeli ve masumca, “Hoş geldin, nasılsın?” deyip durmaya devam ederlerdi.

Hasibe hala, Durukan ses etmedikçe sağıra yatar, neşeli bir duyarsızlıkla o anları geçiştirmeye çalışırdı. Köydekiler, bu iletişim reddinin, onlara açıklanma zamanı henüz gelmemiş makul bir sebebi olduğuna inandılar. Bir kanaate varmak için aceleci olmamak gerektiğini düşünüp olumsuz söz etmekten imtina ettiler. Herkes yıllardır değişmeyen bu davranışların içinde sevecen, şakacı bir mantık bulmuş gibi rahat ve tepkisizdi. Tabii ki, “hoş geldin, beş gittin” fasıllarındaki sessizlik insanları bozmuyor, bazen de incitmiyor değildi fakat Hasibe halanın hatırı için bu tatsız anları, hızlıca buruşturup zihinlerinin izbe bir köşesine fırlatırlardı. Bu yıllarca böyle devam etti de köydekiler bir yanıt umudunu hiç kaybetmedi. Durukan defalarca gitti geldi köye ama kimseye pas vermedi, kimseyle muhatap olmadı.

Ömür bu ya, bir Mart gecesi küçük dayının kayınpederi vefat etti. Bizim topaç oğlanla babası Gürsel, İstanbul’daki cenazeye gittiler. Baba oğul, yoğun bir kalabalığın içinde namazı kılıp mevtanın en yakınlarına başsağlığı dilemeye yöneldiler. Durukan, dayının büyük oğluna taziye kuyruğunda elini uzatıp, “başın sağ olsun” demeye hazırlandı fakat o anda inanılmaz bir şey oldu. Onlarca insanın içinde Durukan’ın eli havada kalıverdi. Ne trajedi! Dayının oğluyla göz göze geldiler. Öfkeli ve intikam dolu bir bakış haince içine işledi topacın. Hayır bu olamazdı. Yıllarca alıştığı ve çevresini alıştırdığı sistem, kendi insancıllığı yüzünden, dedesini kaybetmiş birine merhametinden ötürü hata vermişti. Ağlamaklı bön bakışları, birkaç saniye temas bekleyen havadaki ellerine takıldı kaldı ama durum değişmedi. Sersemlemiş vaziyette oradan uzaklaştı.

Durukan’ın köy ahalisine karşı yıllardır sahip olduğu gizemli dokunulmazlığın sonu, işte bu olaya dayanmaktadır. Sonradan söylenenlere bakılırsa akraba çevresinde Durukan hakkında ileri geri konuşan kişilerin sayısı hızla artmaktadır. İddialarına göre, Durukan babaannesi tarafından yıllarca yok yere korunmaktadır. Kısık seslerle Durukan’ın -kusura bakmayalım ama- epeydir bir minotordan farksız olduğunu aktarmadan geçemeyeceklerdir. Hasibe halanın yüzüne henüz bir şey demediler ama eninde sonunda o gün de gelecektir.

Durukan sıkılarak biraz önce hikâyesinden çıktı. Bize söyleyecekleri tükenmişti. Hayatın sonsuz ayrıntısı içerisinde buna benzer binlerce acayip hikâyeden birine rastlayınca ibretle ders çıkarmamak ve “cık cık” etmemek, bundan sonra duyarsız yazarla, dikkatsiz okurun sorumsuzluğu olarak kalacaktır.